Hipertansiyon 20 yaşın altındaki gençlerde hızla yaygınlaşıyor!

Dünyada önlenebilir ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer alan hipertansiyon atar damarlardaki kan basıncının sürekli normalin üzerinde seyretmesi olarak tanımlanıyor. Dünyada 1 milyar 280 milyon, ülkemizde de 16 milyonu aşkın kişinin hipertansiyon hastası olduğu belirtiliyor. Bir başka deyişle, ülkemizde her 3 kişiden 1’i hipertansiyonla mücadele ediyor. Üstelik, yapılan son çalışmalar, hipertansiyonun artık 20’li yaşlarda, hatta 15-19 yaş aralığında bile giderek daha sık görüldüğünü ortaya koyuyor.   Acıbadem Kartal Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan, hipertansiyonun gençlerde hızla yaygınlaşmasında modern hayatın getirdiği hareketsiz yaşam ve fast food tarzı beslenmenin önemli bir etkisi olduğuna dikkat çekiyor.

Hipertansiyonda erken teşhis ve tedavinin yaşamsal önem taşıdığını vurgulayan Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan, “Zira, geç kalındığında kalp yetmezliği, inme ve böbrek yetmezliği gibi ciddi komplikasyonlar gelişebilmektedir. Ancak hipertansiyon çoğunlukla organ hasarı oluşturuncaya dek belirti vermemektedir. Bu nedenle, gençlerin hiçbir yakınmaları olmasa bile 18 yaşından itibaren tansiyonlarını yılda bir kez ölçtürmeleri ve hipertansiyonun risk faktörlerinden biri bile varsa yaşam tarzlarını daha dikkatli planlamaları son derece önemlidir” diyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan, hipertansiyon yaşını öne çeken 8 etkeni anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Prof. Dr. Murat Turfan

Prof. Dr. Murat Turfan

Obezite

Modern yaşamın sonucu olarak azalan fiziksel aktivite ve fast food tarzı tüketimin artması gibi  faktörler nedeniyle obezite gençlerde hızla yaygınlaşıyor. Obezitenin yol açtığı en önemli sorunların başında ise hipertansiyonun geldiğine işaret eden Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan,  sözlerine şöyle devam ediyor: “Aşırı vücut ağırlığı kalbin daha fazla kan pompalamasına ve damar duvarlarının gerginliğinin artmasına, bu tablo da kan basıncının yükselmesine sebep olmaktadır. Vücut kitle indeksinde her 1 birimlik artış, hipertansiyon riskini yüzde 7 oranında artırmaktadır.”

Nasıl önlem almalı? Sağlıklı beslenerek ve düzenli egzersiz yaparak Vücut Kitle İndeksinizi 18.5–24.9 aralığında tutmaya özen gösterin.

Aşırı tuz tüketimi

Sodyum, toplumda bilinen adıyla tuz, damarların kasılmasına neden olarak tansiyonu yükseltiyor. Hipertansiyonun son yıllarda gençlerde daha sık görülmesinde, içeriğinde bolca tuz barındıran fast food gıdalara olan yönelim önemli bir rol oynuyor.

Nasıl önlem almalı? Dünya Sağlık Örgütü, günlük 5 gramdan fazla tuz tüketilmemesi gerektiğine dikkat çekiyor. Yemeklerinizi tuz yerine baharat, limon veya sarımsakla tatlandırın. Fazla tuz içermeleri nedeniyle fast food ve paketli gıdalardan da kaçının.

Hareketsiz bir yaşam

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, gençlerin yüzde 80’inden fazlası yeterince hareket etmiyor; boş zamanlarını cep telefonu ve tablet karşısında geçiriyor. Fiziksel aktivite eksikliği de damar sağlığını bozarak kan basıncını yükseltiyor.

Nasıl önlem almalı?  Haftada 150 dakika egzersiz yapan bireylerde risk yüzde 30 oranında azalıyor. Haftada en az 5 gün, günde 30 dakika yürüyüş veya kardiyo egzersizleri yapmayı alışkanlık edin.

Sigara ve alkol kullanımı

Sigara, damarların daralmasına ve damar içi hasara yol açabiliyor. Bu nedenle, sigara kullanan gençlerde hipertansiyon riski içmeyenlere göre yüzde 20 oranında daha fazla oluyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan, düzenli alkol tüketiminin de kan basıncını yükselten önemli bir etken olduğunu vurgulayarak, “Haftada 100 gramdan fazla alkol almak hipertansiyon riskini yüzde 40 oranında yükseltebilmektedir” diyor.

Nasıl önlem almalı? Sigaraya hiç başlamayın, eğer kullanıyorsanız en kısa zamanda bırakın. Alkolü tamamen bırakın veya  sınırlandırın.

Uyku bozuklukları

Günümüzde, gençlerde genellikle teknoloji bağımlılığı, stres veya fazla kiloların neden olduğu uykusuzluk ile uyku apnesi gibi uyku bozuklukları da hipertansiyon yaşını öne çekiyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Turfan, “Uykusuzluk ve uyku apnesi gibi uyku bozuklukları gece boyunca oksijen düşüklüğüne neden olmakta, bu sorun da hipertansiyonu tetiklemektedir” diyor.

Nasıl önlem almalı? Uyku kalitesine dikkat edin ve horlama sorununuz varsa mutlaka uyku konusunda uzman bir hekime başvurun.

Kahve ve enerji içecekleri

Enerji içecekleri, özellikle de kahve gençlerin en çok tercih ettikleri içecekler. Ancak içeriklerinde bulunan kafein aşırı alındığında nabzı ve tansiyonu yükselten bir etkiye sahip. Örneğin, 400 mg’ın üzerindeki kafein (4 fincan kahve) tansiyonda ani artışlara yol açabiliyor. Enerji içecekleri de yaklaşık dört fincan kahve ile aynı miktarda kafein içeriyor.

Nasıl önlem almalı? Günde 2-3 fincandan fazla kahve tüketmeyin, enerji içeceklerinden de kaçının.

Stres ve anksiyete

Günümüzde gençlerin stres oluşturan faktörlere fazla maruz kalmaları da hipertansiyonu tetikliyor. Zira, stres hormonları damarların büzülmesine yol açarak kan basıncını artırabiliyor. Yapılan çalışmalar, kronik stres yaşayan bireylerde hipertansiyon riskinin 2 kat artabildiğini gösteriyor.

Nasıl önlem almalı? Meditasyon veya gevşeme egzersizleri yaparak, yeni bir hobi edinerek stres yönetim becerilerinizi geliştirebilirsiniz.

Bazı böbrek hastalıkları

Bazı böbrek hastalıkları vücutta sodyum ve sıvı dengesini bozuyor, bunun sonucunda kan basıncı yükseliyor. Yapılan çalışmalar, genç hipertansiyon hastalarının yüzde 15-20’sinde böbrek hastalığı olduğunu gösteriyor.

Nasıl önlem almalı?  Düzenli olarak yaptıracağınız kan ve idrar testleriyle böbrek sağlığınızı kontrol ettirin.

Bel ve bacak ağırlarınız sıklaştıysa dikkat!

Modern çağın hareketsiz (sedanter) yaşantısında sinsice ilerleyen omurga kanalı daralması, genellikle 50 yaş üzerinde ortaya çıkarken, son yllarda yanlış yaşam alışkanlıklarının da etkisiyle görülme sıklığı hızla artıyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu “Hastalığın ilerlemesiyle birlikte kişinin ağrısız yürüyebilme süresi giderek kısalır. Bel ve bacak ağrılarınız sıklaştıysa ve yatak istirahatiyle geçmiyorsa mutlaka beyin ve sinir cerrahına başvurmanız gerekir. Çünkü sinir kayıplarının önlenmesi açısından erken teşhis çok büyük önem taşımaktadır” diyor. Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu, omurga kanalı darlığına yönelik önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Omurga kanalı darlığı ülkemizde son yıllarda hızla yaygınlaşmasına rağmen, hastalıkla ilgili toplumsal farkındalığın düşük olması tanı ve tedavide önemli gecikmelere yol açabiliyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu, tıp dilinde ‘lomber dar kanal’ denilen hastalığın genellikle 50 yaş sonrası ortaya çıktığını, en sık 60-70 yaşları arasında görüldüığünü belirterek “Sokakta yürürken yol kenarında durup, bel ve bacaklarındaki ağrıların geçmesini bekleyen ve bir süre dinlendikten sonra yoluna devam eden insanlara pek çoğumuz rastlamışızdır. Bu tablonun arka planında genellikle “lomber dar kanal” adı verilen omurga kanalı darlığı sorunu yatmaktadır.  Lomber dar kanal; omurganın içinde omurilik ve bacağa giden sinirlerin bulunduğu kanalın, kemik veya bağların kireçlenerek sinire ait alanı işgal etmesi neticesinde sinirlerin sıkışmasına yol açan bir hastalıktır. Bel ağrısından sonra başlayan, tek ya da iki taraflı bacak ağrıları belirtisiyle ortaya çıkan bu hastalık, doğumsal veya yaşlanma ile oluşabilmektedir. Eskiden sıklıkla ileri yaşlarda görülen bu hastalık günümüzde artık genç yaşlarda da görülmektedir” diyor.

Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu

Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu

Yanlış yaşam alışkanlıkları neden olabiliyor!

Yaşa bağlı olarak omurgada kireçlenme gibi dejeneratif değişikliklerin omurga kanalını daraltarak bu hastalığa neden olabildiği gibi, yanlış yaşam alşıkanlıklarının da büyük rol oynadığını vurgulayan Prof. Dr. Çavuşoğlu sözlerine şöyle devam ediyor: “Pandemi sonrası maalesef uzun süre hareketsiz yaşam tarzı, bel ve karın kaslarının zayıflamasına yol açarken, bel omurgası üzerine binen yükü de artırdığından, omurga kanalı darlığının görülme sıklığı artmıştır. Kilolu olma, ağır kaldırma, ters hareket yapma gibi omurgayı yük altında bırakan etkenler sonucunda fıtıklaşma olmasa bile, zaman içerisinde bel eklemlerinde ve bağ dokularında kalınlaşmaya, kireçlenmeye ve kanal içinde sinirlerin sıkışmasına yol açmaktadır.

Bu belirtilerle kendini gösteriyor!

Omurga kanalı darlığının aralıklı topallama belirtisi verdiğini, özellikle uzun mesafe yürüme sonrasında hastanın bacaklarında karıncalanma ve ağrı hissettiğini belirten Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu, ağrısız yürüyebilme süresinin de giderek kısaldığını söylüyor. Ağrıların sıklaşması ve belirli süreli yatak istirahati ile geçmemesi durumunda mutlaka bir beyin ve sinir cerrahına başvurulması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Çavuşoğlu şöyle konuşuyor: “Kanal darlığının yaşlılık ile görülen şeklinde tabloya bel fıtıkları da eklenebilir. Bel fıtığı lomber dar kanal ile birleştiğinde daha fazla şikâyete neden olur ve ameliyatı erkene çekebilir. Bu nedenle bel ağrısından sonra başlayan, tek veya iki taraflı bacak ağrısı belirtisiyle ortaya çıkan bu hastalıkta erken teşhis normal yaşama bir an önce ve sağlıkla dönebilmek açısından çok önemlidir.”

Çok ciddi sorunlara neden olabiliyor!

Hastalığın tanı ve tedavisinin gecikmesi durumunda ağrı ile birlikte uyuşma, ağrının yayıldığı bacakta kuvvet kaybı, basının ilerlemesi durumunda ilgili adalelerde felç hatta hastanın idrarını ve dışkısını tutamama gibi sorunların ortaya çıkabildiğine dikkat çeken Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu “Beyin cerrahının görevi sinirde kayıplar olmadan önlem almaktır. Hastalık öyküsünün alınması ve fiziki muayenenin ardından çeşitli tetkikler istenebilir. Genellikle bel bölgesinde görülen ama sırt ve boyunda da etkili olabilen bu hastalığın teşhisinde MR altın standarttır. Ağrıya neden olan durumun lomber kanal darlığı olduğu tespit edildiği takdirde ameliyat planlanır. Cerrahinin amacı, omurga kanalında sinirlerin yer aldığı alanı genişletmektir” diyor.

Ağır ameliyatlar yerine mikrocerrahi tekniği uygulanıyor!

Günümüzde tıp ve teknolojideki hızlı gelişmeler sayesinde ağır ameliyatlar yerine mikrocerrahi tekniği uygulanabildiğini belirten Prof. Dr. Halit Çavuşoğlu “Son yıllarda minimal invaziv denilen yani dokuya hasarı en az seviyeye indiren yöntemle mevcut şikâyetler giderilmektedir. Mikrocerrahi tekniği ile lomber dar kanal ameliyatlarında alınan sonuçlar son derece yüz güldürücüdür. Bu ameliyat tekniğini yaşlıların çok korktukları diğer ameliyat tekniklerine oranla; kanamanın az olması, kısa sürede sosyal yaşantısına dönüş imkânı sağlaması ve ameliyat konforu nedeni ile özelikle öneriyoruz” diyor. Bu ameliyat sayesinde korse takılması ve vida konması gibi hastaya ek külfet getirecek riskli ameliyat tekniklerinden kaçınılmış olunduğunu belirten Prof. Dr. Çavuşoğlu sözlerine şöyle devam ediyor: “Kanal darlığının durumuna göre 2-4 saat süren bu ameliyattan 3 saat sonra hasta yürütülür. İstenildiği takdirde hasta ameliyattan 5 saat sonra taburcu dahi olabilir. Dikiş yoktur, 2 gün sonra pansuman çıkarılıp banyo yapılabilir. Ameliyat sonrası hastanın oturması yürümesi, merdiven inip çıkması serbesttir ancak hastalarımıza iki hafta süresince her seferinde 20 dakikadan uzun oturmamalarını önermekteyiz. Ameliyattan 15 gün sonra da jimnastik programı başlanır. “

Hamilelikte enfeksiyona dikkat!

Hamilelik sürecinde bağışıklık sistemi doğal olarak baskılandığı için grip ve soğuk algınlığından idrar yolu enfeksiyonlarına dek birçok hastalık anne adaylarını daha fazla tehdit ediyor. Bu nedenle bağışıklığın güçlenmesi için bazı önlemler almak her zamankinden daha fazla önem taşıyor. Acıbadem Kartal Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Lala Aslanova “Hamilelik sürecinde bağışıklık sistemi değişiklik gösterir, akciğer kapasitesi azalır ve kalp daha fazla çalışır. Bu faktörler, viral ve bakteriyel enfeksiyonlara karşı daha hassas hale gelinmesine neden olabilir. Hamilelikte grip, zatürre gibi ciddi komplikasyonlara yol açabilir ve erken doğum riskini artırabilir. Bu nedenle enfeksiyonlara karşı bağışıklığı güçlendirmek çok önemlidir. Özellikle yüksek ateş, kas ve eklem ağrıları, boğaz ağrısı, öksürük, baş ağrısı ya da burun akıntısı/ burun tıkanıklığı varsa mutlaka doktora görünmek gerekir” diyor. Hamilelik döneminde enfeksiyonlardan korunmak için gerekli önlemleri almanın hem anne hem de bebek sağlığı açısından büyük önem taşıdığını, özellikle doktor önerisi olmadan ağrı kesici, ateş düşürücü veya grip ilaçları kullanılmaması gerektiğini vurgulayan Dr. Aslanova, hamilelikte enfeksiyonlara karşı 8 etkili önlemi anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Dr. Lala Aslanova

Dr. Lala Aslanova

  • Bu besinleri tüketmeye özen gösterin

Hamilelik sürecinde omega-3 yağ asitleri anne adayının bağışıklık sistemini güçlendirirken, vücudu enfeksiyonlara karşı korur. Bu nedenle haftada iki gün balık ve ceviz tüketirken, C vitamini açısından zengin limon ve sivri biber, ayrıca yoğurt, kefir, turşu gibi probiyotik içeriği yüksek besinlere sofranızda mutlaka yer verin. Yumurta, tavuk, kırmızı et ve baklagiller de çok zengin protein kaynaklarıdır. Bu nedenle hamilelikte mutlaka tüketilmelidir. Kuruyemişler, ıspanak ve mercimek gibi çinko ve demir içeren besinler de anne adaylarının bağışıklığını güçlendirmede büyük önem taşır.

  • Bol sıvı tüketin

Hamilelikte yeterli sıvı tüketilmesi özellikle de her gün düzenli ve yeterli miktarda su içilmesi hem anne hem de bebeğin sağlığı için kritik önem taşır. Bu nedenle her gün en az 2 litre su içmeye özen gösterin. Yeterli su tüketilmemesi idrar yolu enfeksiyonlarından kabızlık ve ödeme hatta erken doğum riskine dek bir çok önemli soruna yol açabilir. Günlük yeterli su tüketilmesi, vücudunuzu enfeksiyonlara karşı daha dirençli hale getirmeniz için de son derece önemlidir.

  • El hijyenine dikkat edin!

