Yazılar

Özellikle kalp ve diyabet hastaları risk altında!

Özellikle kalp ve diyabet hastaları risk altında!

Tüm yıl boyunca heyecanla beklediğimiz yaz mevsimi nihayet geldi. Ancak yaz aylarında diyabet ve kalp hastalıkları gibi kronik hastalığı olan kişilerin daha dikkatli olmaları gerekiyor.  Zira sıcak havalar pek çok ciddi hastalığı tetikleyebiliyor, hatta hastanın hayatını kaybetmesine bile yol açabiliyor! Hava sıcaklığı arttığında vücudumuz bu duruma uyum sağlamaya çalışıyor. Derideki yüzeysel damarlar genişleyerek kan dolaşımını artıyor ve bunun sonucunda terleme oluyor. Sıcaklar nedeniyle vücut çok terlediğinde ise buna paralel olarak sıvı kaybı da çok olabiliyor. Acıbadem International Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Özkan Uysal, vücuttaki aşırı sıvı kaybının özelikle diyabet ve kalp gibi kronik hastalığı olan kişilerde önemli sorunlara neden olabileceği uyarısında bulunarak, “Bu durumda kalp hızı artarak kalpte ritim bozukluklarına yol açabilir. Ayrıca beyin kanaması, felç veya kalp krizi gelişebilir. Ancak kronik hastalığı olan kişiler kendilerini takip eden doktorlarının önerilerine sıkı bir şekilde uymaları ve tedavilerine aksatmadan devam etmeleri halinde yaz aylarını daha sorunsuz geçirebilirler” diyor.  İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Özkan Uysal, yaz aylarında dikkat edilmesi gereken kuralları anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Dr. Özkan Uysal

Dr. Özkan Uysal

Su içmek için susamayı beklemeyin

Sıcak havalarda aşırı terlemek vücutta ciddi sıvı kayıplarına sebep olabiliyor. İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Özkan Uysal, vücuttaki sıvı açığını kapatmak için bol miktarda su tüketilmesi gerektiğine işaret ederek, “Yaz aylarında bol su içilmesi vücut ısısını dengeleyerek sıcak havanın neden olduğu stresin kalp üzerindeki yükünü azaltır.  Bu nedenle yaşamsal önem taşımaktadır. Ancak vücutta su eksikliği her zaman hissedilemeyebilir. Dolayısıyla susamayı beklemeden her gün 2 -2,5 litre su tüketmeye özen gösterilmelidir” diyor.

Bu saatler arasında dışarı çıkmayın

Sıcak ortamlarda uzun süre kalmamaya özen gösterin. Özellikle de güneş ışınlarının yer yüzüne en dik geldiği 11:00-16:00 saatleri arasında güneşten kaçınmanız çok önemli. Zira diyabet ve kalp gibi kronik hastalıklarda sıcak havalar beyin kanaması ve kalp krizini tetikleyebiliyor.

Öğle saatlerinde egzersiz yapmayın

Özellikle sıcağın en fazla hissedildiği 11:00 – 16:00 saatleri arasında egzersiz yapmaktan kaçının.  Egzersiz için daha serin olan sabah erken saatlerini ya da akşamı tercih edin. Ayrıca egzersiz yapacağınız yerin serin ve gölge yerler olmasına dikkat etmeniz de çok önem taşıyor.

Ağır yemekler tüketmeyin

Kalorisi yüksek ve sindirimi zor olan gıdalardan kaçınmaya özen gösterin. Kırmızı et ve yumurtayı sindirimlerinin zor olması nedeniyle ölçülü olarak tüketmeyi alışkanlık edinin. Dr. Özkan Uysal, yaz aylarında su içeriği yüksek olan gıdaları tercih etmeniz gerektiğini belirterek, “Sebze yemekleri, salatalar ve ızgara olarak pişirilmiş az yağ içeren etler tüketilebilir” diyor.

Vücudunuzun sinyallerini ciddiye alın

Vücudunuzla ilgili herhangi bir sorun hissettiğinizde bunu asla ihmal etmeyin. Yaz aylarında kalp krizi ve inme gibi ciddi tablolara daha sık rastlandığı uyarısında bulunan İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Özkan Uysal, “Özelikle göğüs ağrısı ve nefes darlığı gibi şikayetler varsa mutlaka kardiyoloji muayenesi olunmalıdır” diyor.

Alkol tüketiminden kaçının

Alkol kullanımı sıvı kaybına neden oluyor. Dolayısıyla özellikle kalbinizle ilgili sorun varsa, hastalığı olumsuz etkileyebileceği için alkollü içeceklerden kaçınmanız çok önemli.

Açık renkli ve nefes alabilen kıyafetler giyin

Terleterek vücutta sıvı kaybına yol açabileceği için yaz aylarında ağır kumaştan yapılmış veya polyester içeren kıyafetlerden kaçınmanız gerekiyor. Bu mevsimde cildinize nefes aldıracak ince ve pamuklu kıyafetler giymeniz vücudunuzun ideal ısıda kalmasına yardımcı olacaktır.

Düzenli kullandığınız ilaçlarınızı aksatmayın

Düzenli olarak kullandığınız ilaçlarınızı kendinizi iyi hissettiğiniz için asla bırakmayın. İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Özkan Uysal, sıcak hava, güneş ile tatilin rehavetine kapılıp ilaçların ve rutin kontrollerin asla aksatılmaması gerektiğini vurgulayarak, “Hastaların ilaçlarda ve kullandıkları dozlarda yaz aylarında değişiklik olup olmayacağını doktorlarına danışmaları yaşamsal öneme sahiptir. Zira gelişigüzel bırakılan ilaçlar tansiyon ve şeker kontrolünün bozulması gibi önemli sorunlara neden olabilir” diyor.

Meyvelerde aşırıya kaçmayın

Özellikle diyabet hastalığınız varsa yüksek şeker oranına sahip olan karpuz ve incir gibi yaz meyvelerini tüketmekten kaçının. Meyve yerken porsiyon kontrolüne dikkat etmeniz de büyük öneme sahip. Ayrıca bir bardak meyve suyu üç porsiyon meyveye denk geldiği için suyu yerine meyvenin kendisini tüketmeniz daha sağlıklı olacaktır.

Çay ve kahveyi sınırlandırın

Kahvede bulunan kafein ve çaydaki teofilin vücuttan daha fazla idrar atılmasına neden olabiliyor. Dolayısıyla yaz aylarında çay ve kahve tüketimini çok azaltmalı ya da tamamen bırakmalısınız.

Omuzları açıkta kalmasın, çünkü…

Omuzları açıkta kalmasın, çünkü…

Parklarda, kumsalda veya çayır ve çimenlerde… Çocuklar yaz aylarında genellikle açık havada fazla zaman geçirmeleri nedeniyle güneş ışınlarına daha yoğun maruz kalıyorlar. Güneş ışınları her ne kadar D vitamini için önemli olsa da, ozon tabakasında oluşan delinmeler ve incelmeler ciddi sorunlara yol açabiliyor. Bu nedenle çocuklar yaz aylarında açık havanın keyfini çıkarırken onları güneşin zararlı etkilerinden korumak çok önemli. Özellikle bebekleri ve 5 yaşın altındaki küçük çocukları, ciltlerinin hassas yapılarından dolayı güneşten korurken çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Acıbadem International Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şebnem Ersoy, çocuklarda güneş kaynaklı en sık güneş yanıkları, güneş çarpması, ciltte lekeler ve çillenme ile benlerde artış sorunları yaşandığına dikkat çekerek, “Özellikle çocukluk döneminde aşırı güneşe maruz kalma sonucu oluşan cilt yanıkları ileride gelişebilecek cilt kanseri için önemli bir risk faktörüdür. Güneş ışınları deri hücrelerinde DNA hasarına yol açarak cilt kanseri gelişmesine sebep olabilir. Öyle ki çocukluk çağında bir kez bile güneş yanığı olmuş çocukların ileriki yaşlarda cilt kanserine yakalanma riskleri üç kat daha fazladır. Dolayısıyla çocukları güneşten korumak büyük önem taşımaktadır” diyor. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şebnem Ersoy, ebeveynlerin güneşin zararlı ışınlarına karşı almaları gereken önlemleri anlattı; önemli uyarılarda bulundu!

