Yazılar

Koroner arter hastalığına dikkat! 20 yaşında muayene olmak çok önemli!

Koroner arter hastalığı, kalbi besleyen atardamarların, yani koroner arterlerin, ateroskleroz olarak adlandırılan bir patolojik mekanizmayla yapısal olarak bozulmasını ifade ediyor. Bu yapısal bozulma çoğu kez damarda akut veya kronik daralma veya tıkanmayla kendini gösterip, hayatı tehdit edebiliyor. Öyle ki tedavi edilmemiş veya kötü yönetilmiş koroner arter hastalığı; ani kalp ölümüne, aritmilere ve kalp yetersizliğine sebep olabiliyor. Üstelik, tüm dünyada ve ülkemizde, ölüm istatistiklerinde, bulaşıcı olmayan hastalıklar listesinin ilk sırasında, iskemik kalp hastalığı (koroner arter hastalığının farklı bir adlandırması) yer alıyor.  Acıbadem   International Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Dr. Ahmet Arif Ağlar,  bu nedenle koroner arter hastalığında risk faktörlerine karşı önlem alınmasının yaşamsal öneme sahip olduğuna dikkat çekerek, “2019 yılında yayımlanan bir makalede; yaş, cinsiyet ve genetik etkenler gibi değiştirilemez faktörlerin, hastalığın meydana gelmesindeki öngörücü performansın yüzde 63 ila 80’ini oluşturduğu, değiştirilebilir risk faktörlerinin ise daha sınırlı etkide olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, değiştirilebilir risk faktörlerinin kontrol altına alınmasıyla, koroner arter hastalığına bağlı klinik olaylarda anlamlı azalmalar olduğu görülmüştür. Düzenli sağlık kontrolleri yapıldığı ve risk faktörleri yönetildiği takdirde koroner arter hastalığına bağlı klinik olaylarda belirgin bir azalma sağlanabilmektedir. Risk faktörlerini yönetmek ise iyi beslenmekten, yeterli fiziksel aktiviteden, sigaradan uzak kalmaktan ve gerekiyorsa ilaç tedavisinden geçmektedir” diyor.

Dr. Ahmet Arif Ağlar

Dr. Ahmet Arif Ağlar

20 yaşında kalp ve damar sağlığına yönelik muayene çok önemli! 

Koroner arter hastalığı çoğu kez belirti vermeden ilerliyor. Dolayısıyla, kalp ve damar sağlığı açısından risk oluşturan faktörlerin araştırılması ve gerekiyorsa ileri tanı yöntemlerinden faydalanılması için şikayet olmasa bile ilgili branşlara başvurulması büyük bir öneme sahip. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Dr. Ahmet Arif Ağlar, “Bu nedenle, 20 yaşında yapılacak bir doktor başvurusu sonrasında takip zorunluluğu doğmazsa erkekler için 35 yaşında, kadınlar için  45 yaşında tarama muayenesi önerilir. Bu muayenelerden sonra takip sıklığı kişiye özel olarak belirlenir” diye konuşuyor.

KORONER ARTER HASTALIĞINDA 10 ÖNEMLİ NEDENİ!

Yaş

Koroner arter hastalığının yaygınlığı, hem erkeklerde hem de kadınlarda 35 yaşından sonra artış gösteriyor. 40 yaşından sonra KAH geliştirme riski erkeklerde yüzde 49, kadınlarda ise yüzde 32 oranında seyrediyor. Erkeklerde 45 yaşından sonra, kadınlarda ise 55 yaşından sonra risk belirgin olarak artıyor.

Cinsiyet

Erkekler, kadınlara kıyasla daha yüksek koroner arter hastalığı riski altında oluyor.

Aile öyküsü

Aile öyküsü de önemli bir risk faktörü. Bir çalışmaya göre; babasında ya da erkek kardeşinde 55 yaşından önce, annesinde ya da kız kardeşinde 65 yaşından önce KAH tanısı konulmuş olması risk faktörü kabul ediliyor.

Hipertansiyon 

Arteryal hipertansiyon,  atardamar duvarında oluşturduğu oksidatif ve mekanik stres yoluyla koroner kalp hastalığı için en önemli risk faktörü olarak kabul ediliyor. Her 3  hastadan yaklaşık 1’inde hipertansiyon bulunuyor. 2009 yılında yapılan ve 12 değiştirilebilir risk faktörünün karşılaştırıldığı bir derlemeye göre, hipertansiyon ile sigara kullanımı en fazla ölüme neden olan etkenler olarak öne çıkıyor.

Hiperlipidemi

Hiperlipidemi, iskemik kalp hastalığı için en yaygın ikinci risk faktörü olarak kabul ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, yüksek kolesterol seviyesi yaklaşık 2.6 milyon ölüme neden olmuş. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Dr. Ahmet Arif Ağlar, yüksek trigliserid seviyelerinin de koroner arter hastalığı ile ilişkilendirildiğini belirterek, “Ancak bu ilişki daha karmaşıktır, çünkü santral obezite, insülin direnci ve kötü beslenme gibi diğer risk faktörlerine göre ayarlandığında bu ilişki zayıflamaktadır. Bu nedenle, trigliseridlerin koroner arter hastalığı üzerindeki izole etkisini belirlemek zordur”  bilgisini veriyor.

Diyabet

Prediyabet (Kandaki şeker seviyelerinin normalden yüksek, ancak diyabet tanısı konulacak kadar yüksek olmaması)  ile diyabet; kalp hastalığı ve inmeye yol açabilen önemli risk faktörlerinden. Öyle ki diyabetli erişkin hastalarda kalp  hastalığı oranı, diyabeti olmayanlara kıyasla erkeklerde 2.5 kat,  kadınlarda ise 2.4 kat daha fazla görülüyor. 2017 yılında yapılan bir meta-analiz; Hemoglobin A1C seviyesi yüzde 7.0’nin üzerinde olan diyabet hastalarının, Hemoglobin A1C seviyesi yüzde 7.0’nin altında olanlara kıyasla kardiyovasküler ölüm açısından yüzde 85 oranında daha yüksek riske  sahip olduklarını ortaya koymuş.

Obezite 

Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Dr. Ahmet Arif Ağlar, obezitenin koroner kalp hastalığı  için bağımsız bir risk faktörü olduğunu belirtiyor. Obezitenin  aynı zamanda hipertansiyon, hiperlipidemi ve diyabet gibi diğer risk faktörlerinin gelişme riskini de artırdığını belirten Dr. Ahmet Arif Ağlar,   “Yakın tarihli bir çalışmada; demografik özellikler, sigara kullanımı, fiziksel aktivite ve alkol alımı gibi değişkenler ayarlandıktan sonra, obezite sorunu yaşayan kişilerin koroner kalp hastalığına yakalanma olasılığının 2 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir” bilgisini veriyor.

Sigara kullanımı

Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’ne (FDA) göre, kardiyovasküler hastalıklar yılda 800 bin ölüme ve 400 bin erken ölüme neden oluyor. Bu ölümlerin sırasıyla yaklaşık 5’te 1’i ve 3’te biri sigara kullanımına bağlı görülüyor. 2015 yılında yapılan bir meta-analiz, sigara kullanımının diyabet hastalarında koroner kalp hastalığı riskini yüzde 50 oranında artırdığını ortaya koymuş. Başka bir 2015 meta-analizi  ise 60 yaş üzerindeki hastalardan sigara kullananların kardiyovasküler hastalık riskinin iki kat arttığını, sigara kullanımını sonlandırmış olanlarda ise riskin yüzde 37’ye düştüğünü göstermiş. Ayrıca, sigara kullanmayan, ancak pasif olarak sigara dumanına düzenli olarak maruz kalan bireylerde maruz kalmayanlara kıyasla koroner arter hastalığı riskinin yüzde 25 ila yüzde 30 oranında daha yüksek olduğu belirtiliyor.

Kötü beslenme

Doymuş yağ, uzun yıllar koroner kalp hastalığının gelişiminde önemli bir neden olarak görülürken, daha yeni derlemeler bu ilişkiye dair şüpheleri artırıyor ve rafine şekerlerin yeniden öne çıkan temel risk faktörü olduğuna dikkat çekiyor.   Araştırmalar, trans yağların lipit profili, endotelyal fonksiyon, insülin direnci ve enflamasyon üzerindeki olumsuz etkileri yoluyla kardiyovasküler hastalık riskini artırdığını daha net şekilde ortaya koyuyor. Son dönem çalışmalar ve sistematik derlemeler, kırmızı ve işlenmiş et tüketimi üzerine odaklanıyor. Bu çalışmalar; kırmızı et tüketiminin koroner kalp hastalığı ve kardiyovasküler olay riskini yüzde 15 ila 29, işlenmiş et tüketiminin ise yüzde 23 ila 42 artırdığını tutarlı bir şekilde ortaya koyuyor. Çalışmaların çoğunda günlük yaklaşık 50 ila 100 gram tüketim dikkate alınmış.