Ellerinizi gün içerisinde sık sık yıkayın, gözlerinize, burnunuza ve ağzınıza sürmemeye çalışın. Sabun ve suyla en az 20 saniye ellerinizi yıkamak, virüslerin bulaşmasını önler. Ayrıca dışarıdan geldikten sonra, yemek hazırlamadan ve yemek yedikten sonra, tuvaletin ardından da ellerinizi mutlaka doğru bir şekilde yıkayarak temizleyin. Gün içerisinde su ve sabuna ulaşma imkanı olmadığı durumlarda, özellikle kamuya açık alanlarda eşyalarla ya da yüzeylerle temas ettikten sonra en az yüzde 60 alkol içeren, güvenirliğinden emin olduğunuz bir el dezenfektanı kullanın.

  • Yeterli ve kaliteli uyuyun!

Hamilelikte anne adayları çeşitli sorunlardan dolayı yeterince ve kaliteli uyuyamayabiliyor. Ancak yeterli ve kaliteli uyku, bağışıklık sisteminin güçlü olmasını sağlayarak vücudu hastalıklara karşı dirençli hale getiriyor. Uyku sırasında bağışıklık hücreleri yenilendiği ve stres hormonu dengelendiği için anne adayları güne daha zinde başlayabiliyor. Yetersiz ve kalitesiz bir uyku ise bağışıklık sistemini zayıflatırken, enfeksiyonlara karşı yatkınlığı artırıyor. Gün içerisinde anne adayının karamsar ve endişeli bir ruh haline bürünmesine de yol açabiliyor. Bu nedenle her akşam aynı saatte yatağa yatmaya ve her sabah aynı saatte uyanmaya,  karanlık, sessiz, çok sıcak olmayan odada, rahat ettiğiniz pozisyonda uyumaya özen gösterin.

  • Kalabalık ortamlardan kaçının!

Kapalı ve kalabalık ortamlarda hapşırık, öksürük hatta konuşma ile ortama yayılan virüs damlacıkları çok hızlı ve kolay bir şekilde bulaş riski taşıyor. Bağışıklık sistemi hamilelik sürecinde hassas olduğu için kalabalık ortamlarda geçirdiğiniz süre, solunum yolu hastalıklarına yakalanma riskini artırıyor. Bu nedenle toplu taşıma araçları kullanıyorsanız hijyen kurallarına dikkat etmeye, alışveriş merkezlerinden de mümkün olduğunca uzak durmaya dikkat edin. Ayrıca bulunduğunuz ortamı düzenli aralıklarla havalandırmaya özen göstermeniz de sağlıklı bir hamilelik süreci için çok önemlidir.

  • Dengeli ve sağlıklı beslenin

Hamilelikte sağlıklı ve dengeli beslenme bağışıklık sisteminin güçlenmesi açısından çok daha fazla önem taşıyor. Bağışıklık sistemini güçlendirmek için bol vitamin ve mineral içeren besinler tüketin. Hamilelikte beslenme hem anne karnında gelişimi devam eden bebeğinizin fiziksel ve zihinsel gelişimi hem de kendi sağlığınız için son derece önem taşıyor. Abur cubur sayılabilecek, besleyici değeri olmayan, şeker deposu besinlerden uzak durarak, mevsim sebze ve meyveleri ile protein, C vitamini, demir ve lif içeriği zengin yiyeceklere yönelin.

  • Hasta kişilerle temastan kaçının

Grip veya soğuk algınlığı olan kişilerle yakın temasta bulunmamaya özen gösterin. Enfeksiyonlar öksürük, hapşırık veya dokunma yoluyla çok kolay bulaşabiliyor ve hamilelik sürecinde bağışıklık sistemi daha zayıf olduğu için anne adayının çok daha kolay hasta olmasına neden olarak bebeğin de sağlığını olumsuz etkileyebiliyor. Bu nedenle hasta bir kişi ile mümkün olduğunca yakın temasta bulunmayın, eğer bir arada bulunmak zorunda kalırsanız mutlaka maskenizi takın, ellerinizi sık sık yıkayın ve mesafenizi korumaya çok özen gösterin.

  • Maske takmayı ihmal etmeyin

Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Lala Aslanova “Özellikle kalabalık alanlarda bulunmak zorundaysanız maske takarak solunum yoluyla bulaşan enfeksiyonlardan korunabilirsiniz. Hamilelikte bağışıklık sistemi daha hassas olduğu ve hastalıklar daha kolay bulaşıp ağır seyredebildiği için, gerekirse maske kullanarak enfeksiyonların bulaşma riskini azaltabilir, bebeğinizi ve kendi sağlığınızı koruyabilirsiniz” diyor.

Gıdanın en büyük sorunu Pestisit

Ürünleri zararlılardan korumak amacıyla tarımda pestisit adı verilen ilaçlar kullanıldığını belirten uzmanlar, bu kimyasalların insan sağlığı için tehdit oluşturduğunu söylüyor.

Pestisit maruziyetinin hormonal bozukluklar, bağışıklık sistemi sorunları ve bazı kanser türleriyle ilişkilendirildiğini hatırlatan Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Araştırmalar, pestisit maruziyetinin çocuk ve ergenlerde dikkat eksikliği ve davranışsal bozukluk riskini artırabileceğini gösteriyor.” dedi. Gerçekten sağlıklı beslenmenin, yalnızca tabağımıza ne koyduğumuzla değil, o yiyeceğin nasıl üretildiği ve nasıl işlendiğiyle de doğrudan ilişkili olduğunu vurgulayan Yiğit, ancak dikkatli ve bilinçli tüketimle bu riskleri azaltmanın mümkün olduğunu aktardı.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, özellikle sebze ve meyvelerdeki pestisit tehdidi hakkında bilgi verdi ve sebze – meyve tüketiminden önce dikkat edilmesi gerekenleri açıkladı.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit,

Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit

Sebze ve meyve tüketirken bu tehlike göz ardı edilmemeli!

Sağlıklı beslenme denildiğinde akla gelen ilk şeyin bol sebze ve meyve tüketmek olduğunu dile getiren Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Ancak bu öneri, göz ardı edilmemesi gereken bir konuyu da beraberinde getiriyor; pestisitler…” dedi.

Tarımda kullanılan bu kimyasal maddelerin, ürünleri zararlılardan koruma amacıyla kullanıldığını, fakat insan sağlığına etkilerinin önemli olduğunu vurgulayan Yiğit, “2025 yılının başlarında, Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine gönderilen bazı tarım ürünleri, özellikle kuru incir ve asma yaprağı, pestisit ve aflatoksin kalıntıları nedeniyle gümrüklerden geri çevrildi. Bu gelişmeler, pestisit konusunun sadece ihracatı değil, sofralarımıza gelen ürünleri de ilgilendiren önemli bir mesele olduğunu gösteriyor.” şeklinde konuştu.

Pestisit maruziyeti çocuk ve ergenlerde dikkat eksikliği ve davranışsal bozukluk riskini artırabiliyor

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, pestisit maruziyetinin hormonal bozukluklar, bağışıklık sistemi sorunları ve bazı kanser türleriyle ilişkilendirildiğini hatırlatan Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Özellikle ergenlik dönemindeki bireyler, gelişim süreçlerinde oldukları için bu tür kimyasallara karşı daha duyarlıdır. Araştırmalar, pestisit maruziyetinin çocuk ve ergenlerde dikkat eksikliği ve davranışsal bozukluk riskini artırabileceğini gösteriyor.” dedi.

Bu durumda ‘sebze meyve yemeyelim mi?’ diye sormanın doğal olduğunu aktaran Yiğit, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Tam tersine, bu besinler sağlıklı yaşamın olmazsa olmazıdır. Ancak dikkatli ve bilinçli tüketimle bu riskleri azaltmak mümkün. Sebze ve meyveleri önce karbonatlı suda bekletin, ardından durulayıp sirkeli suyla ayrı ayrı yıkayın. Bu işlemi birleştirmeyin, çünkü bazı pestisitler asidik ortamda çözünüp gıdanın içine geçebilir. Mümkünse organik ürünleri veya mevsiminde ve yerel ürünleri tercih edin. Pazardan ya da marketten alınan ürünleri yıkamadan buzdolabına koymayın. Yüzeydeki kalıntılar temasla diğer besinlere de geçebilir. Alışveriş yaparken güvenilir, gıda güvenliği belgeleri olan kaynakları tercih edin. Sertifikalı üreticiler ve denetlenmiş pazarlar öncelikli olmalı.”

Sağlıklı beslenme, tabağa konulan yiyeceğin nasıl üretildiğiyle de doğrudan ilişkili

Pestisit kalıntılarının en çok hangi ürünlerde görüldüğünün her yıl bağımsız kuruluşlar tarafından kamuoyuyla paylaşıldığına işaret eden Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “ABD merkezli bağımsız bir çevre sağlığı kuruluşu olan Çevresel Çalışma Grubu (EWG), her yıl en fazla ve en az pestisit içeren ürünleri sıralar.” dedi.