Dr. Şebnem Ersoy

Dr. Şebnem Ersoy

Bu saatlerde dışarıya çıkmayın!

Güneşten korunmanın en önemli yolu güneşten kaçmaktır. Havanın kapalı ya da bulutlu olması veya gölgelik alanlar güneşten tam korunma sağlamaz. Dolayısıyla güneş ışınlarının yeryüzüne en dik geldiği 11.00-15.00 arasında çocuğunuzu güneşe çıkarmamaya özen göstermeniz çok önemli.

Şapkası geniş kenarlıklı olsun

Çocuğunuzu güneşten korumak için geniş kenarlıklı şapkaları kullanın. Geniş siperlikli arka ve önden ekstra kumaşlarla desteklenmiş şapkalar (Balıkçı, kova ya da cankurtaran tipi) yüz ve boynu da korudukları için iyi bir tercih olacaktır.

Güneş gözlüğü çok önemli

Çocuğunuzun gözlerini zararlı UVA ve UVB ultraviyole ışınlarından korumak için mutlaka güneş gözlüğü kullanmasını sağlayın. Güneş gözlüğünün CE veya UV 400 sertifikasına sahip olması UV ışınlarına karşı iyi koruduğunu gösterir.

Omuzları açıkta kalmasın

Yaz aylarında çocuğunuzun giysilerinin güneş ışınlarına karşı koruyucu etkiye sahip olmasına dikkat edin. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şebnem Ersoy, omuzların güneş ışığı için en riskli bölgeleri oluşturduğunu belirterek, “Dolayısıyla çocuğunuz uzun süre  açık havada kalacaksa omuzları açıkta bırakan askılı kıyafetler giydirmeyin. Bol kesim, hafif kıyafetler vücudunu serin tutacaktır. Kumaşlar güneş ışınlarını geçirmemeli, sık dokunmuş ve açık renkli olmalıdır. Günümüzde özel güneş koruyuculu,  çabuk kuruyan kıyafetler de var ve bunlar tercih edilebilir” diyor.

Güneşe çıkmadan 30 dakika önce sürün

Güneş kremi kullanırken dikkat etmeniz gereken bir başka önemli nokta ise ürünü güneşe çıkmadan 30 dakika önce, cilde yeterli miktarda ve kalınlıkta sürmek olmalı. Dr. Şebnem Ersoy, güneş kreminin açıkta kalan cildin tamamına uygulanması ve her iki saatte bir tekrarlanması gerektiğini belirterek, “Yüz, omuz, ense ve boyun gibi  hassas bölgeler sürekli olarak koruyucu ürünle korunmalıdır. Ürün havuzdan veya denizden çıktıktan, terledikten ve havluyla kurulandıktan sonra mutlaka yenilenmelidir” diyor.

Güneş kreminde bu özelliklere dikkat!

Güneş kremi kullanmak güneşin zararlı ışınlarından korunmanın en güvenli yollarından biri olarak belirtiliyor. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şebnem Ersoy, bebeklerin ciltlerinin çok hassas olması ve gelişimlerini henüz tamamlamadıkları için  6 aydan küçük bebeklerde güneş kremi kullanımının önerilmediğini belirterek, “Dolayısıyla doğrudan güneş ışını temasından kaçınarak korunmalıdırlar” diyor. Bu aydan itibaren cilt tipine bakılmaksızın yüksek faktörlü ürünlerin kullanılması gerektiğine işaret eden Dr. Şebnem Ersoy, “Güneş kremlerinin üzerinde yazan SPF (Sun Protection Factor)  kremin koruyucu gücünü gösterir” diyor. Dr. Şebnem Ersoy, çocuklar için güneş kremi alınırken dikkat edilmesi gereken noktaları şöyle anlatıyor:

  • SPF 30 ve üzeri ( mümkünse 50 SPF ) olmalı
  • UVA ve UVB filtrelerini birlikte içermeli
  • Yüksek miktarda güneş ışınlarını süzmeli
  • Bebek ve çocuk cildine uyarlanmış, dermatolojik testlerden geçmiş olmalı
  • Paraben ve alkol içermemeli
  • Mineral ya da organomineral koruyucu içermeli
  • Derinin ısı ve PH’ından etkilenmemeli
  • Suya, denize, terlemeye, buharlaşma ve sürtünmeye dayanıklı olmalı
  • Kokusuz ve parfümsüz olmalı

Kanser hastaları ne zaman yaptırmalılar?

Kanser hastaları ne zaman yaptırmalılar?

Günümüzde kadınlar eğitim sürelerinin uzaması ve iş hayatında daha aktif rol almaları nedeniyle evlilik ve anne olma planlarını ertelemek durumunda kalabiliyorlar. Ancak kadının yaş almasıyla birlikte yumurta sayı ve kalitesi azalıyor. Ayrıca kanserin de yaygınlaşması sonucu yumurtalarını donduran kadınların sayısı giderek artıyor. Bu tür faktörlerin etkisiyle ülkemizde bu yönteme başvuran kadınların sayısının son yıllarda yaklaşık 3 kat arttığına dikkat çekiliyor! Acıbadem International Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çepni, yumurta dondurma yöntemine ideal yaş aralığında başvurmanın gebelik şansını artırmada kilit rol üstlendiğine işaret ederek, “Anneliği erteleyen kadınların yumurtalarını olabildiğince genç yaşlarda mümkünse 40 yaşından önce dondurmaları son derece önemlidir. Çünkü bu yaştan itibaren ve özellikle 43-44 yaşından sonra yumurtaların genetik olarak sorunlu olma oranı yükseliyor” diyor. Yumurta dondurmanın kadınların doğurganlıklarını korumaları adına önemli bir yöntem olduğunu belirten Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çepni, son 30 yılda geliştirilen teknikler sayesinde günümüzde oldukça başarılı sonuçlar elde edilebildiğini söylüyor. Peki her kadın yumurta dondurma yönteminden faydalanabilir mi? Kanser hastalarında yumurtalar ne zaman dondurulmalı? Yöntem öncesinde nelere dikkat edilmeli? İşte bu sorular, yumurta dondurma yöntemi yaptırmak isteyen kadınların hekimlerine en sık yönelttikleri soruları oluşturuyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çepni, yumurta dondurma yöntemi hakkında en çok merak edilen soruları yanıtladı; önemli önerilerde bulundu!

Prof. Dr. İsmail Çepni,

Prof. Dr. İsmail Çepni

Her kadın yumurta dondurma işleminden yararlanabilir mi?

Doğurganlığın korunması süreci Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı ‘Üremeye Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkında Yönetmelik’ kurallarına göre uygulanıyor. Yumurtalıklara zarar veren tedavi öncesinde veya yumurtalık kapasitesi az ( AMH hormonunun 1,5 altında) olan kadınlar bu haktan yararlanıyor. Yine yönetmeliğe göre dondurma işlemlerinde, yumurtası dondurulan kadının kanında bakılacak olan DNA kimliklendirme analizinin bulunması şart görülüyor.

Yumurta dondurma yönteminde ideal yaş grubu nedir?