Sedanter yaşam tarzı 

Sedanter yaşam tarzının, yani hareketsiz yaşamın, her türlü hastalık için risk faktörü olduğu söylenebilir. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Dr. Ahmet Arif Ağlar, “Özellikle kalp ve damar sisteminin sağlığı için oluşturduğu tehlikeyi, düzenli egzersizin sağladığı faydaları ortaya koyunca daha iyi anlarız” diyerek sözlerine şöyle devam ediyor: “Egzersiz, koroner arter hastalığının  gelişimini önlemede koruyucu bir faktör. 2004 yılında 52 ülkede, tüm kıtaları temsil eden ve 15 bin 152 vaka ile 14 bin 820 kontrol bireyin katıldığı bir olgu-kontrol çalışmasında, yetersiz fiziksel aktivitenin miyokardiyal enfarktüs üzerindeki riski yüzde 12,2 olarak bulunmuş. Çeşitli gözlemsel çalışmalar, egzersizi kendi tercihleriyle düzenli olarak yapan bireylerin morbidite ve mortalite oranlarının daha düşük olduğunu göstermiş. Bu koruyucu etkinin olası mekanizmaları arasında; endotelyal nitrik oksit üretiminin artması, reaktif oksijen türlerinin daha etkili bir şekilde etkisiz hale getirilmesi ve gelişmiş damar oluşumu (vaskülogenezis) yer almaktadır.”

Havuzlardaki mikrop, mideden gözlere, ciltten kulaklara kadar her organı tehdit ediyor!

Yaz mevsiminin sıcak günlerinde çocukları en mutlu eden aktivitelerden biri havuzda yüzmek olsa da kurallara dikkat edilmediğinde bazı riskleri de beraberinde getirebiliyor. Örneğin; mide ve bağırsak sisteminde, gözlerde, kulaklarda ve üreme organlarında çeşitli hastalıklara neden olması gibi! Özellikle 3 yaşından küçük çocuklarda, bağışıklıkları tam oluşmadığı için havuz kaynaklı hastalıklar daha ağır seyredebiliyor ve hastaneye yatış gerekebiliyor. Acıbadem International Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şeyma Cüneydi, “Havuz kaynaklı hastalıklar havuzun kimyasallarından veya mikropların bulaşması sonucu gelişmektedir. Özellikle virüsler çocuklara hızla bulaşabilir. Bu nedenle, sakin ve temizliğinden emin olunan havuzlar tercih edilmeli, mikropların bulaşmasını önleyen tedbirler mutlaka alınmalıdır” diyor.

Dr. Şeyma Cüneydi

Dr. Şeyma Cüneydi

İshal

Bakteri, virüs veya parazitlerin yol açtığı bir enfeksiyon hastalığı olan ishal, genellikle yeterince dezenfekte edilmeyen havuz suyunun yutulmasıyla oluşuyor. Çocuğun mikroplu suyu yutması, ishalin başlıca sebebini oluşturuyor. Ateş, kusma, karın ağrısı, sümüksü veya su gibi dışkıyla kendini belli ediyor.

İdrar yolu enfeksiyonu

İshallerden sonra 2. sıklıkta görülen bir enfeksiyon hastalığı olan idrar yolu enfeksiyonu, yeterince steril olmayan havuz suyundaki mikrobun idrar yollarından girmesiyle oluşuyor. Belirtileri arasında; havuz sonrasındaki günlerde ateş, kusma, karın ağrısı, idrar yaparken yanma ve kokulu idrar yapma yer alıyor.

Gözlerde konjonktivit

Virüs veya bakteriyle enfekte olan havuz suyu ile temas, çocuklarda, halk arasında “kırmızı göz” olarak bilinen ve konjoktivit olarak adlandırılan göz iltihabına da neden olabiliyor. Gözlerde kızarma ve iltihaplı akıntı, tipik belirtileri arasında yer alıyor.

Dış kulak yolu enfeksiyonu

Dış kulak yolu enfeksiyonu, havuz suyunun mikroplu başka etkenlerle karışmasından kaynaklanıyor. Kulağa basmakla artan ağrıyla seyrediyor, bazen kulaktan akıntı da gelebiliyor.

Vajinit

Enfekte havuzlar kız çocuklarında bitmek bilmeyen vajina iltihabına, bir başka deyişle vajinitlere sebep olabiliyor. Enfeksiyon kokulu ve renkli akıntıyla ortaya çıkıyor.

Hepatit A

Karaciğer iltihabı yapan Hepatit A mikrobu da dezenfekte edilmemiş havuz suyundan bulaşabiliyor.  Bu suların ağıza gelmesiyle çocuk enfekte olabiliyor. Halsizlik, göz beyazlarında sarılık, bulantı, karın ağrısı ve ateş, Hepatit A’nın belirtileri arasında yer alıyor.

Siğiller

Mikrop barındıran havuz kaynaklı önemli hastalıklardan biri de siğillerdir. Human Papilloma (HPV) virüsünün yol açtığı siğiller vücudun her yerinde görülebiliyor. Eller ve ayaklarda döküntülerle seyreden el, ayak, ağız hastalığının bir bulaş şekli de yine mikrop içeren havuzlar oluyor.

Astım krizi

Havuzun az dezenfekte edilmesinin yanı sıra fazla klorlanması çocuklarda astım krizini tetikleyebiliyor.

Havuz kaynaklı hastalıklara karşı 8 önemli kural!

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şeyma Cüneydi, çocuklarda havuzdan kaynaklanan hastalıkların önlenmesine destek olan önerilerini şöyle sıralıyor:

  • Sakin ve temizliğinden emin olduğunuz havuzları tercih edin
  • Havuza girmeden önce ve çıktıktan sonra, tercihen sabunla duş yaptırın
  • Ağız içini temiz suyla çalkalayın
  • Havuz veya denizden sonra mayosunu hemen değiştirin
  • Havlu ve terlik gibi eşyalarını başkalarıyla paylaşmayın
  • Yüzme gözlüğü ve kulak tıkacı kullanmasını sağlayın
  • Havuz suyunu yutmaması konusunda eğitim verin
  • Bebeklik dönemindeyse bezini sık sık kontrol edin

 

 

#pausesaglik #pausedergi #pausejournal #hanedancity #pausesanat #pausespor #pauseturizm #pausetv #pauseoto

Bel fıtığı gençlerde giderek yaygınlaşıyor

Tablet, telefon veya bilgisayar başında hareket etmeden uzun saatler geçirmek, sporda yanlış teknikle ağırlık kaldırmak, fazla kilolu olmak… Tüm bunlar ve daha pek çok etken nedeniyle bel bölgesinin omurları arasında yer alan diskler kayma veya yırtılma sonucu, sinirler ile omuriliğin geçtiği kanala doğru yer değiştiriyorlar. Bel fıtığı olarak adlandırılan bu tabloda disklerin sinire baskı yapmaları sebebiyle gelişen bel ağrısı, bacaklara yayılan ağrı, uyuşukluk ve kas zayıflığı gibi sorunlar, hastaların günlük aktivitelerini ciddi boyutlarda kısıtlayabiliyor. Genellikle 30-50 yaş arasında başlayan bel fıtığının son yıllarda katlanarak artan bir oranda yükseldiği belirtiliyor.  Acıbadem International Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Ferda Özdemir, üstelik bel fıtığının son yıllarda gençler arasında da giderek daha sık görüldüğüne dikkat çekerek, “Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 2022 yılında yapılan Türkiye Sağlık Araştırması’na göre; 15 yaş ve üzeri kişilerde son 12 ay içinde bel bölgesi sorunlarının görülme oranı yüzde 29,7 olarak belirlenmiş.  Ülkemizde, 15-49 yaş aralığındaki kadınlar üzerinde yapılan bir çalışmada da; bel ağrısı nedeniyle tanı alanların yüzde 67,5’ine bel fıtığı teşhisi konulduğu bildirilmiş.  Bu veriler, Türkiye’de her yıl bel fıtığı tanısının ne kadar yüksek oranda olduğunu ve görülme yaşının ne kadar düştüğünü göstermektedir” diyor.

Prof. Dr. Ferda Özdemir

Prof. Dr. Ferda Özdemir

Az hareket etmekten hatalı teknikle ağırlık kaldırmaya…

Bel fıtığının son yıllarda dünyada ve ülkemizde gençlerde daha sık görülmesinde modern yaşam tarzı ve çevresel faktörler rol oynuyor.  Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Ferda Özdemir, gençlerde giderek yaygınlaşan daha az hareket etme şeklindeki yaşam tarzının bel fıtığının gelişiminde çok önemli bir etken olduğunu belirterek, “Spor ve açık hava aktiviteleri yerine; tablet, telefon ve bilgisayar başında hareket etmeden uzun saatler geçirmek ve öne eğilmek ya da kambur oturmak gibi hatalı duruş alışkanlıkları omurganın üzerinde ciddi baskı oluşmaktadır” uyarısında bulunuyor.  Prof. Dr. Ferda Özdemir, gençlerde trend haline gelen ağırlık kaldırmaya yönelik sporun da bu yaş grubunda görülen bel fıtığının bir başka önemli sebebi olduğuna işaret ederek, “Yanlış teknikle ağırlık kaldırmak veya taşımak da omurga sağlığını olumsuz etkilemektedir. Dolayısıyla, gençlerin ağırlık kaldırma egzersizlerinden önce mutlaka ısınma hareketleri yapmaları ve bir uzmandan ağırlıkları doğru kaldırma konusunda bilgi edinmeleri gerekmektedir” bilgisini veriyor.  Prof. Dr. Ferda Özdemir, çağımızın önemli sorunu olan obezitenin, sürekli stres altında olmanın ve sigara kullanımın da gençlerde yaygın görülen diğer bel fıtığı sebepleri olduğunu söylüyor.