Bu verilere değinen Yiğit, sözlerini şöyle tamamladı:

“EWG’nin 2024 verilerine göre, en çok pestisit kalıntısı içeren ürünler arasında çilek, ıspanak, kara lahana, üzüm, şeftali, armut, elma, kiraz, biber (tatlı ve acı), yaban mersini, nektarin ve yeşil fasulye yer aldı. En temiz olarak kabul edilen ürünler ise avokado, tatlı mısır, ananas, soğan, papaya, donmuş bezelye, kuşkonmaz, kavun, kivi, lahana, karpuz, mantar, mango, tatlı patates ve havuç oldu. Bu liste, her ne kadar ABD kaynaklı olsa da, dünya genelinde tarımsal üretim ve pestisit kalıntılarına dair önemli bir referans niteliğindedir. Özellikle çocuklar ve ergenler gibi hassas gruplar için bu tür bilgiler, daha bilinçli tercihler yapılmasına katkı sağlar. Unutmayalım; gerçekten sağlıklı beslenme, yalnızca tabağımıza ne koyduğumuzla değil, o yiyeceğin nasıl üretildiği ve nasıl işlendiğiyle de doğrudan ilişkilidir.”

Anne olmak için önlemlerinize 3 ay önce başlayın

Hamilelik süreci sadece anne karnındaki bebeğin gelişimini değil, aynı zamanda annenin fiziksel ve duygusal sağlığını da etkileyen çok yönlü bir dönem. Bu yolculuğa hazırlanmak, hem anne hem bebek sağlığı için önemli farklar yaratabiliyor; hamilelik sürecini, doğum ve annelik deneyimini de daha sağlıklı ve güçlü kılıyor. Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Gizem Akça, “Gebelik öncesi dönem, önleyici sağlık hizmetlerinin altın fırsatıdır. Bu süreçte atılacak basit ama etkili adımlar sayesinde kadın sağlığı desteklenir;  düşük, erken doğum, gebelik şekeri, hipertansiyon gibi risklerin önüne geçilebilir. Gebeliğe fiziksel, duygusal ve sosyal olarak hazırlanmak yalnızca komplikasyonları azaltmak değil, aynı zamanda kadınların kendi bedenlerini daha iyi tanımaları ve güven duymaları açısından da değerlidir” diyor.

Dr. Gizem Akça

Dr. Gizem Akça

Muayene için hekiminizle görüşün

Anne olmaya karar verdiğinizde yapmanız gereken ilk şeylerden biri, kadın hastalıkları ve doğum uzmanı hekiminize başvurmak olmalı.  Hazırlık muayenesinde yapılan görüşmede öncelikle jinekolojik veya diğer sistemleri ilgilendiren, hamilelikte anne veya bebek için risk oluşturabilecek durumların kontrol edildiğini belirten Dr. Gizem Akça, sözlerine şöyle devam ediyor: “Yapılan jinekolojik muayenede tüm genital organlar, rahim ve yumurtalıklar değerlendirilir. Rahim ağzı kanseri tarama testi (Pap-smear ve/veya HPV testi) yapılır. Genital sistemde miyom ve kist gibi bir sorun olup olmadığı, yumurtalıkların sağlığı, üreme kapasitesi, genital sistemde hormonal dengenin bulguları kontrol edilir.” Dr. Gizem Akça, hekim tarafından gerekli görülürse yapılacak kan ve idrar tetkikleriyle temel kan değerleri, tiroit fonksiyonları, bulaşıcı hastalıklar ve enfeksiyon değerlerine bakıldığını belirterek, “Anne adayında gebelikte sorun oluşturabilecek hastalıklar erken tespit edildiğinde, vereceğimiz tedaviler ile bu hastalıkların gebeliği olumsuz etkilemesinin önüne geçebilmekteyiz.” diyor.

Duygusal ve sosyal olarak hazırlanın

Hamilelik döneminde sadece bedensel değil, duygusal ve sosyal anlamda da büyük bir değişim yaşanıyor. Bu sürece hazır olmanız, yeni döneme adapte olma ve stresle başa çıkma becerinizi artırıyor, doğum sonrası depresyon riskini azaltıyor. Dolayısıyla partneriniz ile iletişiminizi, sosyal destek ağlarınızı, annelik rolüne dair beklentilerinizi ve kaygılarınızı gözden geçirmeniz önem taşıyor. Gerekirse psikolojik danışmanlık almak, hamilelik sürecinin çok daha sağlıklı geçmesini sağlayabiliyor. Bu sürecin kendi doğasını tanımak ve anlamak hamileliğin ve doğumun sağlıkla gerçekleşmesine katkıda bulunabiliyor. Bu yüzden hamilelik ve doğum fizyolojisini öğrenmeniz, okumanız ve eğitimlere katılmanız fayda sağlayabiliyor.  Bunların yanı sıra meditasyon, düzenli egzersiz ve uyku düzeni de stres yönetimine destek olabiliyor.

Sağlıklı beslenin, aktif bir yaşam sürün

Dengeli beslenme ve düzenli egzersiz, hem doğurganlığı destekliyor hem de hamilelik sürecinde gelişebilecek komplikasyonların riskini azaltıyor.  Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Gizem Akça, “Sağlıklı yağlar, kompleks karbonhidrat ve protein içeren Akdeniz tipi beslenmek çok önemli. Ayrıca, haftada 150 dakika, örneğin tempolu yürüyüş, yüzme ve yoga gibi orta yoğunlukta egzersiz yapmak hamileliği olumsuz etkilediği kanıtlanmış gebelik diyabetini önlemede etkilidir. Sağlıklı bir yaşam tarzı aynı zamanda bağışıklık sistemini güçlendirmekte ve ruhsal dengeyi desteklemektedir” diye konuşuyor.

Vücut kitle indeksi değerine önem verin

Hamilelik öncesinde uygun yağ-kas oranı aralığında olmanız da son derece önemli. Zira, aşırı kilolu veya çok düşük kilolu olmak hamilelikte komplikasyon riskini artırıyor. Öyle ki fazla kilolu anne adaylarında gebelik diyabeti ve gebelik zehirlenmesi riski daha yüksek oluyor. Düşük kilolu olmak da bebekte gelişim geriliği ve erken doğum riski gibi sorunlara neden olabiliyor. Anne ve bebeğin sağlığı için hamilelik öncesinde vücut kitle indeksinin (VKİ) 18.5-24.9 aralığında olması öneriliyor.

Diş kontrollerinizi yaptırın

Hamilelik sürecinde hormonal değişiklikler diş ve diş eti sorunlarını artırabiliyor.

Hamilelikte geçirilen diş enfeksiyonları düşük ve erken doğum riskini yükseltebiliyor. Ayrıca tedavide kullanılabilecek bazı ilaçlar ve ileri operasyonel girişimler hamilelik sürecinde kısıtlandığı için tedavi güçleşebiliyor.  Bu nedenle, hamilelik öncesinde diş bakımınızı yaptırmanız ve dişlerde çürük, diş eti hastalıkları gibi sorunlar varsa tedavi olmanız oldukça önemli.

Sigaradan uzak durun
Sigara doğurganlığı azaltmasının yanı sıra erken doğum, dış gebelik ve düşük doğum ağırlıklı bebek riskini artırıyor. Araştırmalar, sigaranın plasental sorunlara neden olabileceğini ve bebekte gelişme geriliği oluşturabileceğini gösteriyor. Hamilelik hazırlığında sigarayı olabildiğince erken dönemde bırakmak, hamileliğin ilk döneminde hormonal değişimlerin yanında bir de yoksunluk ile mücadele etmek daha güç olacağı için de anlam taşıyor.

Kronik hastalıklarınız varsa uzmanına başvurun

Kronik hastalıklar hamilelik sürecinde anne ve bebeğin sağlığını tehdit edebiliyor. Örneğin, kontrolsüz diyabet, doğumsal anomali riskini yüzde 5-10 oranında artırabiliyor.  Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Gizem Akça, “Sağlıklı bir hamilelik için tiroit hastalıkları, psikiyatrik hastalıklar, diyabet, hipertansiyon, epilepsi ve romatolojik hastalıklar gibi kronik hastalıklar varsa, mutlaka ilgili uzman hekimle görüşülmeli ve tedavi düzenlemeleri yapılmalıdır” diye konuşuyor.