Yumurta dondurma yöntemi adet gören ve yumurta rezervinin uygun olduğu her yaştaki kadına uygulanabiliyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çepni, ancak kadınların yumurtalarını 40 yaşından önce dondurmalarının son derece önemli olduğunu belirterek, “Bu yönteme 40 yaşından önce başvurulması gebelik şansı açısından önemlidir. Çünkü bu yaştan sonra yumurtaların genetik olarak sorunlu olma oranı yükseliyor” diyor.

 Yumurta dondurma işlemi nasıl yapılıyor?

Yumurta dondurma işlemi iki şekilde gerçekleştiriliyor:

Yumurtalar ilaçla büyütülmeden toplanıyor, vücut dışında olgunlaştırılıyor: Olgunlaşmamış yumurtalar toplanıyor ve laboratuvar ortamında olgun yumurta olarak donduruluyor. Ancak bu yöntemle henüz gebelik açısından çok başarılı sonuçlar elde edilemiyor.

Foliküller tüp bebek tedavisine benzer şekilde ilaçlar ile büyütülerek olgunlaştırılan yumurtalar toplanıp donduruluyor: Kanser hastalarının vakit kaybını önlemek için siklusun herhangi bir gününde başlanılan protokol tercih ediliyor. Yumurtalıkları uyarıcı hormon ilaçlarına adetin 2. günü başlanıyor. İlaçlar karın cildine uygulanan küçük iğnelerle veriliyor. Hastalar bu iğneleri kendileri yapabiliyor. İlaç tedavisi sürecinde yumurtaların büyümeleri ultrason eşliğinde izleniyor. Bu tedavi yaklaşık 12 – 15 gün sürüyor. Olgunlaşan yumurtalar anestezi altında yapılan özel bir işlemle yaklaşık 15-20 dakika içerisinde toplanıyor ve -196 derecede tüp bebek laboratuvarında dondurularak saklanıyor. Hasta aynı gün taburcu oluyor.

Kanser hastalarında işlem ne zaman yapılıyor?

Çağımızda yıllarla birlikte kanser teşhisi konulan kadınların sayıları giderek artıyor. Diğer yandan kanser tedavi olanaklarının artması sayesinde başarı oranı yükseliyor ve kanser hastalarının beklenen yaşam süreleri uzuyor. Ancak kanser tedavisinde uygulanan yöntemler üreme dokuları ve hücrelerine zarar verebiliyor.  Prof. Dr. İsmail Çepni, yumurta dondurma yöntemiyle kanser hastalarının üretkenliklerini koruma şansını elde ettiklerini belirterek, “Kanser hastası kadınlarda; kemoterapi veya radyoterapi başlamadan önce, kanser tedavisinin gecikmesine yol açmamak için adet olunmasını beklemeden, siklusun herhangi bir döneminde yumurtaların büyütülme tedavisine başlanabiliyor” diyor.

Dondurulan yumurta kaç yıl saklanabiliyor?

‘Üremeye Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkındaki Yönetmelik’ çerçevesinde dondurulmuş yumurtalar yasal olarak en fazla 5 yıl süreyle saklanabiliyor. Saklama süresinin bir yılı geçmesi halinde, saklamaya devam edilebilmesi için her yıl kadının yumurtasını dondurduğu merkeze başvuruda bulunarak talebinin devam ettiğini ifade eden imzalı dilekçe vermesi gerekiyor. Dondurulan yumurtaların 5 yıldan uzun süre saklanması ise Sağlık Bakanlığı’nın iznine bağlı oluyor. Dondurulan yumurtalar, kadının yıllık olarak saklama talebini yenilememesi, yazılı olarak imha talebinde bulunması veya hayatını kaybetmesi durumlarında saklama süresine bakılmaksızın imha ediliyor.

 İşlem öncesinde nelere dikkat edilmeli?

Yumurta dondurma işlemi öncesinde hekimin önerilerine uyulması ve sigara gibi zararlı alışkanlıklardan uzak durulması önem taşıyor. Genel sağlık kontrolü yapıldıktan sonra belirlenen sağlık sorunu varsa, tedaviye başlanıyor. Ayrıca sağlığı olumsuz etkileyen stresten, özellikle hazır fast food gibi zararlı yiyeceklerden uzak durmaya, doğal besinlerle yeterli ve dengeli  beslenmeye özen göstermek gerekiyor.

 Yumurta dondurma işlemi kimlere yapılabilir?

Prof. Dr. İsmail Çepni, yumurtalık dondurma işlemine aday olan kadınları şöyle sıralıyor:

  • 30 yaşını geçmesine rağmen doğurmamış ve eşi olmayan,
  • Tedavi öncesindeki kanser hastaları
  • Doğuştan yumurta kapasitesi az olan kadınlar
  • Kanser dışı hastalığı olup, üreme dokusu ve organlarına zarar veren ilaç kullananlar
  • Yumurtalıklarından ameliyat edilecek olan kadınlar (çikolata kisti)
  • Ailesinde erken menopoz öyküsü olması

Sabahları belirginleşen baş ağrısına dikkat!

Sabahları belirginleşen baş ağrısına dikkat!

Halk arasında ‘göz tansiyonu’ olarak bilinen glokom dünyada en önemli görme kaybı ve körlük nedenleri arasında 2. sırada yer alan bir hastalık. Ülkemizde yaklaşık her 13 kişiden 1’ine görme sinirinin ilerleyici hasarıyla seyreden glokom tanısı konuyor. Glokom yenidoğan döneminden itibaren her yaşta görülse de genellikle 40 yaşındaki kişilerde ortaya çıkıyor. Özellikle ailesinde glokom öyküsünün olması ise riski 7 kat artıyor.  Tedavide gecikildiği takdirde kalıcı görme kaybı ve körlükle sonuçlanan glokom açık açılı ve kapalı açılı olmak üzere temel olarak iki gruba ayrılıyor. Acıbadem International Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Nezih Özdemir, en sık görülen açık açılı glokomun çoğunlukla görme alanında belirgin bir hasar oluşturuncaya dek belirti vermemesi nedeniyle erken teşhis için yılda en az bir kez göz muayenesi yapılması gerektiğine dikkat çekerek, “Glokomda oluşan görme sinirindeki hasarı geriye döndürmek mümkün değildir. Bu nedenle kalıcı görme kaybını önlemenin tek yolu, hastalığa erken tanı konulmasıdır.  Dolayısıyla erken tanı için hiçbir yakınması olmasa bile herkesin yılda bir kez göz muayenesi ve göz tansiyonu kontrolünden geçmesi gerekmektedir. Ailesinde göz tansiyonu olanlar ise daha sık kontrolden geçmelidir” diyor.  Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Nezih Özdemir, sinsi ilerlese de glokomun bazen çeşitli yakınmalara da neden olabildiğini belirterek, “Özellikle sabahları belirginleşen baş ağrısı veya geceleri ışıkların etrafında hareler görülmesi glokomun önemli bir belirtisi olabilmektedir. Bu durumda hemen bir hekime başvurulmalıdır” uyarısında bulunuyor.

Dr. Nezih Özdemir

Dr. Nezih Özdemir

 Göz içindeki sıvının dengesi bozulunca…

Glokom, gözün içerisinde üretilen ve küçük kanalcıklar yoluyla gözü terk eden aköz sıvısının dengesinin bozulması nedeniyle gelişen bir hastalık. Gözümüzde üretilen ve göz yapılarını besleyen aköz sıvısı normal durumlarda gözden dışarı atılıyor. Göz içi sıvısının dışa akım yollarında bazı sebeplerden dolayı tıkanıklık gelişiyor. Dolayısıyla üretilen sıvı ile dışarı atılan sıvıda dengesizlik oluşuyor. Gözün içindeki sıvı hacminin artması sonucu gözün içindeki basınç yükseliyor. Gözde yükselen basınç göz sinirlerinin geri dönüşümsüz hasar görmesine neden olabiliyor. Dr. Nezih Özdemir, glokomun dikkatli bir göz muayenesi ile teşhis edilebildiğini belirterek, “Hastanın göz içi basıncının ölçülmesi, göz dibi muayenesi ve göz sinirlerinin incelenmesi, görme alanı testinin yanı sıra görme siniri ve sinir lifi tabakasını inceleyen ileri tetkikler ile teşhis konulabilmektedir” diye konuşuyor.