Ani ve zorlayıcı hareket sonrasında başlıyorsa, dikkat!

Bel bölgesindeki omurlar arasında yer alan diskler, omurganın esnekliğine ve vücut dengesine yardımcı oluyorlar. Bu disklerin yaşlanma, aşırı zorlanma veya ani hareketler nedeniyle zarar görmeleri durumunda fıtık gelişebiliyor ve sinirlere baskı yapabiliyor. Bunun sonucunda, hastada yaşam kalitesini olumsuz etkileyecek boyuta ulaşabilen çeşitli yakınmalar gelişebiliyor. Prof. Dr. Ferda Özdemir, “Özellikle ani ve zorlayıcı hareket sonrasında başlayan bel ağrısının yanı sıra istirahatte bile geçmeyen; öksürme, hapşırma veya ıkınma ile artan; özellikle bacağa yayılan ağrı; ayakta ya da parmaklarda uyuşma ve güçsüzlük, bel fıtığının tipik belirtilerini oluşturmaktadır” diye konuşuyor.

Tedaviyle ağrı kontrol altına alınıyor

Bel fıtığının tedavisinde temel hedef; omurganın hareketliliğini yeniden kazandırmak, sinir üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmak, böylece ağrıyı azaltmak oluyor. Toplumdaki yaygın inanışın aksine, tüm bel fıtığı hastalarının sadece yüzde 5-10’u ameliyat gerektiriyor. Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Ferda Özdemir, sinir hasarı olmayan tabloların yüzde 80-90’ında; ilaç, fizik tedavi ve egzersizlerden oluşan konservatif tedaviyle ağrının kontrol altına alınabildiğine dikkat çekerek,  şunları söylüyor: “Bel fıtığında erken teşhis, iyiliğin korunmasında ve hastalığın ilerlemesinin önlenmesinde büyük önem taşımaktadır. Özellikle düzenli yapılan egzersizlerle kaslar güçlenmekte,  omurga daha iyi desteklenmekte ve sinir baskısı azalmaktadır.   Bu etkiler sayesinde ağrı uzun süreli olarak önemli ölçüde hafiflemekte hatta bazı hastalarda geçmektedir.”  Ancak hasta hatalı duruş, hareketsizlik ve ağır kaldırma gibi istenmeyen hataları yapmaya devam ederse ağrının tekrar başlayabileceğini vurgulayan Prof. Dr. Ferda Özdemir, “Düzenli egzersiz yapmak, doğru oturma ve yük kaldırma tekniklerine dikkat etmek, omurgayı destekleyen kasları güçlendirmek ve kilo kontrolü sağlamak bel fıtığından korunmada önemli faktörlerdir” diyor.

Çocuğunuzu sabahları bu saatlerde dışarıya çıkarmayın!

Burun akıntısı, sık sık hapşırmak, gözlerde kızarıklık ve kaşıntı… İlkbaharın gelmesiyle birlikte canlanan doğa hepimizi mutlu ediyor, ancak bir de polenler olmasa! Üstelik son yıllarda önemli bir artışın yaşandığı alerjik hastalıklardan çocuklar daha fazla etkileniyor. Bahar alerjisinin en önemli sebebi olan polenlerin  etkisiyle deride, gözlerde, burunda, boğazda  ve  akciğerlerde  ortaya  çıkan hastalıkların tümü “bahar alerjisi” olarak adlandırılıyor.  Polenler  dışında ev tozu akarları, küf mantarları  ve   hayvan tüyleri  de  bu  dönemde  ortaya  çıkan  alerjilere  yol açan diğer etkenleri oluşturuyor. Acıbadem International Hastanesi Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bahar alerjisinin çocukların yaşam kalitesini  ciddi boyutlarda etkileyebildiğine dikkat çekerek, “Uyku kalitesinde  bozulma, dikkat dağınıklığı, okul başarısında düşme, huzursuzluk, yorgunluk ve bu sorunlar nedeniyle okul ile derslerden geri kalmak, alerjik çocuklarda çok yaygın görülmektedir” diyor. Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bu nedenle çocuklarda bahar alerjisinin tedavisinde zaman kaybetmemek gerektiğini belirterek, “Yaşam alışkanlıklarında alınacak olan önlemler ve medikal tedaviyle çocuklar yaşıtları gibi sosyal aktivitelere katılabilir ve okul hayatına kolaylıkla devam edebilirler” diyor.

Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya

Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya

Ülkemizde yaklaşık her 3 çocuktan biri alerjik!

Bahar alerjisi tüm dünyada ve ülkemizde çok yaygın görülüyor. Öyle ki çocukların yaklaşık yüzde 10-30’unda alerjik nezle, yüzde 8-12’sinde astım, yüzde 10-15’inde atopik dermatit ve yüzde 8-10’unda göz alerjisi mevcut. Ülkemizde her yıl en  az  100 bin çocuğa  alerjik hastalıklardan birinin tanısı konuluyor.  Bu hastalıkların birlikte  görülme  sıklığının yüzde 30 olduğu belirtiliyor. Bu rakam, ülkemizde yaklaşık her 3 çocuktan birinde alerjik bir hastalık olduğuna işaret ediyor.

Belirtiler etkilenen bölgeye göre değişiyor!

Bahar alerjisinin belirtileri vücudun etkilenen bölgesine göre farklılık gösteriyor. Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bahar alerjisinin sinyallerini, “Alerjik nezlede; burun akıntısı, sık sık hapşırmak, burun tıkanıklığı,  burun ve  boğaz  kaşıntısı; göz  alerjisinde gözlerde  kızarıklık, kaşınma,  sulanma ve ışıktan rahatsız olma; astımda hırıltı, uzun süreli öksürük, nefes  darlığı,  göğüste  sıkışma  hissi; atopik  dermatitte uzun  süren şiddetli  kaşıntı ve  kuruluk” olarak özetliyor.

Bahar alerjisine karşı 7 etkili önlem!

Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, çocuklarda bahar alerjisine karşı almanız gereken önlemleri şöyle özetliyor:

  • Polen mevsiminde, günün erken saatlerinde evinizin pencerelerini kapalı tutun.
  • Polenlerin en yoğun olduğu sabah 06:00 – 10:00 saatleri arasında ve rüzgarlı havalarda çocuğunuzu dışarı çıkarmayın.
  • Dışarı çıkarken polenlere doğrudan maruz kalmaması için çocuğunuza şapka ve güneş gözlüğü takın.
  • Eve gelince yüzünü ve ellerini mutlaka yıkayın.
  • Kıyafetlerini eve gelir gelmez çıkarın.
  • Kıyafetlerini, çarşaflarını ve havlularını yıkadıktan sonra dışarıda asla kurutmayın.
  • Evinizi sık sık Hepa filtresi olan vakumlu  bir  süpürgeyle temizleyin.

 Tedavi çocuğun yakınmalarına yönelik düzenleniyor

Bahar alerjisinde, zamanında doğru tanı konulması  ve doğru tedaviye başlanması büyük bir önem taşıyor. Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bahar  alerjisinde yaşam alışkanlıklarında alınacak olan tedbirlerin  yanı sıra hastalığın  en çok  etkilediği  bölgeye özel  tedaviler  uygulandığına işaret ederek, “Göz  alerjilerinde göz  damlaları ve  antihistaminik ilaçlar;  burun  alerjilerinde kortikosteroid içeren   spreyler ve damlalar; astımda solunum  yoluyla  verilen ilaçlar ve  atopik  dermatitte deriden uygulanan ilaçlar faydalı olmaktadır” diyor.

“Çocuğum iyileşti” düşüncesiyle ilaçlarını bırakmayın!

Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bahar alerjisinde tedavinin genellikle yıllarca sürdüğüne işaret ederek, “Tedavi  sürecinde  zaman  zaman  ilaçlar azaltılabilir veya ara verilmesine karar verilebilir. Tedavisi  uzun  süren hastalıklar olduğu için ilaçların ve  tedbirlerin ebeveynler tarafından aksatılmaması son derece önem taşımaktadır. Dolayısıyla çocukta belirtiler ortadan  kalkınca  ebeveynler ‘çocuğum iyileşti’ düşüncesiyle tedaviyi asla yarıda bırakmamalıdır. Bu  durumda  belirtilerin tekrar  ortaya  çıkması ve  her şeye  yeniden başlanması yaygın görülen bir sorundur” diye konuşuyor. 