Aşı durumunuzu gözden geçirin

Kızamıkçık, hepatit B ve suçiçeği gibi enfeksiyonlar hamilelik döneminde risk oluşturabiliyor. Dr. Gizem Akça, “Gebelik öncesinde anne adayının bağışıklık durumu kontrol edilmeli, ihtiyaç halinde aşılar tamamlanmalıdır” diyor.  Canlı virüs aşılarından sonra hamileliğin bir ay ertelenmesi gerektiğini vurgulayan Dr. Gizem Akça, hamilelik öncesinde başlanan HPV (Human Papilloma Virüsü) dozları eksik kaldıysa emzirme döneminde tamamlanabileceğini belirtiyor.

Vitamin ve mineral yeterliliğine önem verin
Demir, B12 ve D vitamini gibi değerler eksik ise hamilelik öncesinde takviyeler ile destek almanız gerekiyor. Zira, bu vitaminlerin eksik olması doğum komplikasyonları riskini artırırken, anne adayında anemi, kemik erimesi, hormonal problemler yaratabiliyor, diyabete yatkınlık oluşturabiliyor. Bebekte ise gelişim sorunlarına neden olabiliyor. Ancak eksiklik varsa uzmanınıza danışmadan vitamin ve mineral kullanmayın.

Folik asit desteğine başlayın

Vücudumuzda DNA sentezi ve hücre bölünmesinde rol oynayan folik asit, hamileliğin erken haftalarında, bebeğin beyin ile omurilik gelişiminde kritik bir rol üstleniyor. Bu nedenle, folik asit eksikliğinin bebekte nöral tüp defekti (spina bifida ve anensefali) gibi önemli sorunlara yol açabileceği yapılan araştırmalar ile ortaya konmuş. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Gizem Akça, ancak folik asidin besinlerle genellikle yeterli miktarda alınamadığı için takviye edilmesi gerektiğini vurgulayarak, “Hamilelikten 1-3 ay önce, günlük 400 mikrogram folik asit kullanımı, bebekte nöral tüp defekti riskini yüzde 70’e kadar azaltmaktadır” diyor.

İdrar kaçırma tedavi edilir mi?

İdrar kaçırma, kadınların yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyen yaygın bir sağlık sorunu olarak biliniyor. Özellikle normal doğum yapmış ve menopoz dönemine girmiş kadınlarda daha sık görülüyor. Yaşın ilerlemesi, pelvik taban kasları olarak sınıflandırılan mesane, rahim ve bağırsakları destekleyen ve idrar kontrolünü sağlayan kasların zayıflaması ile hormonal değişimler, idrar kaçırma riskini artıran başlıca faktörler olarak karşımıza çıkıyor. Memorial Bahçelievler Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü’nden Doç. Dr. Fatih Aktoz, kadınlarda idrar kaçırma ile ilgili bilgi verdi.

Doç. Dr. Fatih Aktoz

Doç. Dr. Fatih Aktoz

İdrar kaçırma tedavi edilebilir bir hastalıktır

İdrar kaçırma kadınlarda oldukça yaygındır ve yaşla birlikte sıklığı artmaktadır. Normal doğum yapan kadınlarda, pelvik taban kaslarında oluşan gevşeme nedeniyle idrar kaçırma riski artarken, menopoz sonrası östrojen seviyelerinin düşmesi de mesane ve üretra desteğini azaltarak bu durumu daha da kötüleştirebilir. Yapılan araştırmalar, 40 yaş üzeri kadınların yaklaşık %30-40’ının bir tür idrar kaçırma sorunu yaşadığını göstermektedir. Ancak bu oran, doğum yapmış ve menopozdaki kadınlarda %50’lere kadar çıkabilmektedir. Toplumdaki yaygın inanışın aksine idrar kaçırma, yaş almanın ya da doğum yapmış olmanın doğal bir sonucu değildir. Burada vurgulanması gereken en önemli nokta, idrar kaçırmanın normal olmadığı ve tedavi edilebilir bir hastalık olduğudur.

İdrar kaçırma, kadınların yaşam kalitesini düşüren ancak uygun tedavi yöntemleri ile kontrol altına alınabilen bir sağlık problemidir. Normal doğum yapmış ve menopozdaki kadınlarda daha sık görülse de, her yaşta ve farklı nedenlerle ortaya çıkabilir. Kişiye özel tedavi planları ile hem cerrahi hem de cerrahi dışı yöntemlerle idrar kaçırmanın önüne geçmek mümkündür.

İdrar kaçırma, farklı mekanizmalarla ortaya çıkabilir ve üç ana tipi bulunmaktadır:

  • Stres tipi idrar kaçırma; öksürme, hapşırma, gülme veya egzersiz gibi karın içi basıncın arttığı durumlarda idrarın istemsiz olarak kaçmasıdır. Genellikle pelvik taban kaslarının zayıflamasıyla ilişkilidir. 
  • Sıkışma (urgency) tipi idrar kaçırma; aniden gelen şiddetli idrar yapma isteği ile birlikte idrarın tutulamaması durumudur ve çoğu zaman eve dönerken kapıyı açmak, soğukta dışarı çıkmak, musluğu açmak veya elleri yıkamak ile tetiklenir. Genellikle aşırı aktif mesane sendromu ile ilişkilidir.
  • Karma tip idrar kaçırma ise hem stres hem de sıkışma tipi idrar kaçırmanın bir arada görüldüğü durumdur.

Tedavi kişiye ve belirtilere özel olmalı

İdrar kaçırma tedavisinde, hastanın belirtilerine ve idrar kaçırma tipine göre farklı yaklaşımlar uygulanmaktadır.

Stres tipi idrar kaçırma tedavisinde tedaviye genellikle yaşam tarzı değişiklikleri ve pelvik taban kaslarını güçlendirmeye yönelik egzersizlerle başlanır. Kegel egzersizleri, pelvik kasların güçlenmesine yardımcı olarak idrar kontrolünü artırabilir. Sonraki basamakta ilaç tedavileri kullanılabilir. Eğer bu yöntemler yeterli gelmezse, vajinal lazer tedavisi gibi modern yöntemler devreye girer. Lazer tedavisi, vajinal dokuların yenilenmesini ve bu bölgedeki kan akımın artmasını sağlayarak mesane desteğini artırır ve idrar kaçırmayı azaltabilir. Daha ileri durumlarda, TOT (transobturator tape) ve TVT (tension-free vaginal tape) ameliyatları uygulanabilir. Bu ameliyatlar, mesanenin altına yerleştirilen bir hamak ile üretra denilen idrar yolunun desteklenmesini sağlayarak idrar kaçırmayı önler.

Sıkışma tipi idrar kaçırma tedavisinde öncelikle mesane eğitimi, sıvı tüketiminin düzenlenmesi, kafein ve alkol gibi idrar söktürücü maddelerden kaçınılması gibi yaşam tarzı değişiklikleri önerilir. Pelvik taban kaslarını güçlendirmeye yönelik egzersizler de idrar kontrolünü artırabilir. Eğer bu yöntemler yeterli gelmezse, ilaç tedavileri devreye girer. İleri vakalarda perkütan tibial sinir uyarımı (PTNS) uygulanabilir. PTNS, ayak bileği bölgesinden geçen bir sinire hafif elektrik uyarıları verilerek mesane kontrolünün iyileştirilmesini sağlayan bir yöntemdir. Haftada bir ya da iki kez uygulanan seanslar ile mesane fonksiyonları düzenlenebilir ve idrar kaçırma belirtileri azaltılabilir.

Miks yani karma tip idrar kaçırmada ise tedavi, baskın semptomlara göre belirlenir. Hem pelvik taban kaslarının güçlendirilmesi hem de sinir uyarımı gibi yöntemler birlikte uygulanabilir. Eğer hasta hem stres hem de sıkışma tipi idrar kaçırma yaşıyorsa, Kegel egzersizleri, ilaç tedavileri, PTNS ve lazer tedavisi kombine edilerek kişiye özel bir tedavi planı oluşturulabilir.

Kronik ağrılarınızın nedeni ‘hareketsizlik’ olabilir!

Modern yaşamın getirdiği uzun süreli masa başı çalışma, teknoloji bağımlılığı ve azalan fiziksel aktivite, insanları giderek daha da hareketsizleştiriyor. Oysa insan vücudu açısından kritik önem taşıyan düzenli hareket; kas ve eklem hastalıkları, hipertansiyon, diyabet, depresyon, kalp ve damar hastalıkları ile osteoartrit gibi kronik sorunların önlenmesinde önemli rol oynuyor. Acıbadem Maslak Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Meral Bayramoğlu “İnsan bedeni hareket etmek için yaratılmıştır. Hareketsizlik doğal bir durum değildir. Maalesef teknolojinin sağladığı kolaylıklar bizi konforlu ama sağlıksız bir hayata alıştırdı. Bunun bedelini ağrılar, erken yaşta başlayan kireçlenmeler, metabolik hastalıklar ve ruhsal çöküntüyle ödüyoruz” diyor.