Pek çok etken riski artırıyor!

Yüksek göz tansiyonu glokomun en önemli nedeni olmasına karşın hastalığa yol açabilen pek çok risk faktörü mevcut. Yaşın ilerlemesi, kalıtımsal faktörler, sistemik hipertansiyon, arterioskleröz gibi vasküler hastalıklar, kollajen doku hastalıkları, böbrek hastalıkları, hematolojik bozukluklar ve neoplastik hastalıklar da glokoma yol açabiliyor. Ayrıca endokrin bozukluklar ile hipofiz tümörü, cushing sendromu, diyabet veya tiroit gibi hastalıkların varlığında da glokom gelişebiliyor.

Glaucoma

Sabahları belirginleşen baş ağrısına dikkat!

Hastalığın başlangıç aşamasında az sayıda hücre etkilendiği için hasta görmeyle ilgili bir olumsuzluk algılamıyor. Sinir  hücrelerinin kaybına  bağlı  olarak zamanla görüntü  bozuluyor ve gördüğümüz  alanda  kayıplar   oluşuyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Nezih Özdemir, erken evrede genellikle sinsi ilerlese de glokomun bazen çeşitli belirtiler ile kendini belli edebildiğine işaret ederek, “Hastalar bazen bulanık görme, sabahları belirginleşen baş ağrıları, geceleri ışıkların etrafında halka görülmesi, televizyon izlerken göz çevresinde ağrı gibi  sorunlardan yakınabilmektedirler. Göz tansiyonunun çok yükselmesi ise hastalığın artık ileri evreye geldiği anlamına gelmektedir” diyor.

Görme kaybının ilerlemesi önlenebiliyor!

Glokom birçok hasta tarafından ancak belirgin görme kaybı ortaya çıktığında fark ediliyor. Çok ilerleyen ve tedavi edilmemiş durumdaki glokomda geri dönüşsüz görme kaybı kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla tedavide görme kaybının ilerlemesini önlemek hedefleniyor. İlk basamak tedavi olan medikal yöntemden oldukça etkili sonuçlar elde ediliyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Nezih Özdemir,  ilaç tedavisinin yetersiz veya etkisiz olduğu durumlarda ise çeşitli cerrahi yöntemlerden faydalanıldığını belirterek, “Hangi cerrahi yönteme başvurulacağına hastanın muayene bulgularına göre karar verilmektedir. Günümüzde hastanın ihtiyacına göre değişik  cerrahi yöntemler uygulanmaktadır. Genellikle kanal açılarak yapılan trabekülektomi yöntemi tercih edilmektedir. Ayrıca göz içindeki sıvıyı boşaltan kanalın açılması veya göze gelen sıvının göz yüzeyinden uzaklaştırılması yöntemi olan drenaj uygulamaları da vardır. Bu yöntemler sayesinde görme kaybının ilerlemesi önlenebilmektedir. Tedavinin başarılı olmasındaki en önemli kriter ise hastanın doktorunun önerilerine uymasıdır” diyor.

Bu öneriler enerjinizi yükseltecek!

Halsizlik, mutsuzluk, dikkat eksikliği, kas veya eklem ağrıları gibi yakınmalarınız var mı? Gece saatlerce uyumanıza rağmen sabahları yataktan kalkmakta güçlük çekiyor musunuz? Bu sorunlar size tanıdık geliyorsa, nedeni yaşam kalitemizi oldukça düşürebilen ‘bahar yorgunluğu’ olabilir!  Bahar yorgunluğu genellikle kışın sona erip baharın gelmesiyle ortaya çıkan bir durum. Vücudumuz kış aylarında azalan gün ışığına ve düşen sıcaklıklara uyum sağlamak için enerji harcıyor. Bahar geldiğinde günlerin uzaması ve hava sıcaklıklarının artmasıyla birlikte vücut bu değişime uyum sağlamakta zorlanabiliyor. Acıbadem International Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, bunun sonucunda bahar yorgunluğu sorunu yaşanabileceğine işaret ederek, “Bahar yorgunluğunun başlıca nedenleri arasında; düzensiz uyku alışkanlıkları, beslenme düzenindeki değişiklikler ve mevsim geçişlerine bağlı olarak vücuttaki hormon seviyelerindeki dalgalanmalar yer alır. Sağlıklı beslenmek, bol su içmek ve düzenli egzersiz yapmak gibi önlemler alınarak baharı enerjik geçirmek mümkündür. Bahar yorgunluğuna karşı özellikle beslenme alışkanlıklarına dikkat edilmesi son derece önemlidir” diyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, baharı enerjik geçirmek için beslenme ve sıvı tüketimiyle ilgili dikkat etmeniz gereken 10 kuralı anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz

Güne mutlaka kahvaltı ile başlayın

Dengeli bir kahvaltı güne enerjik başlamaya yardımcı oluyor ve gün boyunca enerji seviyelerini koruyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, “Bahar yorgunluğuyla mücadele etmek için kahvaltıda protein, karbonhidrat ve sağlıklı yağ içeren bir kombinasyon tercih edilmelidir” diyor.

Dengeli ve çeşitli beslenin

Bahar yorgunluğu genellikle vücudun vitamin ve mineral eksikliğinden kaynaklanıyor. Dengeli ve çeşitli besin gruplarından yeterli miktarda beslenmek vücudu bu dönemde güçlendiriyor ve enerji seviyelerini yükseltiyor. Dolayısıyla günlük menüde sağlıklı protein kaynaklarına (örneğin tavuk, balık, tofu), lif açısından zengin tam tahıllı gıdalara (örneğin esmer pirinç, tam buğday ekmeği), antioksidan bakımından zengin meyve ve sebzelere (örneğin ıspanak, çilek brokoli) ve sağlıklı yağlara (örneğin avokado, badem, zeytinyağı) yer vermek önem taşıyor. Bu besin gruplarının her biri vücudun ihtiyacı olan farklı besin öğelerini sağlıyor. Protein kaynakları kas ve dokuların yenilenmesine yardımcı olurken, lifli tam tahıllar sindirimi düzenliyor ve uzun süre tok kalmanıza yardımcı oluyor. Antioksidanlar vücudu serbest radikallerin zararlı etkilerinden korurken, sağlıklı yağlar beyin fonksiyonlarını destekliyor ve enerji seviyelerini artırıyor.

Öğün atlamayın

Düzenli aralıklarla beslenmek kan şekerinin dengelenmesine ve enerji seviyelerinin stabil kalmasına yardımcı oluyor. Özellikle sabah kahvaltısı  metabolizmayı hızlandırıyor ve enerjinin gün boyunca sürmesini sağlıyor.

Antioksidandan zengin besinler tüketin

Bahar yorgunluğu genellikle vücudun oksidatif stresle başa çıkma yeteneğini azaltıyor. Antioksidanlar, serbest radikallerle savaşarak hücresel hasarı önlüyor ve bağışıklık sistemini destekliyor. Bu sayede bahar yorgunluğunun etkilerini azaltabiliyor. Yeşil çay ve beyaz çay gibi antioksidan içeren içecekler bu dönemde vücudu destekliyor.