Ramazanda tok tutacak besinler!

Ramazan’da şekerli tatlıları soframızdan eksik etmiyor, hamurlu gıdalara yöneliyor, mis gibi kokan pideye karşı koyamıyoruz…  Oysa bu besinler kan şekerimizi hızla düşürüp açlık krizlerine neden olabiliyor. Ayrıca halsizlik ve baş ağrısı gibi etkileri de enerjimizi gün boyu düşürebiliyor. Aslında bazı besinler mide boşalmasını geciktirerek ve iştah düzenleyici mekanizmaları destekleyerek daha uzun süre tok kalmamıza yardımcı olabiliyor. Dolayısıyla sahurda doğru besinleri seçerek gün içinde açlık krizlerini önleyebilir ve enerjinizi daha fazla koruyabilirsiniz. Acıbadem International Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, oruç tutarken tok kalmanıza yardımcı olan 8 güçlü besini ve nasıl tüketmeniz gerektiğini anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz

Yumurta: Yüksek kaliteli protein içeriğiyle tokluk süresini uzatın

Yumurta, içeriğindeki yüksek kaliteli protein sayesinde mideyi geç terk ediyor ve uzun süreli tokluk sağlıyor. Aynı zamanda kas kaybını önleyerek metabolizmayı destekliyor ve gün içinde enerji seviyenizi korumanıza yardımcı oluyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, yumurtayı sahurda haşlanmış, omlet veya menemen şeklinde tüketebileceğinizi belirterek, “Yanında tam tahıllı ekmek, avokado veya sebzelerle birlikte dengeli bir öğün oluşturabilirsiniz. Ancak, kolesterol seviyelerini dengelemek için yumurtayı günde 1-2 adetten fazla tüketmeyin” diyor.

Yulaf ezmesi: Zengin lif içeriğiyle kan şekerini dengeliyor

Yulaf ezmesi, yüksek lif içeriği sayesinde mide boşalmasını geciktirerek uzun süre tok kalmanıza destek veriyor. Sindirimi yavaşlatan yapısı sayesinde kan şekerini dengede tutuyor ve açlık krizlerini önlüyor. Sahurda süt veya yoğurt ile tüketebilir; üzerine tarçın ekleyerek kan şekerinin ani yükselmesini önleyebilirsiniz. Ancak, fazla tüketimi bağırsaklarda gaz ve şişkinlik gibi sorunlara yol açabildiği için yulaf ezmesini ölçülü tüketmenizde fayda var.

Avokado: sağlıklı yağlar sayesinde tokluk süresini uzatıyor

Avokado, içerdiği tekli doymamış yağlar sayesinde sindirimi yavaşlatarak gün boyunca süren bir tokluk hissi sağlıyor. Aynı zamanda beyin fonksiyonlarını destekleyerek gün içinde enerjinizi dengede tutuyor. Sahurda tam tahıllı ekmek üzerine ezilmiş olarak ya da salatalara dilimlenmiş halde ekleyerek tüketebilirsiniz. Ancak, kalorisi yüksek bir besin olduğu için günlük tüketimi yarım adet avokado olarak sınırlamaya dikkat edin.

Badem ve ceviz: Sağlıklı yağ ve protein kaynaklarıyla açlık krizlerini önlüyor

Badem ile ceviz, sağlıklı yağ ve protein içerikleri sayesinde mideyi geç terk ediyor ve tokluk süresini uzatıyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, badem ile cevizin aynı zamanda kan şekerinin dengelenmesine yardımcı olarak ani açlık krizlerini önlediklerini vurgulayarak, “Ancak yüksek kalori içerikleri  nedeniyle tüketiminde aşırıya kaçmayın, aksi takdirde kilo kontrolünüz zorlaşabiliyor. Sahurda 10-15 adet badem veya 2-3 tam ceviz tüketmeniz ideal bir tercihtir” diye konuşuyor.

Yoğurt ve kefir: Bağırsak dostu probiyotiklerle sindirimi destekleyin

Probiyotik  içeriği sayesinde bağırsak sağlığını destekleyen yoğurt ve kefir, sindirimi düzenleyerek tokluk süresini uzatıyor. Özellikle protein içeriği yüksek olan süzme yoğurt kan şekerini dengeleyerek açlık krizlerini önlüyor. Sahurda tek başına veya yulaf, chia tohumu gibi besinlerle birlikte tüketebilirsiniz. Ancak, şekerli yoğurtlardan kaçınmalı ve sade olanlarını tercih etmelisiniz.

Tam tahıllı ekmek: Pideye göre daha uzun süre tok tutuyor

Beyaz ekmek ve pideye kıyasla daha fazla lif içeren tam tahıllı ekmek, mideyi geç terk ederek gün boyu süren bir tokluk hissi sağlıyor. Tam tahıllı ekmeğin aynı zamanda kan şekerinin ani dalgalanmalarını önleyerek açlık hissini kontrol altına aldığını belirten Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, “Sahurda yumurta, peynir veya avokado ile birlikte tüketebilirsiniz. Ancak fazla tüketimi gereksiz kalori alımına yol açabileceğinden tam tahıllı ekmeği 1-2 dilimle sınırlandırmaya dikkat edin” diyor.

Kuru baklagiller: Yüksek lif ve protein içeriğiyle uzun süre doygunluk sağlıyor

Mercimek, nohut ve fasulye gibi kuru baklagiller, yüksek lif ve protein içerikleri sayesinde sindirimi yavaşlatarak uzun süreli tokluk hissi sağlıyorlar. Aynı zamanda bağırsak sağlığını destekleyerek sindirimi düzenliyor ve gün boyu enerjinizi korumanıza yardımcı oluyorlar.  Kuru baklagilleri sahurda çorba ya da salata içinde tüketebilirsiniz.  Ancak gaz yapıcı etkileri nedeniyle aşırı tüketmemeye dikkat edin.

Chia tohumu: Jel kıvamına gelerek tok hissetmenizi sağlıyor

Chia tohumu sıvıyla birleşerek jel kıvamına geliyor ve mideyi doldurarak uzun süre tok hissetmenizi sağlıyor. İçeriğindeki lifler bağırsak sağlığını desteklerken, omega-3 yağ asitleri de enerji seviyesini dengede tutuyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, “Chia tohumunu, sahurda yoğurt veya sütle karıştırarak tüketebilirsiniz. Ancak yeterli sıvıyla tüketmeye dikkat edin, aksi halde şişkinlik yapabiliyor. Dengeli bir diyet içinde küçük porsiyonlar halinde tüketmeniz en iyi sonucu verecektir” diyor.

Ramazan’da tok kalmanın 3 altın kuralı!

Yavaş yemek: Sindirimi kolaylaştırıyor, daha uzun süre tok hissetmenizi sağlıyor.

Protein + lif kombinasyonu: Daha uzun süreli tokluk sağlıyor, kan şekerini dengede tutuyor.

Su tüketimi: İftardan sahura kadar tüketeceğiniz bolca su açlık hissinin giderilmesine destek oluyor.

Çocuklarda kısa boyun tek nedeni ‘genler’ değil!

Çocuklarda boy uzaması doğumdan itibaren başlıyor ve ergenlik sonuna kadar devam ediyor. Bebeklik ve ergenlik çağı en hızlı büyüme dönemlerini oluşturuyor. Çocuğun boyunun; yaşına, cinsiyetine ve toplumdaki ortalama değerlere göre belirgin kısa olması “boy kısalığı” olarak tanımlanıyor. Ülkemizde her 100 kişiden 5-10’unda boy kısalığı tespit ediliyor. Acıbadem International Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Aliye Sevil Sarıkaya, boy kısalığında altta yatan etken ne olursa olsun, çocuğun tedaviden yarar görebilmesi için hekime erken dönemde başvurulması gerektiğine dikkat çekerek, “Ergenlik tamamlanınca büyüme plaklarının kapanmasıyla birlikte büyüme durur ve çocuk erişkin boyuna ulaşmış olur. Dolayısıyla, tedavinin ergenlik tamamlanmadan, bir başka deyişle büyüme kıkırdakları kapanmadan uygulanması gerekir. Aksi takdirde, hiçbir yöntemle boyu uzatmak mümkün olamaz. Bu nedenle, yapılan düzenli boy ölçümlerinde büyüme eğrilerinde sapma tespit edildiyse, çocuğun aynı yaş ve cinsiyetteki arkadaşları arasında boy farkı giderek artıyorsa, hekime gecikmeden başvurmak çok önemlidir. Toplum olarak boy kısalığıyla ilgili doğru bilgiye sahip olmalı ve bu konuda farkındalık yaratmalıyız. Her çocuğun sağlıklı büyüme hakkı vardır. Bunu sağlamak için hep birlikte doğru bilgilere dayalı adımlar atmalıyız” diyor. Erken dönemde başlanan tedavide günümüzde oldukça başarılı sonuçlar elde edildiğine işaret eden Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Aliye Sevil Sarıkaya, çocuklarda boy kısalığına yol açan 6 etkeni anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Dr. Aliye Sevil Sarıkaya

Dr. Aliye Sevil Sarıkaya

Ailevi boy kısalığı

Eğer ailede bir veya daha fazla kişi kısa boylu ise büyüme hormonu normal olsa bile çocuğun genetik yapıdan kaynaklı kısa boylu olma ihtimali yükseliyor. Genetik olarak beklenen hedef boy, anne ve baba boyuna göre hesaplanıyor. Ancak, çocuk anne ve babadan başka diğer aile fertlerine de benzemiş olabiliyor.