Son yıllarda hareketsizliğe bağlı boyun, bel ve sırt ağrıları ile kas ve eklem hastalıklarının gençlerde de arttığını vurgulayan Prof. Dr. Bayramoğlu “Özellikle genç yaş grubunda bile postüral sorunlara bağlı ağrıları çok sık görmeye başladık. Ayrıca hareketsizliğe bağlı olarak kilo alımı da yaygınlaştı. Fazla kilo, özellikle diz, kalça ve bel bölgesine binen yükü artırarak dejeneratif eklem hastalıklarına, menisküs ve bağ problemlerine zemin hazırlar, ağrılar kronikleşir. Üstelik hareketsiz yaşam, sadece bedeni değil, zihinsel fonksiyonları da köreltir” diyor. Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Meral Bayramoğlu 10 Mayıs Sağlık İçin Hareket Et Günü kapsamında, hareketsizliğin vücudumuzda yol açtığı hasarları anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Meral Bayramoğlu

Prof. Dr. Meral Bayramoğlu

  • Kas-iskelet sistemi hastalıkları

Kaslar kullanılmadıkça küçülür, gücünü kaybeder. Bu da günlük hareketleri yapmayı zorlaştırır. Hareketsizlik, eklem kapsüllerinin ve bağların esnekliğini azaltır. Bu durum bel ve diz tutulmaları gibi sorunlara yol açar. Özellikle uzun süre masa başı çalışan bireylerde kamburluk (kifoz), boyun düzleşmesi gibi postüral deformiteler gelişebilir. Ayrıca eklem yüzeyleri hareketsiz kaldığında beslenmesi bozulur, bu da dejenerasyona zemin hazırlar.

  • Kalp-damar hastalıkları

Hareketsizlik venöz dönüşü (kanın kalbe geri taşınması) yavaşlatır, bu da ödem, varis ve damar tıkanıklığı riskini artırır. Düzenli egzersiz yapılmadığında kalp daha az verimli çalışır, kondisyon düşer. Hareketsiz yaşam damar duvarlarının elastikiyetini azaltır, bu da kan basıncını yükseltir.

  • Metabolik hastalıklar

Prof. Dr. Meral Bayramoğlu “Hareketsizlikle birlikte kalori harcaması azalır, bu da kilo artışına neden olur. Ayrıca kaslar aktif olmadığında glikozu daha az kullanır. Bu da insülinin etkisini azaltır. Hareketsizlik, kötü kolesterol (LDL) düzeyini de artırabilir” diyor.

  • Solunum sistemi hastalıkları

Hareketsiz yaşam tarzına sahip olan bir kişide zamanla sığ solunum gelişir, bu da akciğerlerin hava kapasitesini sınırlar. Düzenli hareket ve düzenli egzersiz derin solunumu teşvik eder, dokulara daha iyi oksijen taşınmasını sağlar ve nefes darlığını azaltır.

  • Sindirim sistemi hastalıkları

Hareket eksikliği sindirim sistemi üzerinde de birçok olumsuz etkiye yol açabilir. Bağırsak hareketlerini yavaşlatarak kabızlığa, gaz ve şişkinlik gibi sorunlara neden olur. Aynı zamanda hareketsizlik ve uzun süre oturmak reflü riskini de artırır.

  • Depresyon ve uyku bozuklukları

Fiziksel aktivite, mutluluk hormonları olan serotonin ve endorfin salınımını artırır. Hareketsizlik bu dengeyi bozar. Özellikle yaşlı bireylerde fiziksel inaktiviteyle birlikte dikkat, hafıza ve konsantrasyon sorunları gelişebilir. Gün içinde enerji harcamayan bireyler geceleri daha huzursuz ve kesik kesik uyuyabilir. Egzersizle birlikte artan beyin kan akımı, öğrenme, hafıza ve karar verme gibi bilişsel fonksiyonları destekler. Düzenli hareket, Alzheimer ve demans riskini azaltır.

  • Lenfatik sistem ve bağışıklık

Prof. Dr. Meral Bayramoğlu “Kasların pompalama etkisiyle ilerleyen lenf sistemi, hareketsizlikle duraklar. Bu da vücuttaki toksinlerin ve ödemin atılmasını engeller. Kan dolaşımı ve lenfatik akış yavaşladığında, bağışıklık hücrelerinin etkinliği de azalır” diyor.

Tuvaletinizi geciktirmeyin

Dışkı ve idrar ihtiyacının zamanında karşılanması gerektiğini belirten uzmanlar, aksi halde farklı sağlık sorunlarının görülebileceğini söylüyor.

Çeşitli nedenlerde tuvalete çıkmamanın özellikle kabızlık sorununun sık görülmesine neden olduğunu vurgulayan Gastroenteroloji ve Dahiliye Uzmanı Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Büyük abdestini uzun süre tutan kişilerde bağırsaklarda düzensizlikler oluşabilir. Uzun vadede dışkının sıvı emilimi artar, dışkı kuru ve sert hale gelir ve bu da hemoroid gibi hastalıklara yol açabilir.” dedi. Uzun süre idrarı tutmanın, mesane kaslarının zayıflamasına ve çocuklarda ise idrar yolu enfeksiyonlarına yol açabileceğini dile getiren Atamer, bu konuda bilinçli davranılarak sağlıklı bir yaşamın desteklenmesi gerektiğini aktardı.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Gastroenteroloji ve Dahiliye Uzmanı Prof. Dr. Aytaç Atamer, tuvalet ihtiyacının zamanında ve düzenli olarak karşılanmamasının sağlık üzerindeki etkilerinden bahsetti.

Prof. Dr. Aytaç Atamer

Prof. Dr. Aytaç Atamer

Bağırsak alışkanlıklarının düzenlenmesi için zamanında tuvalete çıkmak önemli!

Vücudumuzun normal fonksiyonlarından biri olan idrar ve büyük abdest yapma ihtiyacının, sağlıklı bir yaşam için düzenli olarak yerine getirilmesi gereken temel gereksinimler olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Özellikle dışkının sosyal nedenler, kirlilik korkusu ve çekinme gibi etkenlerle tutulması, ülkemizde sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu durum, kabızlık sorununun sık görülmesine neden olur.” dedi.

Atamer, dışkılama ihtiyacı geldiğinde zamanında tuvalete gitmenin, bağırsak alışkanlıklarının düzenlenmesini sağladığını ve dolayısıyla normal ve sağlıklı bir yaşam sürdürülmesine yardımcı olduğunu kaydetti.

Uzun süre tuvalete çıkmamak kabızlığı artırarak hemoroide neden olabilir!

Büyük abdestini uzun süre tutan kişilerde bağırsaklarda düzensizlikler oluşabileceğine dikkat çeken Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Bu durumda bağırsaklardan beyne giden sinirlerde işleme problemleri ortaya çıkabilir. Uzun vadede dışkının sıvı emilimi artar, dışkı kuru ve sert hale gelir ve bu da hemoroid gibi hastalıklara yol açabilir. Ayrıca, anal fissür gibi çatlaklar oluşabilir ve kabızlığı artırabilir. Dolayısıyla, gereksiz yere dışkı ve idrar tutmak sağlık açısından sakıncalıdır ve bu ihtiyaçlar zamanında karşılanmalıdır.” uyarısını yaptı.

Dışkı ve idrar ihtiyaçlarının düzenli karşılanması, genel sağlık açısından önemli!

Uzun süre idrarı tutmanın, mesane kaslarının zayıflamasına ve çocuklarda ise idrar yolu enfeksiyonlarına yol açabileceğini dile getiren Gastroenteroloji ve Dahiliye Uzmanı Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Mesanenin normalde 500 mililitre kapasitesi vardır ve idrar ihtiyacı hissedildiğinde boşaltılması gerekir.” dedi.

Toplumumuzda bu iki sistemde sık görülen kabızlık ve idrar tutma problemlerinin, ileride sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına neden olabileceğini aktaran Atamer, sözlerini şöyle tamamladı:

“Dışkı ve idrar ihtiyaçlarının zamanında ve düzenli olarak karşılanması, genel sağlık ve yaşam kalitesi açısından önemlidir. Bu ihtiyaçların ertelenmesi veya tutulması, çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilir ve dolayısıyla bu konuda bilinçli davranmak gerekir.”

Çocuklarda astımın sebebi nedir?