Su miktarını artırın

Baharda enerjinizi yükseltmek için günde 2 – 2.5 litre su içmeye özen gösterin. Zira bahar aylarında artan sıcaklıklar ve terleme, vücudun su ihtiyacını artırıyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, “Yeterli miktarda su içmek vücudu nemli tutar, sindirimi destekler ve enerji seviyelerini yükseltir” diyor.

Düşük glisemik indeksli besinler önemli

Tam buğday ekmek, kinoa ve mercimek gibi düşük glisemik indeksli besinler kan şekerinin dengeli bir şekilde yükselmesini sağlıyor ve enerji seviyelerini daha uzun süre stabil tutuyor. Bu işlevleri de bahar yorgunluğunun etkilerini azaltarak daha istikrarlı bir enerjiye katkıda bulunuyor.

ıcaklıklara uyum sağlamak için enerji harcıyor. Bahar geldiğinde günlerin uzaması ve hava sıcaklıklarının artmasıyla birlikte vücut bu değişime uyum sağlamakta zorlanabiliyor. Acıbadem International Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, bunun sonucunda bahar yorgunluğu sorunu yaşanabileceğine işaret ederek, “Bahar yorgunluğunun başlıca nedenleri arasında; düzensiz uyku alışkanlıkları, beslenme düzenindeki değişiklikler ve mevsim geçişlerine bağlı olarak vücuttaki hormon seviyelerindeki dalgalanmalar yer alır. Sağlıklı beslenmek, bol su içmek ve düzenli egzersiz yapmak gibi önlemler alınarak baharı enerjik geçirmek mümkündür. Bahar yorgunluğuna karşı özellikle beslenme alışkanlıklarına dikkat edilmesi son derece önemlidir” diyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, baharı enerjik geçirmek için beslenme ve sıvı tüketimiyle ilgili dikkat etmeniz gereken 10 kuralı anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Doymamış yağları tercih edin

Omega-3 yağ asitleri, beyin fonksiyonlarını destekliyor ve zihinsel enerjiyi artırıyor. Balık gibi omega-3 bakımından zengin besinlerin tüketilmesi bahar yorgunluğuyla mücadelede yardımcı olabiliyor.

Kafein ve şeker içeren içeceklerden kaçının

Kafein ve şeker içeren içecekler kısa süreli enerji artışlarına neden olabiliyor, ancak ardından düşüş yaşatabiliyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, “Dolayısıyla bu içeceklerin tüketimini azaltmak veya sınırlamak daha istikrarlı bir enerji seviyesi sağlayarak bahar yorgunluğunun etkilerini azaltabilir” bilgisini veriyor.

Tuz tüketimini kısıtlayın

Yüksek tuz tüketimi su tutulumuna yol açarak enerji seviyelerini düşürebiliyor. Bu tablo da bahar yorgunluğunun etkilerini artırabiliyor. Tuz tüketimini azaltmak vücudun su dengesini koruyarak enerji seviyelerini daha dengeli tutabiliyor.

Uykusuz kalmayın

Bahar yorgunluğuyla mücadelede düzenli ve yeterli uyumak önem taşıyor. Yeterli uyku vücudun yenilenmesine ve enerji depolarının dolmasına katkı sağlıyor.

Sıvı alımında ana kaynak ‘su’ olmalı!

Sıvı alımında ana kaynak ‘su’ olmalı!

Oruç tutmak fiziksel ve ruhsal sağlığımız üzerinde pek çok fayda sağlasa da, bazı kurallara dikkat etmediğimizde böbrekleri etkileyebiliyor. Beslenmenin hastalıkların tedavisinde, ilerlemesinde veya gerilemesinde önemli olabileceğini belirten Acıbadem International Hastanesi Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, “Ramazan’da beslenme alışkanlıkları değişebileceği için özellikle böbrek hastalarında daha da önemlidir. Kronik böbrek hastalarının oruç tutmadan önce mutlaka hekimleriyle görüşmeleri gerekmektedir” diyor. Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, kronik böbrek hastalarının Ramazan’da sağlıklı ve yeterli beslenmenin yanı sıra bol su tüketmeye de önem vermeleri gerektiğini belirterek, “Böbreklerimizin, vücudumuzda her gün oluşan zehirleri ve zararlı maddeleri atmak, kan yapmak, su ve tuz dengemizi sağlamak, tansiyonumuzu ayarlamak, kemiklerimizi kuvvetlendiren  D vitaminini yapmak gibi birçok işlevi vardır. Zararlı maddeleri atmak ve su – tuz dengesini ayarlamak için günlük alınan sıvının miktarı önemlidir. Günlük sıvı ihtiyacımız 1 – 1,5 litredir. Ramazan, bu yıl normal sıcaklık aylarına geldiği için aynı miktarda sıvı alımı yeterlidir. Aşırı zorlanmamalıdır” diye konuşuyor. Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, “Böbrek hastalıkları genellenemez. Bu nedenle böbrek hastalığına sahip kişilerin Ramazan’da beslenme yaklaşımları farklı olmalıdır” diyerek, böbrek hastalarının oruç tutarken dikkat etmeleri gereken kuralları anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Dr. Bilal Görçin

Dr. Bilal Görçin

İftar ve sahurda bol su için

Az sıvı almak böbrek fonksiyonları üzerine olumsuz etkiden ziyade idrar yolları taşı ve enfeksiyon hastalıklarında önem taşıyor. Dolayısıyla sık idrar yolları enfeksiyonu geçiren veya taş, kum döken kişilerin Ramazan’da daha dikkatli olmaları gerekiyor. Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, “Bu hastalıklar oruç tutmaya engel değildir. Ancak hastalar iftar ve sahurda içtikleri su miktarını artırabilirler. Ramazan’da iftar yemeği ile sahur arasında en az 1 – 1.5 litre su içilmesi çok önemlidir. Çay ve kahve vücuttan su atılımına neden olduğu için sıvı alımında ana kaynak ise mutlaka su olmalıdır” diyor.

Midenize aniden yüklenmeyin

Hastalıkların şiddetlenmesi veya rahatsızlık vermesi susuzluktan çok aşırı yemek yemekten oluşuyor. Normal zamanda bile aşırı yemek sonrası kalp krizleri, beyin kanamaları artıyor. Açlığın ise olumlu etkileri bile olabiliyor. Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, “Hipertansiyon hastaları, tek böbrekli kişiler, böbreğinde kist veya kistler olanlar bir anda aşırı yemekten kaçınmaları kaydıyla özel bir önleme gerek duymadan oruç tutabilirler. Bu hastalar, suyu iftar ve sahurda bol içmeli, sahura mutlaka kalkmalı, tüketilen tuz miktarına dikkat etmeli, ilaçlarını hekimlerinin önerilerine göre iftar, sahur ve yatmadan önceki zamanlarda düzenli almalıdırlar” diyor.

Tuz tüketimini kısıtlayın

Dünya Sağlık Örgütü, tüketilmesi gereken günlük tuz miktarını 5 gram  olarak öneriyor.  Bu miktar silme bir tatlı kaşığına denk geliyor. Böbrek yetmezliği olan hastaların ise tuz tüketimini daha fazla kısıtlamaları gerekiyor. Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, böbrek yetmezliği hastaları için en önemli sorunun tuz tüketimi olduğu uyarısında bulunarak, “Vücudumuzda su tek başına hareket etmez. Mutlaka tuza eşlik eder. Örneğin idrar söktürücü dediğimiz ilaçlar idrarı söktürmez, tuzu atar, tuz da yanında suyu götürür. Bu nedenle özellikle böbrek ve kalp yetmezliği olan hastalarda tuz beraberinde suyu da tutacağı için tansiyon yükselmesi, kalp ve akciğer yetmezliği, böbrek yetmezliğinin şiddetlenmesine yol açabilir. Bunu önlemek için tuz içeriği yüksek turşu, salamura besinler, dondurulmuş gıdalar, tuzlu kuruyemişler, peynir ve zeytinin tuzlusu gibi gıdalardan uzak durulması çok önemlidir” diyor.