Yapısal büyüme geriliği 

Yapısal büyüme geriliği; çocukluk döneminde büyümenin yaşıtlarına göre geri olduğu ve ilerleyen yaşlarda normale döndüğü geçici bir durum olarak tanımlanıyor. Bu çocuklarda genellikle ergenlik döneminin de geciktiğini belirten Dr. Aliye Sevil Sarıkaya, “Ancak bu çocuklar ergenlik sonunda beklenen boy uzunluğuna ulaşabilirler. Bazı çocuklar yaşıtlarına göre yavaş büyüyebilir ve ergenlik döneminde bu farkı kapatabilirler” diyor.

Hormonal nedenler

Büyüme hormonu ve tiroit hormonlarının eksikliği çocuklarda boy kısalığının en önemli hormonal nedenlerini oluşturuyor.  Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Aliye Sevil Sarıkaya,  hipofizden salgılanan büyüme hormonunun doğrudan kemik ve kas gelişimini desteklediğini belirterek, sözlerine şöyle devam ediyor: “Büyüme hormonunun eksikliği çocuklukta büyüme geriliğine ve ciddi boy kısalığına yol açabilir. Eksikliği doğumsal nedenlerle olabileceği gibi; travma, ışın tedavisi, tümör ve menenjit gibi geçirilmiş hastalıklardan da kaynaklanabilir. Ayrıca hipofizden salgılanan ve tiroit uyarıcı hormon olan (TSH), böbrek üstü bezini uyararak kortizol üretimini sağlayan adrenokortikotropik hormon (ACTH), ergenlikte büyümenin hızlanmasını destekleyen ve cinsiyet hormonlarını düzenleyen LH ile FSH eksikliği de çocukluk çağında boy uzamasını olumsuz yönde etkileyebilir”

Sistemik hastalıklar

Astım gibi kronik solunum yolu hastalıkları, çölyak, kronik böbrek hastalıkları, kalp hastalıkları, kronik anemi, inflamatuar bağırsak hastalıkları ve malabsorbsiyon sendromları olarak adlandırılan besinlerin yeterince emilememesi durumları gibi uzun süreli hastalıklar da çocuklarda boy uzamasını önleyebiliyor. Bunun nedeni ise bu hastalıkların vücudun büyümesi için gerekli olan besinler ile enerjiyi kullanmasını zorlaştırarak çocuğun genel sağlık durumunu olumsuz yönde etkilemesi.

Psikososyal nedenler

Aile içindeki stresli ortam veya duygusal ihmal, kötü yaşam koşulları, travmalar ve anksiyete gibi psikolojik etkenler de çocuklarda büyüme hormonunu baskılayarak boy uzamasını olumsuz yönde etkileyebiliyor.

Yetersiz ve dengesiz beslenme

Çocuğun sağlıklı büyümesi ve gelişmesi için yeterli ve dengeli beslenerek vücudunun ihtiyaç duyduğu tüm besin öğelerini alması gerekiyor. Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Aliye Sevil Sarıkaya, yeterli ve dengeli beslenmenin proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitaminler ile minerallerden zengin bir diyetle sağlandığını belirterek, “Dengeli beslenme her besin grubunu yeterince tüketerek ve işlenmiş gıdalardan kaçınarak mümkündür. Örneğin, protein alımı vücudun büyümesi ve onarımı için önemlidir. Vitaminler ve mineraller bağışıklık sistemini desteklerken, karbonhidratlar ve yağlar da enerji sağlar” diyor.

Düzenli boy ölçümü çok önemli!

Bebeklik (0-2 yaş) ve ergenlik dönemi en hızlı büyüme dönemini oluşturuyor. Zamanında doğan bir bebeğin ortalama boyu 50 cm kadar oluyor ve 0-1 yaş arasında yaklaşık 25 cm, 1-2 yaş arasında 10-12 cm, 2 yaşından sonra ergenlik dönemine kadar yılda 5-6 cm uzuyor. Ergenlikte ise boyda uzama hızlanıyor ve kızlarda yılda 8-10 cm, erkeklerde de 10-12 cm uzama gözleniyor.  Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Aliye Sevil Sarıkaya, düzenli boy ölçümleri yapılarak büyüme eğrilerindeki sapmaları erken fark etmenin tedaviden etkin sonuç alınabilmesinde kritik bir öneme sahip olduğunu vurgulayarak, “Çocuklarda boy ölçümü; ilk 6 ay ayda bir, 6-24 ay arasında 3 ayda bir, 2-6 yaş arasında 6 ayda bir, 6-12 yaş arasında yılda bir olmalıdır. Büyüme geriliği şüphesinde ölçüm 3-6 ayda bir yapılmalıdır.  Boy büyümesinden endişelenildiği durumlarda gecikmeden pediatrik endokrinoloji uzmanına başvurulması tedaviden başarılı sonuç alınması için çok önemlidir” bilgisini veriyor.

Boyunun ideal ölçülerde uzaması için 5 önemli öneri!

  • Bebeklik döneminden itibaren çocuğunuzun boyunu düzenli aralıklarla ölçün ve gerektiğinde zaman kaybetmeden hekime başvurun.
  • Yeterli ve dengeli beslenmesi büyük bir öneme sahip. Bu nedenle, aşağıdaki besinleri düzenli olarak tükettiğinden emin olun.

Hayvansal proteinler: Et, tavuk, balık, yumurta, süt, yoğurt, peynir

Bitkisel proteinler: Mercimek, nohut ve fasulye gibi kuru baklagiller, badem ceviz ile fındık gibi kuru yemişler

Karbonhidratlar: Tahıllar, bulgur, yulaf, tam buğday ekmeği

Mineral Kaynakları: Kalsiyum, süt, yoğurt, peynir, yeşil yapraklı sebzeler

  • Düzenli fiziksel aktivite alışkanlığı edinmesini sağlayın. Sürekli sıçrama ve uzanma hareketlerinin yapıldığı basketbol ve voleybol sporunun yanı sıra yüzme, ip atlama, yoga, pilates ve koşu boy uzamasını olumlu yönde etkiliyor.
  • Büyüme hormonu özellikle derin uyuma evresinde salgılandığı için çocuğunuzun yeterli ve kaliteli uyumasını sağlayın.
  • Stres de boy uzamasını olumsuz etkileyen faktörlerden. Dolayısıyla aile içinde sevgi dolu, huzurlu ve güvenli bir ortam sağlamanız son derece önemli.

Tedavi altta yatan nedene göre planlanıyor

Boy kısalıklarının tedavisi altta yatan sebebe göre planlanıyor. Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Aliye Sevil Sarıkaya, tedaviye erken başlanmasının çocuklarda büyüme potansiyelini artırdığını vurgulayarak, tedavide nasıl bir yol izlendiğini şöyle özetliyor: “Örneğin, tiroit hormonu yeterli salgılanmıyorsa hormon replasman tedavisine başlanır. Yaşamın ilk 3 yılında, büyüme geriliğinin yanı sıra beyin gelişimi üzerinde de etkisi olduğundan, tiroit hormonu eksikliğinde erken tanı için doğumdan sonra bebekten alınan topuk kanı büyük önem taşır. Büyüme hormonunun eksikliğinde sentetik büyüme hormonu cilt altına enjeksiyonla verilir. Büyüme hormonu eksikliği olan çocuklar tedaviye genellikle daha iyi yanıt verirler ve büyüme hızları belirgin olarak artar. Boy kısalığı çölyak hastalığına bağlı gelişmişse glutensiz gıdalarla diyet hazırlanır. Erken tanı ile zamanında başlanan tedavi çocuğun gelişim sürecinin desteklenmesini sağlar.”

Dikkat! Erkeklerde sperm sayısı son 50 yılda yüzde 50 azaldı!