Astım, solunum yollarının çevresinde gelişen iltihaplanma ve kasların gerilmesinden kaynaklanan kronik bir akciğer hastalığıdır. Çocukluk çağı astımında, polen maruziyeti, soğuk algınlığı, solunum yolu enfeksiyonları gibi tetikleyiciler ile akciğerler ve solunum yolları iltihaplanır. Astımda risk faktörleri ebeveynlerde astım öyküsünün yanı sıra besin alerjisi, atopik dermatit, sigara dumanına maruziyet olarak sıralanabilir. Memorial Ankara Hastanesi Çocuk Alerjisi Bölümü’nden Prof. Dr. Ersoy Civelek, “6 Mayıs Dünya Astım Günü” nedeniyle çocuklarda astım hastalığı ve dikkat edilmesi gerekenler hakkında bilgi verdi.

Prof. Dr. Ersoy Civelek

Prof. Dr. Ersoy Civelek

Çocuklarda ve yetişkinlerde sebebi tam olarak bilinmemekle beraber, anne veya babada astım veya alerjik rinit olmasının, astımın en önemli risk faktörlerinden biri olduğu bilinmektedir. Bunun yanında; hava kirliliği, annenin gebelikte sigara kullanması, doğum sonrası sigara kullanımının devam etmesi, şehir yaşamı, hastanın kendisinde besin alerjisi veya atopik dermatit (egzama) olması, evde rutubet nem küf olması ve sezaryen doğum, bilinen en önemli risk faktörleri arasında yer alır. Astım belirtileri, kişiden kişiye değişmekle beraber, aynı bireyde zaman zaman da farklılık gösterebilmektedir. Bu belirtiler;

1-         Gündüz öksürükleri

2-         Gece öksürükleri

3-         Efor ile başlayan öksürük

4-         Hırıltı

5-         Göğüs ağrısı

6-         Nefes darlığı

Bu belirtilere sahip olan hastalarda başka hastalıkların olmadığı ispatlanır ve hasta özellikle nefes açıcı ilaçlardan fayda görürse astım tanısı daha doğru bir şeklide konur. Anne veya babasında astım olan bir çocuk sağlıklı olabilirken, astımlı bir çocuğun anne ve babası da sağlıklı olabilir. Astımın neden olduğu ve nasıl önlenebileceği henüz tam olarak bilinmemektedir.

Belirtiler 6. aydan sonra görülebilir

Çocuklarda astım şikayetleri genel olarak 6 aydan sonra başlayabilir. Ancak tanıdan önce şikâyetlerin tekrarlayıcı olduğunun belirlenmesi gerekir. Özellikle bebeklik çağında ilk şikâyette astım tanısı koymak yanıltıcı olabilir. Teşhiste genellikle “Okul öncesi astım” veya “Hırıltılı çocuk” isimleri kullanılmaktadır.

Doğru teşhiste kan tahlilleri önemli!

Astım teşhisinde en önemli basamak her zaman doktor-hasta-anne baba görüşmesidir. Bu görüşme sonunda şikayetler astım ile uyumlu olsa bile diğer hastalıkların (bağışıklık eksikliği, akciğer enfeksiyonu gibi) olmadığını göstermek amacıyla bazı kan tahlilleri (kanda bağışıklık hücrelerinin sayılması, bağışıklıkla ilgili maddelerin düzeylerinin ölçülmesi gibi) yapılmaktadır. İlk muayene döneminde akciğer filmi çekilmekte, hasta 5-6 yaşından büyük ise solunum fonksiyon testleri yapılmaktadır. Ayrıca hastada alerji olup olmadığını belirlemek amacıyla alerji deri testi yapılmaktadır.

Astımlı hastaların yaklaşık %80’inde alerji görülüyor

Astım ve alerji aynı şey değildir. Astımlı olan her hastada alerji olmak zorunda değildir. Astımlı hastaların yaklaşık %60-80’inde alerji vardır. Eğer bir hastada alerji varsa şikâyetleri daha iyi kontrol altına almak ve daha az ilaç kullanmak için alerji maddelerinden korunma önlemlerine uyulmalıdır. Bu nedenle astımlı hastalara alerji testi yapılmalı ve varsa korunma yöntemleri önerilmeli, gerekirse uygun hastalarda alerji aşı tedavisi yapılmalıdır.

Astımı okullarda yönetmenin 4 önemli yolu!

Çocuklarda astımın en önemli tetikleyicileri üst ve alt solunum yolu enfeksiyonlarıdır. Özellikle kış döneminde yaşanan viral enfeksiyonlar, astım ataklarının en sık sebepleri arasındadır. Ayrıca, egzersiz, sigara dumanı, ev içi hava kirleticileri ve dış ortam hava kirliliği astımın tetikleyicileri arasındadır. Alerjik olan astım hastalarında alerjenlerle (ev tozu akarı, kedi, polen ve küfler gibi) karşılaşmak da astım ataklarının en önemli tetikleyicileri arasındadır. En önemlisi, okul çağındaki çocuklar için, okullardaki üst solunum yolu enfeksiyonunun kontrol altına alınmalıdır. Bunun için dikkat edilmesi gereken bazı durumlar aşağıdaki gibidir;

  • Sınıflar sık sık havalandırılmalı
  • El hijyenine önem verilmeli
  • Hasta olan çocuklar maske kullanmalı
  • Atak geçiren ancak okula gelebilecek kadar iyi olan çocuklara, rahatlatıcı fıs fıs ilaçlar, okuldaki sağlık birimi tarafından verilmeli

Düzenli ilaç kullanan çocuklarda iyileşme görülmesi mümkün!

Okul öncesi astım şikâyetleri olan ve düzenli ilaç kullanan hastaların yaklaşık %50-55’i, 6-8 yaş civarında şikâyetsiz hale gelebilir ancak kalan %40-45’lik hasta grubunda şikâyetler devam etmektedir. Hangi hastanın düzeleceğini kesin olarak söylemek mümkün değildir. Ayrıca okul öncesi şikâyetleri olan her çocuk için “7 yaşında düzelecek” demek hastalarda gereksiz bir beklenti oluşturabilir ve şikayetler düzelmez ise tedaviye olan güvenleri sarsılabilir. Okul öncesi yaş grubu çocukların hastalıklarının, gelecek dönemde nasıl olacağı ile kesin yargılarda bulunmak doğru bir yaklaşım değildir.

Astım hastaları, Akdeniz tipi diyet ile beslenmeli

Astımda faydası ispatlanmış bir tamamlayıcı tedavi bulunmamaktadır. Astım hastalarının, Akdeniz tipi diyet ile beslenmeleri ve kilolarını kontrol etmeleri önerilmektedir. Astım hastalarının %80’inde alerjik rinit şikâyeti, alerjik rinit hastalarının yarısında astım şikâyetleri vardır. Bu nedenle astımlı hastalar alerjik nezle açısından, alerjik nezleli hastalar da astım açısından değerlendirilmelidir. Astım şikâyetleri hastadan hastaya ve aynı hastada zaman içinde değişmeler gösterebilmektedir. Her astım hastasının ihtiyaç duyduğu ilaç türü ve ilaç dozu birbirinden farklı olabilir. Bu nedenle özellikle şikâyetleri kontrol altında olmayan hastalar, mutlaka çocuk alerji ve immünoloji uzmanları tarafından muayene edilmelidir.

Burun estetiği talebi 15 yaşına kadar indi!

Burun estetiği ameliyatı, dünyada ve ülkemizde en sık yapılan estetik operasyonlarında ilk sırada yer almaya devam ediyor.  Son yıllarda internet üzerinden yapılan toplantıların artması nedeniyle yüz bölgesine yönelik estetik operasyonlara, özellikle de burun estetiğine olan talep giderek artıyor. Üstelik, sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflarının daha fazla beğeni alabilmesi için 15-16 yaşındaki gençler bile ailelerini ikna ederek burun estetiği ameliyatı yaptırmak amacıyla hekimlere başvuruyorlar.  Acıbadem Dr. Şinasi Can (Kadıköy) Hastanesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Dr. Cem Öz, burun estetiği ameliyatının genel sağlık durumu uygun olan ve kemik ile kıkırdak gelişimini tamamlamış kişilere yapılması gerektiğine dikkat çekerek, “Burun estetiği ameliyatını, yüz gelişiminin tamamlandığı 18 yaşından sonra öneriyoruz. Bunun sebebi ise bu yaş öncesinde kemik ve kıkırdakların gelişimlerinin devam etmesi nedeniyle operasyondan başarılı sonuç alınamama riskinin olması. Dolayısıyla, gençler sonuçtan memnun kalmayıp mutsuz olabiliyor ve ilerleyen yıllarda 2’inci kez burun ameliyatı yaptırmak durumunda kalabiliyorlar. Bu nedenle, aileleri tarafından kabul edilse bile kızlarda 16-17 ve erkeklerde 17-18 yaşından önce, kemik gelişimi tamamlanmadan, burun estetiği ameliyatlarının yapılmasını tavsiye etmiyoruz” diyor. Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Dr. Cem Öz, burun estetiği (Rinoplasti) ameliyatı hakkında en çok merak edilen soruları yanıtladı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Dr. Cem Öz

Dr. Cem Öz

İdeal bir burun nasıl olmalı?