Bu besinlere dikkat!

Böbrek yetmezliği dışındaki ılımlı böbrek hastalarında aşırı diyet kısıtlamasına gerek görülmüyor. Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, “Ancak üre, ürik asit, fosfor ve potasyum yüksekliği, kemik metabolizma bozukluğu varsa diyet önem taşımaktadır” uyarısında bulunarak, sözlerine şöyle devam ediyor: “Kronik böbrek yetmezlikli hastaların kanlarında böbreğin atamadığı üre, ürik asit, fosfor ve potasyum başta olmak üzere birçok zehirli madde birikime uğramaktadır. Eğer hastanın fosfor miktarı yüksek ise fosfor içeren süt ve süt ürünleri ile balık gibi besinlerden kaçınılmalıdır. Diyabet, kronik böbrek yetmezliği ve potasyum tutucu etkisi olan tansiyon ilacı kullanan kişilerin de potasyumdan zengin gıdalar olan kayısı, muz, üzüm, şeftali, kivi, incir gibi meyveler ile bunların suyu, kurusu, reçeli ve marmeladından uzak durmaları gerekmektedir. Ürik asit hem gut hastalarında hem böbrek yetmezliği hastalarında yüksek olabilir. Ürik asit proteinlerin yıkım ürünüdür. Özellikle gut hastalarının hayvansal proteinleri daha az tüketmeleri yararlı olabilmektedir”

Dr. Bilal Görçin

Sahura mutlaka kalkın

Oruç tutarken yapılan en önemli hatalardan biri sahura kalkmamak oluyor. Ancak tüm gün aç kalacak olmanın kaygısıyla sahurda ağır yemekler tüketilmesi de susamaya yol açmasının yanı sıra hazımsızlık ve reflü gibi sindirim sistemi yakınmalarını artırırken böbrek ve kalp sağlığını da olumsuz etkiliyor.

Kahve ve çay vücudu susuz bırakmasın

Gazlı içecekler, soda, kahve ve çay da içerdikleri sodyum ile idrar söktürücü (diüretik) etkileri sebebiyle fazla tüketildiklerinde kan basıncını ve kalp hızını yükseltebiliyorlar. Ayrıca kafein içeriği yüksek olan kahve ve çay sanılanın aksine sıvı ihtiyacını karşılamak yerine idrar söktürücü özellikleri nedeniyle vücutta su kaybına yol açabiliyor. Dolayısıyla kahve ve çay yerine sıvı ihtiyacınızı su, bitki çayları, şekersiz komposto, ayran ile karşılamaya özen gösterin.

‘Her hastalık ayrı değerlendirilmeli’

Nefroloji Uzmanı Dr. Bilal Görçin, her hastalığı ve oruç tutmanın hastalık üzerine etkilerini ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğinin önemini vurguluyor. Dr. Bilal Görçin, şunları ekliyor: “Böbrek hastalıklarını 5 evreye ayırıyoruz. Evrelemeyi hastanın kan kreatin değerine göre yapıyoruz. I. ve II. evre en rahat evredir. Kreatinin normal veya çok az yükselmiştir. Bu evrede hastaların beslenme alışkanlıklarında belirtilen hususlara ve ilaçlarına dikkat etmek kaydıyla oruç tutmalarında sakınca yoktur. Evre IV ve V ise diyaliz hazırlık ve diyaliz aşamasıdır. Diyaliz hastaları oruç tutamaz. Çünkü hiç idrarları yoktur ve diyaliz işlemi sırasında verilen ilaçlar elektrotla kana karışır, kanları birçok madde ile temas edilir. Diyaliz hazırlık dönemi dediğimiz evre IV hastalarına da orucu önermiyoruz. Çünkü bu dönem ilaç kullanımı ve damar hazırlık dönemidir. Sorunsuz sonuçlanan böbrek nakli hastalarının ve böbrek vericilerinin ise oruç tutmalarında sakınca yoktur. İlaç kullanım zamanlarını ayarlamaları yeterlidir. Ancak böbrek hastalığı olanların hangi evrede olup olmadığına bakılmaksızın mutlaka nefroloji hekimiyle görüşüp, bu konuda bilgi almaları gerekmektedir”

Tırnaklarımız sağlığımız hakkında önemli ipucu veriyor!

Tırnaklarımız sağlığımız hakkında önemli ipucu veriyor!

Tırnaklarımız parmak uçlarına destek vererek dokunma ve taşımayı sağlayan önemli yapılar olduğu gibi kozmetik olarak da hayatımızın merkezinde yer alıyorlar. Bakımlı olmanın en önemli göstergelerinden biri olan tırnaklarımız aynı zamanda pek çok ciddi hastalığın işareti de olabiliyor.  Acıbadem International Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl,  bu nedenle tırnaklarda aniden oluşan veya giderek artış gösteren değişimlerde hekime başvurmak gerektiğine dikkat çekerek, “Yaygın görülen pek çok önemli hastalık tırnakların renginde, şeklinde veya yüzeyinde  oluşan değişimlerle kendini belli edebilir. Değişimlerin dikkate alınması, çeşitli dermatolojik veya sistemik hastalıkların tanı konulmasına yardımcı olabilir. Bu nedenle kişinin tırnak değişimini açıklayacak protez tırnak ve yapıştırıcı kullanmak gibi belirgin bir aktivasyonu yoksa dermatoloji hekimine başvurmasında fayda vardır.” diyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, tırnaklarda oluşan değişimlerin işaret edebilecekleri bazı hastalıkları anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Dr. Şenay Ağırgöl

Dr. Şenay Ağırgöl

Sarı tırnak

Tırnak ve çevresindeki dokuların giderek kalınlaşırken tırnakların sarı renk almaya başlaması ‘sarı tırnak sendromu’ olarak ifade ediliyor.  “Tüm tırnakları etkileyen sarı renk önemlidir ve bu tablo akciğer hastalıkları, lenfödem ile kronik sinüzitle ilişkili olabilir” bilgisini veren Dr. Şenay Ağırgöl, şöyle devam ediyor: “Deri hastalıklarında sarı renk değişikliği en sık mantar nedeniyle görülür. Mantar ilerlediği zaman tırnağın sertliğini bozar. Tırnak yumuşak ve kırılgan hale gelerek kalınlaşır, ardından dökülür. Erken fark edilirse kolayca tedavi edilebilir,  ancak kalınlık artınca aylar süren ilaç tedavisi kullanmak gerekir”

Kaşık tırnak

Tırnak bombeliğinin değişerek tırnak ortasının çökük, kenarlarının kalkık hale gelmesi ‘kaşık tırnak’ olarak ifade ediliyor.  Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, kaşık tırnağın en sık demir eksikliği anemisi nedeniyle oluştuğunu vurgulayarak, “Ayrıca tiroit, tip 2 diyabet ve plummer vinson gibi yemek borusu hastalıklarında veya kanserlerde de kaşık tırnak oluşabilir. Tırnaklar kaşık şeklini almaya başladıysa, en azından vücuttaki demir miktarına baktırmakta fayda vardır.”  diyor.