Son yıllarda erkek infertilitesi, yani erkeğe bağlı kısırlık dünya genelinde artış gösteren bir sağlık sorunu olarak dikkat çekiyor. Öyle ki her 100 çiftten 17’sini etkileyen infertilitenin yaklaşık yüzde 40-50’sinde erkek faktörü önemli bir rol oynuyor. Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan araştırmalara göre; her 6 erkekten 1’i yaşamı boyunca infertilite sorunu yaşıyor.  Sperm sayısının ve kalitesinin düşmesi ise infertilitede önemli bir yer tutuyor!  Üstelik, son 50 yılda, dünya genelinde sperm sayısında ve kalitesinde kayda değer bir düşüş yaşanıyor. Bu konuda yapılan çalışmaların değerlendirildiği 2023 yılında, birden fazla bilimsel çalışmaların sonucunu birleştiren istatiksel analize göre; sperm  sayısı  1973 yılında mililitrede ortalama 100 milyon iken 2018’de mililitrede 50 milyona düşmüş. Bu rakamlar spermlerin yüzde 50 gibi yüksek bir oranda azaldığını ortaya koyuyor!  Acıbadem International Hastanesi Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman, günümüzde çevresel etkenlerin ve yaşam tarzı değişikliklerinin bu artışta belirleyici bir rol oynadığına dikkat çekerek, “Üstelik sperm sağlığını tehdit eden alışkanlıklar günümüzde gittikçe artmaktadır. Dolayısıyla infertilite problemi yaşayan erkeklerde öncelikle yaşam alışkanlıklarının gözden geçirilmesi büyük önem taşımaktadır. Sorunu çözmeye yönelik adımlarla sperm kalitesini ve sayısını artırmak mümkün olabilmektedir” diyor.

Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman

Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman

SPERMLERİ OLUMSUZ ETKİLEYEN 3 ÖNEMLİ NEDEN!

Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman, erkeklerde sperm sayısı ile kalitesini etkileyen üç önemli faktörü şöyle özetliyor:

Çevresel faktörler

Plastiklerde ve kişisel bakım ürünlerinde bulunan bisfenol A (BPA) ve ftalaitler gibi hormonal sistemlere zarar verebilen kimyasallara maruz kalmak erkek üreme sağlığını olumsuz etkileyebiliyor. Ayrıca kurşun, kadmiyum ile cıva gibi ağır metaller, tarım ilaçları ve endüstriyel kimyasal atıklar gibi çevresel kirleticilere maruz kalmak da sperm hareketliliğinde, yapısında ve sayısında sorun oluşturabiliyor. Bu faktörler oksidatif strese yol açarak spermde DNA hasarına  ve bunun sonucunda infertiliteye sebep olabiliyor.  Bunların yanı sıra artan hava kirliliği de serbest radikal üretimini artırarak spermlerde DNA hasarına yol açabiliyor.

Yaşam tarzı faktörleri

Sigara ve düzenli alkol tüketimi sperm kalitesinin düşmesine neden olabiliyor. Testosteron takviyeleri de dahil olmak üzere belirli ilaçların kullanımı da geçici veya kalıcı kısırlık oluşturabiliyor. Bunların yanı sıra hazır yemek tüketimi, paketli gıdalar, yüksek şekerli diyetler ile obezite hormonal dengesizliklere ve sperm kalitesinde düşüşe yol açabiliyor.

Radyasyon ve elektromanyetik elementler

Elektronik cihazlardan kaynaklanan radyasyona ve elektromanyetik alanlara maruz kalmak oksidatif strese, yani sperm DNA’sında meydana gelen oksitlenmeye ve DNA hasarına neden olarak sperm kalitesini olumsuz etkileyebiliyor.

SPERM KALİTESİNİ VE SAYISINI ARTIRAN 8 ÖNEMLİ ÖNERİ

Çevresel faktörler, yaşam alışkanlıkları ile radyasyon ve elektromanyetik elementler sperm sayısı ile kalitesini tehdit eden faktörler. Ancak alınacak önlemlerle erkeklerde üreme sağlığını olumsuz etkileyen bu etkenlerden korunmak mümkün. Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman, sperm sayısını ve kalitesini artıran 8 önemli öneriyi şöyle özetliyor:

Akdeniz tipi beslenin

 Antioksidanlar, vitaminler ve minerallerden zengin dengeli bir beslenme alışkanlığı edinmek sperm parametrelerini iyileştirebiliyor. Yapılan çalışmalarda; bol miktarda meyve, sebze, tam tahıllar ve sağlıklı yağlar içeren Akdeniz diyeti gibi beslenme alışkanlıkları daha iyi sperm kalitesiyle ilişkilendirilmiş.

Çevresel toksin seviyelerini azaltın

Plastikleştiren ürünlere, plastiklere, kimyasallara ve endokrin bozan etkenlere maruziyeti azaltmak sperm kalitesini korumaya yardımcı olabiliyor. Bu nedenle paketli gıdalardan uzak durmanız ve organik tarım ürünlerine öncelik vermeniz fayda sağlayabiliyor.

İdeal kilonuzu koruyun

Obezitede artan yağ dokusu nedeniyle vücut ısısı ve hormonal denge bozuluyor, testislerdeki ısı artıyor, sperm yapımında etkili olan testosteron düzeyi azalıyor ve testosteron ile östrojen dengesi bozuluyor. Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman, bu faktörlerin de sperm sayısının ve hareketliliğinin azalmasına yol açabildiğine işaret ederken, üreme sağlığı için sağlıklı bir kiloyu korumanızın çok önemli olduğunu belirtiyor.

Düzenli egzersiz yapın 

Düzenli fiziksel aktivitede bulunmak genel sağlığı iyileştirerek ve oksidatif stresi, yani sperm DNA’sında meydana gelen oksitlenmeyi azaltarak, sperm kalitesini artırabiliyor. Ancak dikkat! Aşırı egzersiz, halter gibi ağırlık kaldırma egzersizleri özellikle varikoseli olan kişilerde hastalığın ilerlemesine yol açması nedeniyle olumsuz etkilere sahip olabiliyor.

Sigara ve alkolü bırakın!

Sigara ile aşırı alkol tüketimi oksidatif stresi artırıyor ve spermin hareketliliğinin yanı sıra kalitesini de olumsuz etkiliyor. Sigarayı bırakmak ve alkol alımını azaltmak, sperm üretimi ile kalitesinde artış sağlayabiliyor.

Laptopunuzu kucağınızda kullanmayın

Günümüzde evden çalışma sisteminin artmasına paralel olarak laptopun kucakta kullanımı da artış gösteriyor. Ancak laptopun uzun süre kucakta kalması cihazın çalışırken ürettiği ısı sebebiyle testislerde sıcaklık artışına yol açarak sperm üretimini olumsuz etkiliyor ve sperm sayısında azalmaya neden olabiliyor. Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Ramazan Yavuz Akman, “Laptopu dizüstü yerine masa gibi düz bir yüzeyde kullanmak sperm sağlığını koruma açısından son derece önemlidir” diyor.

Yüksek sıcaklıktaki ortamlarda bulunmayın

Sıcak küvet banyoları ve sauna gibi sıcak ortamlara uzun süre maruz kalmak sperm üretimini bozabiliyor.

Stresten kaçının

Çağımızın önemli bir sorunu olan kronik stres hormonal dengeyi ve sperm üretimini olumsuz etkileyebiliyor. Bu nedenle, stresli durumlardan mümkün olduğunca kaçının ve ihtiyaç halinde psikolojik danışmanlık veya farkındalık gibi stres yönetimi tekniklerinden faydalanın.

Kış aylarında astım atakları artıyor, çünkü…

Astım dünyada ve ülkemizde çocuklarda en sık görülen kronik hastalıklardan biri. Dünyada her yıl milyonlarca çocuğa astım tanısı konuluyor. Ülkemizde de okul çağındaki her 7 çocuktan 1’inde astım görüldüğü belirtiliyor. Kış aylarında soğuk hava, grip gibi viral enfeksiyonlar, hava kirliliği ile kapalı ortamlarda artan hayvan tüyü, toz ve küf gibi alerjenler astımı tetikliyor. Bu nedenle, kış aylarında okul çağındaki çocuklarda daha yaygın görülen astım tedavi edilmediğinde veya kontrol altına alınamadığında çocuğun fiziksel aktivitelerini kısıtlayabiliyor ve okul performansını olumsuz etkileyebiliyor. Ayrıca sürekli tedavi gerektiren durumlarda psikolojik sorunlara da neden olabiliyor. Çocuklarda okul kaybı ve hastane yatışlarının önemli bir sebebi olan astımın belirtileri ise tedaviyle kaybolabiliyor. Ancak,  bu durum tüm çocuklar için geçerli olmuyor, hastalık kontrol edilmezse yaşam boyu sürebiliyor.  Acıbadem International Hastanesi Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, astımın kontrol altına alınmasında hekim, ebeveyn ile çocuğun işbirliği ve düzenli yapılan takiplerin büyük bir öneme sahip olduğuna dikkat çekerek, “Doğru tedaviyle çocuklar yaşıtları gibi sosyal aktivitelere katılabilir ve okul hayatına sorunsuz devam edebilirler. Anne babaların dikkat etmeleri gereken en önemli nokta ise çocuk biraz  düzelince ‘iyileşti’ düşüncesiyle hemen ilaçları bırakmamak olmalı. Aksi halde hastalık ilerleyip kalıcı bir iz bırakabilir” diyor.

Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya

Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya

Çocuklarda astımın 4 önemli sinyali!