Yüzümüzde en çok dikkat çeken yapı olması nedeniyle burunda gerçekleştirilen değişiklikler kolayca fark ediliyor. Dr. Cem Öz, dolayısıyla burun estetiği ameliyatında, burun şeklinin yüz ile uyumlu olmasının ve doğal bir görünüm sağlamasının en önemli kriter olduğunu belirterek, “Yüzün diğer kısımlarıyla uyumlu, dikkat çekici ve yapay görüntüsü olmayan, ancak yüze güzellik ile çekicilik katan, nefes alma sorununun da düzeltildiği burun şekli hedefleniyor.  Doğal görünüm sağlandığı takdirde, burun estetiği yapıldığı, hastanın yeni tanıştığı kişiler tarafından anlaşılmayabiliyor” diyor.

İstediğim burun şeklini yaptırabilir miyim?

Her burun kişiye özeldir. Bu nedenle, estetik ameliyatı sizin istekleriniz doğrultusunda özel olarak planlanıyor ve uygun teknikler kullanılıyor. Ancak isteklerinizin gerçekçi olması büyük bir önem taşıyor.

Burun estetiği ameliyatlarında hangi yöntemler uygulanıyor?

Burun estetiği ameliyatlarında, burun derisi altındaki kemik ve kıkırdak dokularını şekillendirmek için “açık rinoplasti” ve “kapalı rinoplasti” olmak üzere iki teknik kullanılıyor. Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Dr. Cem Öz, her iki yöntemin de avantaj ve dezavantajları olduğunu belirterek, “Rinoplasti ameliyatları eskiden sadece kapalı yöntemle yapılırken, günümüzde anatomik yapıların tam ortaya konduğu ve daha kolaylıkla şekillendirilebildiği açık yöntem de popülerlik kazandı. Yine günümüzde, kapalı yöntemlerde geliştirilen burun sırtı koruyucu ve burun ucu kıkırdak şekillendirme yöntemleriyle kapalı teknikteki dezavantajlar da azaltıldı” diyor.

Hangi tekniğin uygulanacağına nasıl karar veriliyor?

Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Dr. Cem Öz, ameliyatın hangi yöntemle uygulanacağına burunda yapılacak olan işlemlere göre karar verildiğini belirterek, “Burun estetiği ameliyatlarında farklı burun deformasyonları için farklı teknikler kullanılabiliyor. Örneğin, burun ucu şekillendirmesinde fazla değişiklik gerektirmeyen durumlarda kapalı teknik yeterli gelebilirken, ciddi deformasyon olan tablolarda veya revizyon rinoplastide açık teknik daha başarılı olabiliyor. Bu noktada, cerrahın hangi yöntemde daha deneyimli ve başarılı olduğu önem taşıyor” diye konuşuyor.

Ağrılı ve ödem oluşturan bir ameliyat mı?

Burun estetiği ameliyatı sonrasında ağrı hafif düzeyde oluyor ve ağrı kesici tedavilerle yönetilebiliyor. Genellikle hastanede bir gece takip yeterli geliyor, sabah kontrolünde sıkıntı görülmediği takdirde hasta taburcu ediliyor.

Burnumdaki tamponlar çıkarılırken canım yanar mı?

Burun tamponları, rinoplasti ameliyatı sonrasında, kemik ile kıkırdak dokulara destek vermesi ve kanamaların azaltılması amacıyla kullanılıyor. Günümüzde başvurulan silikon tamponların orta kısımlarının delikli olması, hastaların ameliyat sonrasında büyük bir nefes alma problemi yaşamalarını önlüyor. Burun tamponları, yapılan işlemlere göre, 3-7 gün arasında çıkarılıyor. Üstelik yıllar önce kullanılan bez tamponların çıkarılması sırasında oluşan ağrı ve kanamalar, yaygın inanışın aksine, silikon tamponlarla artık yaşanmıyor.

Gözaltında oluşan morlukları nasıl hafifletebilirim?

Rinoplasti ameliyatı sonrasında oluşan morlukların şiddeti; hastanın cilt yapısına, morarmaya yatkınlığına, yapılan işleme, ameliyatın süresi ile tekniğine göre değişiyor. Dr. Cem Öz, günümüzde ultrasonik piezo gibi teknolojik yöntemler ve burun sırtı koruyucu rinoplasti yöntemleriyle morlukların minimal seviyelere  ulaştığını belirterek, sözlerine şöyle devam ediyor: “Ameliyat sonrasında buz uygulamaları ve morluk önleyici kremler morlukların hafiflemesinde etkili oluyorlar. Bunların yanı sıra tansiyonun yükselmemesi için sigara ve alkolden uzak durulması gerekiyor. Yatarken başın yükseltilmesi, düz yatılması ve başın öne doğru fazla eğilmemesi de önem taşıyor. Tüm bu önlem ve tedavilerle morluklar yedi gün içerisinde geçiyor.”

Ameliyat sonrasında burun ucu düşer mi?

Dr. Cem Öz,  burun ucunun ameliyat sırasında burun ucundaki kıkırdaklara verilen şeklin yeterince desteklenmemesi durumunda düştüğünü belirtiyor. İlk zamanlarda, ödem nedeniyle belli olmayan bu tablonun zaman geçtikçe fark edildiğini aktaran Dr. Cem Öz, “Doğru teknikle yapılan ve iyi desteklenmiş burun ucu kıkırdakları ise zamana meydan okuyor ve onlarca yıl sonrasında bile burun ucunda düşme sorunu yaşanmıyor” diye konuşuyor.

Burun estetiği ameliyatı kalıcı çözüm sunuyor mu?

Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Dr. Cem Öz, burun estetiği ameliyatlarında yapılan düzeltmelerin ömür boyu kalıcı olduğuna işaret ederek, “Ancak nadiren, çok eğri ve travmatik hasarlı burunlarda, kıkırdak yapıdaki eğrilikler tüm düzeltme işlemlerine rağmen, ‘kıkırdak hafızası’ diye tanımlanan eski şekline dönmesiyle sonuçlanabiliyor. Bu tür durumlarda revizyon ameliyatları gerekebiliyor” diyor.

İş ve sosyal yaşantıma ne zaman dönebilirim?

Ameliyat sonrasında, genellikle 7’inci günde, burun termoplastik atelleri ve bantları çıkarılabiliyor. Bu işlem sonrasında, kişisel bakımınızı yaparak, iş ve sosyal yaşantınıza dönebilirsiniz.

Burnum gerçek şeklini ne zaman alacak?

Rinoplasti ameliyatı sonrasında burundaki ödemin azalması ve kemik ile kıkırdak yapıların iyileşmesi ortalama 3 ay sürüyor. Ancak burnun tam şeklini alması bir yılı bulabiliyor.

Ameliyat sonrasında nelere dikkat etmeliyim?

Ameliyat sonrasında,  ilk zamanlarda dikişlere pansumanların yapılmasını ve kan pıhtılarının temizlenerek burnun temiz tutulmasını önerdiklerini belirten Dr. Cem Öz, dikkat edilmesi gereken diğer kuralları şöyle özetliyor:

  • Tamponlar çıkarıldıktan sonra, burundaki tıkanıkları önlemek için steril tuzlu su spreyleri kullanın ve güçlü bir şekilde sümkürmekten kaçının.
  • Alçı ve bantlar çıkarıldıktan bir ay sonra ödemi azaltmak için ödem azaltıcı kremlerle burnunuza hafif masajlar yapın.
  • Koyu renk iz kalmasını önlemek amacıyla güneşten korunun ve 50 faktör koruyucu güneş kremi kullanın.
  • Gözlük ve güneş gözlüğünü 3 ay boyunca takmayın.
  • Deniz ve havuza en az bir ay girmeyin, eğer girdiyseniz suya atlamayın ve dalmayın.
  • Spora en az bir ay ara verin.
  • İlk 3 ay mümkün olduğunca düz ve yüksekte yatın, asla yüz üstü uzanmayın.
  • Burnunuzu her türlü darbeden koruyun, silerken dikkatli olun ve sağa ya da sola çevirmeyin.