Tırnakta bombeleşme

Normalde iki tırnak birbirine değdirilince elmas deseni görülürken, tırnağın bombeliği arttığında bu görüntü bozuluyor. Tırnakta bombeleşme; akciğer hastalıkları, kalp hastalıkları, akciğer kanseri, kalp zarı enfeksiyonları, doğumsal kalp hastalığı, akciğer absesi, inflamatuar bağırsak hastalıkları, siroz ve sindirim sistemi kanserlerinin belirtisi olabiliyor. Tek taraflı bombelik artışı da aynı taraftaki damarlarda oluşan bir soruna işaret edebiliyor.

Teri tırnağı

Tırnak yatağının uç kısmında az bir bölümünün ince bant şeklinde kırmızı ve kahverengi, diğer kısmının ise tamamen beyaz renk alması ‘teri tırnağı’ olarak adlandırılıyor. Karaciğer hastalıkları, siroz, otoimmün hepatit, romatoit artrit, reiter sendromu, tip 2 diyabet, kalp hastalıkları veya böbrek yetmezliğinin belirtisi olabiliyor. Teri tırnağının ilerleyen yaşla birlikte görülme sıklığının arttığını belirten Dr. Şenay Ağırgöl, “Tırnak dip kısımları beyaz ve ucu ay şeklinde bir görünüm aldıysa hekime başvurmak gerekir” diyor.

 Yüksük tırnak

Tırnak üzerinde minik çukurcukların oluşturduğu yüksük tırnak genellikle cilt hastalıkları sebebiyle oluşuyor. En yaygın nedenlerinden biri olan el egzamaları uzun süre devam ederse ve tedavi edilmezse tırnak yapısını da bozabiliyor.  Ayrıca sedef, sarkoidoz, lupus ve liken hastalıklarında da çukurcuklar görülebiliyor. Tüm tırnakları etkileyen yüksük tırnak şiddetli bir saçkıran nedeniyle de gelişebiliyor.

Dr. Şenay Ağırgöl

Beyaz tırnak

Beyazlık tırnağın tamamını kaplayabileceği gibi çizgisel veya noktasal şekilde olabiliyor. Beyaz tırnaklar çoğunlukla manikür ve tırnak yeme gibi sorunlardan kaynaklansalar da bazen altta sistemik veya genetik bir hastalık yatabiliyor. Arsenik ve ağır metal zehirlenmeleri,  vitamin eksiklikleri, böbrek yetmezliği, sinir hastalıkları, polisitemia vera, hemokromatozis,  kindler sendromu ile lupus hastalıklarının yanı sıra organ nakli ve ilaçların yan etkileri sebep olabiliyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, deri hastalıklarında da sedef, liken, tırnak mantarı, saçkıran ve vitiligo hastalıklarının beyaz tırnağa yol açabileceğini vurgulayarak, “Her beyaz tırnak hastalık değildir, ancak hekimin değerlendirmesinde fayda vardır” diyor.

Kırılgan tırnak

En çok el tırnaklarında görülen ‘kırılgan tırnak’ genellikle vücutta su ve yağ içeriği azaldığı zaman oluşuyor.  Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, travmalar, liken, saçkıran ve darier hastalığı, egzama gibi cilt hastalıkları ile tiroit hastalıkları, beslenme bozuklukları ve romatizmal hastalıklar gibi sistemik hastalıkların, çinko ile C vitamini, E  vitamini eksiklikleri ile ilaçların yan etkilerinin de tırnakların kırılmasına neden olabileceğini belirterek,  sözlerine şöyle devam ediyor: “Kırılgan tırnaklarda öncelikle buna yol açan hastalık varsa, tedavi edilmelidir. Destekleyici ve takviye edici gıdalar verilebilir. Demir, çinko ile biotin tırnak kırılganlığını azaltmada etkili olabilir. Tırnak nemlendiricileri ve kısa süreli tırnak cilası uygulamak da tırnağı destekleyebilir”

Tırnak ayrılması

Tırnak plağı tırnak yatağından ayrılınca, araya renk yapan bakterilerin  girmesi nedeniyle tırnak yeşil veya kahverengi renk alabiliyor. Mantarlar da bu açıklıktan tırnağa eklenebiliyor ve bunun sonucunda tırnak kalınlaşabiliyor. Tırnak ayrılması genellikle travma, tırnak mantarı ve egzama gibi etkenler sonucu oluşsa da bazen sebebi bulunamıyor. Dr. Şenay Ağırgöl, tırnak ayrılmasının tedavisinde travma, su ve deterjandan kaçınmanın en önemli basamak olduğunu belirterek, “Ayrılan bölgelere enfeksiyon eklenmemesi için dikkat edilmelidir. Tırnak yatağı sert şekilde temizlenmemelidir. Temizlik yaparken plastik eldiven altına pamuklu eldiven takılmalıdır. Tırnaklar düzelene kadar kalıcı tırnak uygulamalarından kaçınılmalıdır”  diye konuşuyor.                          

Her boyun ağrısının nedeni ‘fıtık’ olmayabilir!

Her boyun ağrısının nedeni ‘fıtık’ olmayabilir!

Boyun ağrısı tüm dünyada bel ağrısından sonra en sık görülen bölgesel ağrıyı oluşturuyor. Her 3 kişiden 1’i hayatı boyunca en az bir kez boyun ağrısı çekiyor. Son yıllarda cep telefonu ve bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasına paralel olarak boyun ağrısı görülme sıklığı da giderek artıyor. Boyun ağrısı genellikle duruş bozukluğu ve boyun fıtığı gibi etkenler sonucu görülse de birçok önemli hastalığın habercisi de olabiliyor. Acıbadem International Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Dr. Siyavuş Muhammedrezai,  erken tanı birçok hastalıkta hayat kurtarıcı olabileceği için boyun ağrılarını hafife almamak gerektiğine dikkat çekerek, “Şiddetli ağrılarda hasta zaten mutlaka doktora başvuruyor. Önemli olan, tedaviye rağmen bir haftadan uzun süren ve sık sık tekrarlayan boyun ağrılarıdır. Bu hastalar mutlaka detaylı olarak araştırılıyor” diyor. Boyun ağrılarının altta yatan nedene göre tedavi edildiğini belirten Dr. Siyavuş Muhammedrezai, boyun fıtıkları, kireçlenmeler, kasların çok ya da hatalı kullanılması sonucu gelişen boyun ağrılarında girişimsel ağrı yöntemlerinden oldukça başarılı sonuçlar elde edildiğini belirtiyor.

Dr. Siyavuş Muhammedrezai

Dr. Siyavuş Muhammedrezai

Pek çok ciddi hastalığa işaret edebiliyor!

Boyun ağrıları her zaman boyun omurgası veya yapılarına bağlı gelişmiyor; göğüs, kalp, hatta karın boşluğundaki iç organların hastalıkları bu bölgede ağrı oluşturabiliyor. Örneğin, faranjit, larenjit, kalbe bağlı anjina,  akciğer tümörü, pankreas hastalıkları, safra kesesi taşı veya iltihabı, omurga dışında gelişen boyun ağrıları arasında yer alıyor. Dr. Siyavuş Muhammedrezai,   omurgaya bağlı ağrıların da mekanik ve mekanik olmayan boyun ağrıları olarak ikiye ayrıldığını vurgulayarak, şöyle devam ediyor: “Tümör metastazları, romatizmal, enfeksiyon ve metabolik hastalıklar ile fibromiyalji, mekanik olmayan nedenleri oluşturuyor. Mekanik boyun ağrıları ise genellikle trafik kazalarında oluşan yaralanmalar sonucu boyun tutulması, kireçlenme, kötü postür, alışılmamış fiziksel aktivite, omuz kavşağı ve kol eklemlerine bağlı sorunlar nedeniyle gelişiyor. Boyun ağrılarına pek çok etkenin yol açması ise tanıyı zorlaştırıyor”

Girişimsel yöntemlerle ‘ağrı’ kontrol altında!