Astım, solunum yollarının kronik bir şekilde yüzeysel olarak iltihaplanması sonucu daralması ve aşırı duyarlılık göstermesiyle ortaya çıkan bir solunum hastalığı. Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, solunum yolunda enfeksiyon gibi çeşitli sebeplerle tahriş oluştuğunda gelişen belirtileri şöyle özetliyor:

  • Düzelmeyen öksürük
  • Sık sık nefes alma veya nefes alırken zorlanma
  • Hırıltılı solunum (vizing)
  • Efor sırasında ( özellikle koşarken veya spor yaparken) nefes almakta güçlük çekme veya hırıltı oluşması

Atakları önlemek için bu kurallara dikkat!

Çocuklarda astım; atopi (yani doğuştan yatkınlık), alerjenlere yoğun maruz kalma (ev tozu akarları, polenler, küf), evde sigara içilmesi, hava kirliliği ve sık geçirilen solunum yolu enfeksiyonları gibi etkenler nedeniyle oluşuyor. Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, astım ataklarının önlemesinde çocuğun ilaçlarını düzenli kullanmasının, sigara dumanından uzak kalmasının, okul ortamında ve servislerde toz ile hayvan tüyü gibi ortamlardan kaçınmasının ve kokulardan uzak kalmasının büyük bir önem taşıdığını söylüyor.

Okul yönetimini mutlaka bilgilendirin!

Hafif astımı olan çocuklar dahi bazen çok ağır astım atakları yaşayabiliyorlar. Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bu nedenle öğretmenlerin ve okul  yönetiminin  mutlaka bilgilendirilmesi gerektiğine işaret ederek, “Bu sayede okul yönetimi çocuğun sağlık durumu için acil müdahale gerektiğinde hazırlıklı olur ve doğru müdahalede bulunur. Ayrıca çocuğun tetikleyici ortamlardan kaçınabilmesi sağlanabilir. Bunların yanı sıra  çocuğa, örneğin spor derslerindeki aktivitelerin düzenlenmesi gibi özel düzenlemeler yapabilir” diyor.

Yaşına uygun olarak eğitim şart!

Okulda oluşabilecek astımla ilgili sorunları öneyebilmek için çocuğa, yaşına uygun olarak, astım hastalığı ve ilaçları hakkında bilgi vermenin son derece önemli olduğunu vurgulayan Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, “Çocuğa astım atağı geçirirse ne yapması gerektiği ve ilaçların doğru kullanımı mutlaka anlatılmalıdır. Bu bilgiler kendine olan güvenini artırır ve acil durumlarda paniğe kapılmasını önler” diye konuşuyor.

“Çocuğum iyileşti” düşüncesiyle ilacı asla bırakmayın!

Okul çağındaki çocuklarda gelişen astımın tedavisinde, her yıl grip aşısı dahil olmak üzere, genel koruyucu önlemlerin alınması büyük bir önem taşıyor. Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, tedavinin çocuğun yaşı ve hastalığın seyri gibi etkenlere bağlı olarak planlandığını vurgulayarak, “Astımı uzun vadede kontrol altına almak için ‘kontrol edici’ ilaçlara başvurulmaktadır. Ayrıca atak sırasında semptomları hafifletmek amacıyla hızlı etki gösteren ilaçlar verilmektedir. Tedaviden etkin sonuç alınabilmesi için ilaçların doğru şekilde ve zamanında kullanılması, çocuğun hastalığı konusunda eğitilmesi, düzenli olarak doktor kontrolünden geçmesi ve tetikleyici faktörlerden uzak durması gerekmektedir. Doktorun önerilerine uyulması çok önemlidir. Örneğin, çocuk biraz  düzelince, anne babalar ‘çocuğum iyileşti’ düşüncesiyle ilaçları asla bırakmamalıdır. Aksi halde hastalık ilerleyip kalıcı bir iz bırakabilir” diyor.

‘Eyvah, ölümcül bir hastalığa yakalandım’ diyorsanız, dikkat! 

Vücudunuzda oluşan hafif bir ağrıda bile ciddi bir hastalığa yakalandığınız kaygısına kapılıyor musunuz? Tüm dikkatinizi sürekli bedeninize yöneltiyor, sık sık ellerinizle nabzınızı veya kalp atışlarınızı kontrol ediyor musunuz? Doktorlar yaşadığınız sorunun basit bir hastalıktan veya anksiyeteden kaynaklandığını belirtmelerine rağmen ikna olmuyor, tanıda yanlışlık olabileceği şüphesiyle sık sık doktor ve hastane değiştiriyor musunuz? Kendinizi sürekli internette hastalık belirtilerini araştırırken buluyor musunuz? Hastalık bulaşacağı endişesiyle sosyal hayattan uzaklaştınız mı? Bu sorunlar size tanıdık geliyorsa, dikkat! Sebebi, Covid-19 ve maymun çiçeği virüsü (MPOX) gibi salgınlar nedeniyle görülme sıklığı son yıllarda giderek artış gösteren hipokondriyasiz, halk arasındaki adıyla “hastalık hastalığı” olabilir!

Hipokondriyazis, kişinin ciddi bir hastalığa sahip olduğuna dair aşırı ve gerçek dışı endişe yaşadığı bir anksiyete bozukluğu olarak tanımlanıyor.  Genellikle genç yetişkinlik dönemi olan 20-30’lu yaşlarda başlayan hipokondriyazis ülkemizde her 100 kişiden 5’ini etkileyen bir hastalık. Acıbadem International Hastanesi Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi, hipokondriyazis hastalığında kişilerin en hafif bedensel belirtileri bile önemli bir hastalığın işareti olarak algıladıklarına dikkat çekerek, “Hastalar ciddi bir sağlık problemleri olduğunu veya olabileceğini düşünerek yoğun bir korku ve kaygı yaşıyorlar. Bu kaygı hastaların sürekli doktor ziyaretlerine ve gereksiz tıbbi testler yaptırmalarına yol açabiliyor. Kaygının en yaygın ifade edilme şekli ise sürekli olarak tekrar eden ve ikna olunamayan sağlık şikayetleri oluyor. Hastalar ‘Kesin doktorların bile bulamadıkları ve adını koyamadıkları ciddi bir rahatsızlığım var’ diye düşünüyorlar. Bazı hastalarda ise tam aksine doktor muayenesinden kaçınma sorunları yaşanabiliyor” diyor.  Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi, kişinin iş, sosyal ve aile yaşantısında önemli sorunlara neden olabilen hipokondriyazis hastalığının aslında psikoterapi ve ihtiyaç halinde ilaçlar ile tedavi edilebildiğini vurguluyor.

Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi

Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi

Nefes alamıyorum, acaba kalp krizi mi geçiriyorum?

Kişinin geçmişinde, kendisinde veya yakın çevresinde ciddi bir hastalık öyküsünün bulunması, hipokondriyazis hastalığında en yaygın görülen nedeni oluşturuyor. Ayrıca  ciddi semptomlu hastalıklar geçiren hastalara bakım vermek durumunda kalınması, hastalığın psikolojik veya fiziksel olarak bilinen zor taraflarına tanıklık edilmesi de hipokondriyazis oluşumunda önemli bir etken. Bunların yanı sıra bazı insanlar genetik olarak bedensel duyumlara karşı daha hassas olabiliyor. Tüm bu etkenler nedeniyle hastalar “Nefes alamıyorum acaba kalp krizi mi geçiriyorum?” “Başım ağrıyor, beynimde tümör mü var?” veya “Midem ağrıyor, kesin mide kanseri oldum” kaygılarıyla sık sık doktorlara başvuruyorlar.

İnternette sık sık hastalık belirtileri araştırıyorsanız, dikkat!

Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi, aşağıda yer alan belirtilerde mutlaka bir uzmana başvurulması gerektiğine dikkat çekiyor:

  • Vücuttaki olağan belirtileri (baş ağrısı, midede yanma vs) ciddi bir hastalık olarak yorumlamak. Örneğin, stresten kaynaklanan ve kısa sürede geçebilecek olan baş ağrısının beyin tümörü, felç veya kanser gibi ciddi hastalıkların sinyali olduğunu düşünerek kendine teşhis koymak.
  • Tekrarlayan şekilde tıbbi muayenelere ve testlere başvurmak, ancak sonuçlardan tatmin olmamak.
  • İnternette sık sık hastalık belirtilerini araştırmak.
  • Doktorların verdikleri “sağlıklı” raporlarına rağmen hâlâ hasta olduğuna inanmak. Ayrıca doktorların tanısında yanlışlık olabileceği şüphesiyle ikna olamamak ve sürekli doktor ile hastane değiştirmek.
  • Hastalık korkusuyla sosyal hayattan uzaklaşmak.

Tedavide psikoterapi çok önemli! 

Hipokondriyazis hastalığında, psikoterapi ve ihtiyaç halinde ilaç tedavisinden oldukça başarılı sonuçlar alınıyor. Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi, psikoterapinin bu hastalıkta en yaygın başvurulan yöntem olduğunu belirterek,  “Bilişsel Davranışçı Terapisi, hipokondriyazis tedavisinde en etkili yöntemlerden biridir.  Bu yöntemde kişinin olumsuz düşüncelerini ve hastalıklarla ilgili yanlış inançlarını değiştirmesi hedefleniyor. Vücut duyumlarını yanlış yorumlama eğilimini fark etmeye ve bu düşüncelere karşı sağlıklı bir yaklaşım geliştirmeye fayda sağlıyor. Ayrıca EMDR Terapisi (Göz Hareketleri ile duyarsızlaştırma ve yeniden işleme tekniği) ve farkındalık (mindfulness) ile gevşeme teknikleri de anksiyete yönetiminde yine etkili olan yöntemleri oluşturuyor. Hipokondriyazis tedavisinden bu yöntemlerle kurtulmak mümkün olabiliyor” diyor.

Hastalık kaygısıyla baş etmenin 5 etkili yolu!

Uzm. Klinik Psikolog Feyza Ağaç Çelebi, hipokondriyazis ile baş etmenin 5 etkili yolunu şöyle özetliyor:

  • Duygularınızı normalize etmeniz önemli. Bazen vücudumuzda ağrı ve sızlama gibi sorunlar gelişebiliyor. Ancak sorunlar mutlaka ciddi rahatsızlıklardan kaynaklanmıyor. Dolayısıyla bunu kendinize hatırlatmanız ve normalize etmeniz gerekiyor. Nefes egzersizleri, dikkati odaklama ve bedensel farkındalık pratikleri, kaygınızı yatıştırmada yardımcı olabiliyor.
  • Sadece internetten bulduğunuz bilgilerle kendinize teşhis koymaya çalışmayın. Mesela, hemen hemen her rahatsızlıkta genel bir kaygı gelişebiliyor. Ancak bu kaygılarımızın olması bizim bir psikotik rahatsızlığa (şizofreni, kişilik bozukluğu vs.) sahip olduğumuz anlamına gelmiyor. Dolayısıyla en sağlıklısı bir hekim muayenesinden geçmektir.
  • Kişisel günlük tutarak kaygılarınızın ne zaman tetiklendiğini ve hangi düşüncelerin tekrarlandığını fark edebilirsiniz.
  • Mindfulness tekniklerinden faydalanabilirsiniz. Bu yöntem, odak noktanızı değiştirebilmenizi ve anda kalabilmenizi sağlayabiliyor. Kendinizi çok kaygılı hissettiğinizde; göz, burun, kulak, dil ve deriden oluşan 5 duyu organınıza odaklanın. Dokunma, duyma, koku ile tat alma ve görme duyularınızı harekete geçirin. Mesela sahil kenarında yürüyüş yapmak, sevdiğiniz bir yemeği yemek, doğanın kokusuna eşlik edebileceğiniz yerlere gitmek, evcil hayvan sahiplenmek, sevdiklerinize sarılmak, sosyalleşmek gibi.
  • Tüm bunlara rağmen hastalık kaygısıyla başa çıkamadığınızı düşünüyorsanız, güvenilir bir uzmanla (psikolog, psikoterapist, psikiyatrist) düzenli aralıklarla görüşerek kaygılarınızı yönetmeniz, tekrarlayıcı sağlık kontrollerine başvurma isteğinizi azaltabiliyor.

Aşırı sıcaklarda epilepsi ataklarına karşı önlem!

Yazın sıcak havalarla birlikte vücutta oluşan tuz ile su kaybı, uyku bozuklukları ve terleme gibi sorunlar epilepsi hastalarını daha çok etkiliyor. Yazın tetiklenen nöbetler bir dizi kontrolsüz hareket ve bilinç kaybı şeklinde yaşandığı için hasta ve hasta yakınlarında endişe yaratıyor. Oysa ki epilepsi tanısı konulan hastaların yarısından fazlasında bu nöbetler tek bir ilaçla kontrol altına alınabiliyor. Ülkemizde nüfusun yüzde 1’inde epilepsi görüldüğünü belirten Acıbadem International Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Haluk Caneroğlu, “Çok sıcak havalar fazla terlemeye, terleme de tuz ve sıvı kaybına neden olduğu için vücutta oluşan elektrolit bozukluğu nöbetleri tetikliyor. Bu nöbetleri azaltmak için dikkat edilmesi gereken en önemli nokta ise bol su içmektir. Ayrıca yeterli uyku, güneş ile aşırı sıcaktan kaçınma, alkolden uzak durma ve düzenli ilaç kullanımı gibi belli başlı önlemler de epilepsi nöbetlerini azaltmada etkili olmaktadır” diyor.

Dr. Haluk Caneroğlu

Dr. Haluk Caneroğlu

Tekrar eden nöbetler ile kendini gösteriyor

Epilepsi beyinden kaynaklanan ve tekrar eden nöbetlerle kendini gösteren bir hastalık olarak biliniyor. Sinir hücrelerinin normal işleyişini bozan ani ve aşırı bir elektrik deşarjı, kişinin davranışlarını, hatta bilincini de etkileyebilen nörolojik değişiklikler meydana getiriyor. Nöbetler; boş bakma, kasılma, kontrolsüz hareketler, bilinçte değişiklik ve anormal duyular gibi farklı şekillerde görülüyor. Tek bir nöbet geçirilmesi epilepsi hastalığı olduğu anlamına gelmiyor; epilepsi hastalığı birden fazla nöbet sonucu ortaya çıkıyor.

Hastaların yüzde 70’inde nöbet nedeni bilinmiyor

Epilepsi nöbetleri; hastanın bir anda dalgınlaşıp etrafında  olup bitenleri fark edemez hale gelmesi, belleğinde boşluklar olması, ritmik bir şekilde başını sallaması, hızlı bir şekilde gözlerini kırması, arka arkaya doğal gözükmeyen hareketler yapması, vücudunda tekrarlayan sıçramalar, uykudan uyanıp şuursuz hareketler yapması, nedensiz düşmesi, ani bir karın ağrısının arkasından uykulu veya aklı karışmış gözükmesi, yanık lastik kokusu gibi değişik kokular duyması, ağzında değişik tatların oluşması, nedeni olmadan ani korku, panik ve öfkelenme sorunu yaşaması şeklinde kendini gösteriyor. Epilepsi hastalarının yaklaşık yüzde 70’inde nöbetlerin neden kaynaklandığı bilinmiyor. Bilinen nedenler ise “Kalıtsal, doğum aşamasında sorunlar, beynin gelişimsel bozuklukları, beyin travmaları, enfeksiyonlar, elektrolit bozuklukları, zehirlenmeler, beyin tümörleri ve beyinde oluşan damarsal bozukluklar” olarak sıralanıyor.

Açlık, uykusuzluk ve stres nöbetleri tetikliyor!

Epileptik hastaların nöbetlerini tetikleyen faktörler arasında “ilaçları kullanmamak, uykusuz kalmak, açlık, stres, menstrüel dönem, aşırı alkol alımı ve ateş yer alıyor. Işığa duyarlı olan hastalarda; bilgisayar ve cep telefonları gibi cihazların aşırı ışığına maruziyet de epilepsi nöbetlerini tetikliyor. Epilepsi tanısı konulan hastaların yarısından fazlasında nöbetler tek bir ilaçla kontrol altına alınabiliyor veya şiddetliyse ikinci bir ilaç veriliyor. Dirençli vakalarda ameliyat seçeneği gündeme gelebiliyor.

Epilepsi nöbetlerine karşı 8 etkili önlem!

Epilepsi hastaları yaz mevsiminin getirdiği sorunlardan çok etkileniyor. Aşırı sıcaklar fazla terlemeye, terleme de tuz ve sıvı kaybına neden olduğu için vücutta oluşan elektrolit bozukluğu nöbetleri tetikliyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Haluk Caneroğlu, yaz aylarında epilepsi nöbetlerini azaltmaya yönelik önlemleri şöyle sıralıyor:

  • Vücuttaki sıvı kaybını azaltmak için mümkün olduğu kadar bol su tüketin. Alkol tüketimini ise mutlaka kısıtlayın.
  • Tuz kaybına neden olabilecek bir ilaç kullanıyorsanız günlük tuz miktarını arttırmanız gerekebilir. Bu konuda hekiminizin önerisine uymayı asla ihmal etmeyin.
  • Sıcakların etkisiyle uyku bozuklukları oluşabiliyor ve bu durum epilepsi nöbetine yol açabiliyor. Eğer gece uyku sorunu yaşamışsanız, mümkünse eksik olan uykuyu gündüz tamamlamaya çalışın.
  • Aşırı ve yanıp sönen ışıklardan uzak kalın.
  • Mevsim hastalıklarından korunmak amacıyla saklama ve pişirme yöntemi bilinmeyen yiyeceklerden uzak kalın, salgın olabilecek ortamdan uzaklaşın.
  • Fazla sıcakların oluşturduğu terlemeyi önlemek için kalın giyecekleri tercih etmeyin
  • Çok sıcak havalarda vücudun açık kısımlarını güneşten korumak için güneş gözlüğü, güneş kremi ve şapka gibi korunma yöntemlerini uygulamadan güneşli ortama çıkmayın.
  • İlaçlarınızı mutlaka düzenli olarak almaya devam edin.