Boyun ağrılarında tedavi altta yatan etkene göre planlanıyor. Örneğin, hatalı hareketler nedeniyle gelişen kas kaynaklı boyun ağrılarında istirahat, boyun egzersizleri ve kas gevşeticiler genellikle yeterli oluyor. Ciddi olmayan boyun fıtıkları, kireçlenmeler veya miyofasial ağrılarda ilaç ve fizik tedaviyle başarılı sonuçlar alınıyor. Dr. Siyavuş Muhammedrezai, ancak tedaviye rağmen ağrı devam ediyorsa, bu hastalarda girişimsel ağrı tedavisi uygulandığını belirterek, “Ağrının tümünün veya bir kısmının kontrol altına alınmasıyla sorun çözülüyor ya da iyileşmeye yardımcı olunuyor” diyor. Selektif sinir kökü bloğu, faset eklem bloğu, disk içi enjeksiyon, sempatik blok, epidural uygulama, epidural nöroplasti, radyofrekans teknikler, lazer uygulaması, nöromodulasyon (ağrı pompası) ve omurgada kırık varsa kifoplasti veya vertebroplasti ağrıları dindirmede başvurulan girişimsel yöntemler arasında yer alıyor.

Mikroenjeksiyon yöntemi

Mikroenjeksiyon yöntemine, özellikle eklem kireçlenmelerinde, hastanın ağrılarını azaltmak amacıyla başvuruluyor. Dr. Siyavuş Muhammedrezai, mikroenjeksiyon yönteminin sedasyon veya lokal anestezi altında kolayca uygulandığını belirterek, “Hasta işlem sırasında genelde hiç ağrı hissetmiyor. Eklem içine lokal anestezik ajan ile az miktarda kortizol enjekte edilip, aynı seansta faset eklemine radyofrekans uygulandığında, ağrılarda ciddi azalma görülüyor” diyor. Etkisi genelde işlemden hemen sonra ortaya çıkan mikroenjeksiyon yöntemi, hastaya göre, bir kaç aydan bir kaç yıla kadar etkili oluyor. Hasta günlük yaşantısına ertesi gün veya iki gün sonra devam edebiliyor. Yöntem yıllar içinde defalarca tekrarlanabiliyor.

Epidural enjeksiyon

Epidural enjeksiyon küçük boyun fıtıklarında, kireçlenmeye bağlı sinir sıkışmalarında veya boyun disklerinde oluşan anüler yırtıklarda ve omurilik sıkışmasına yol açmayan kanal darlıklarında ağrının giderilmesinde faydalı oluyor. Yöntem lokal anestezi veya sedasyon altında yapılıyor. Dr. Siyavuş Muhammedrezai, epidural steroidlerin güçlü antienflamatuar etkileri sayesinde, bası altında kalmış olan sinir dokusunda ödemi azaltmaları ve enflamasyonu önlemeleri nedeniyle epidural enjeksiyonun uzun yıllardır kullanıldığını vurgulayarak, “Etkisi genelde işlem sonrası başlayan yöntem uzun süre kalıcı etki sağlıyor. Hasta bir veya iki gün sonra günlük yaşamına devam ediyor. Epidural enjeksiyon da belli aralıklarla defalarca uygulanabiliyor ama genelde tekrara gerek kalmıyor” diye konuşuyor.

Tüp bebek tedavisinde annenin yaşı çok önemli!

Tüp bebek tedavisinde annenin yaşı çok önemli!

Tüm dünyada yaygın olarak uygulanan tüp bebek tedavisi infertilite problemi olan çiftlerde en etkin tedavi koşulları olarak yerini koruyor. Bu yöntemde başarı; kadının yaşı, yumurta rezervi, laboratuvar ve embriyo transferinin kalitesi başta olmak üzere, pek çok faktöre bağlı oluyor. Bu nedenle tedavinin başarısıyla ilgili net bir oran verilemese de, ülkemiz günümüzde tüp bebek konusunda Avrupa’nın ve dünyanın sayılı merkezleriyle rekabet eder durumda. Ancak tüp bebek tedavisi hakkında toplumda doğru sanılan hatalı bilgiler ve bu doğrultuda hareket edilmesi tedavideki başarı oranını düşürebiliyor. Acıbadem International Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum /Tüp Bebek Merkezi Sorumlusu Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, infertilite sorunu yaşayan çiftlerin çevrelerinden ve sosyal medyadan edindikleri bilgilerle hareket etmekten kaçınmaları gerektiğine dikkat çekerek, “Örneğin toplumda, tüp bebek tedavisiyle ileri yaşta da kendiliğinden hamile kalınabileceğine yönelik hatalı bir kanı var. Çiftler bu hatalı bilgi nedeniyle hekime geç başvurdukları için hamilelik şansı düşebiliyor. Zira tüp bebek tedavisinden başarılı sonuç alınmasındaki en önemli etken, kadının yaşı oluyor. Örneğin, 35 yaş altında olan ve 4 yumurtası bulunan anne adayında başarı şansı, 7-8 yumurtası olan 40 yaşındaki anne adayından daha yüksektir.  Bu nedenle kadının yaşı 35 ve üzerinde ise doğal yoldan hamilelik için en fazla 6 ay beklenmesi gerekirken,  bu süre 40 yaş üzerinde 3 ay ile sınırlandırılmalı ve süre sonunda hamilelik oluşmadıysa zaman kaybedilmeden hekime başvurulmalıdır” diyor.  Kadın Hastalıkları ve Doğum / Tüp Bebek Merkezi Sorumlusu Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, toplumda tüp bebek tedavisi hakkında doğru sanılan 10 hatalı bilgiyi anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Dr. Çağlar Yazıcıoğlu

Dr. Çağlar Yazıcıoğlu

Tüp bebek tedavisi oldukça ağrılı bir tedavi yöntemidir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Tüp bebek tedavisi yumurta ve spermin vücut dışına alınarak mikroenjeksiyonla birleştirilmesi ve oluşturulan embriyonun rahim içine yerleştirilerek hamilelik elde edilmesi olarak özetlenebilir. Tedavide kullanılan ilaçlar yumurtalıklarda biraz büyüme yapabiliyor ve buna bağlı olarak hafif bir hassasiyet oluşabiliyor. Yumurta toplama işlemleri de anestezi altında yapıldığı için ağrı sorunu yaşanmıyor. İşlem sonrasında da ağrı oluşmuyor, sadece kısa süre baskı ve dolgunluk hissi gelişebiliyor.

Embriyonun kalitesi iyi ise kesin hamilelik olur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Toplumdaki yaygın inanışın aksine, embriyonun kaliteli olması hamileliğin mutlaka oluşacağı anlamına gelmiyor. Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, “Embriyonun görsel kalitesi tüp bebek tedavisinde tabi ki en önemlisidir, ancak transfer tekniği, embriyonun genetik yapısı, rahim yapısı ve kalınlaşması da diğer önemli parametrelerdir. Tüp bebek tedavisinde, önemli günlerdeki hormon seviyeleri de göz önüne alınması gereken faktörlerdendir” diye konuşuyor. Bazen hastaya daha iyi bir embriyo transferi yapılsa dahi hamileliğin oluşmayabileceğine işaret eden Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, “Ancak bir sonraki tedavide fenotipik yani görsel olarak biraz daha düşük kalitede embriyo transfer edildiğinde hamilelik gelişebiliyor. Burada embriyo genetiğinin belirleyici olduğu düşünülüyor” diyor.

Tüp bebek tedavisinde kullanılan ilaçlar kilo aldırır! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Tüp bebek tedavisi sırasında artan östrojen ve progesteron hormonlarının vücutta su tutucu etkileri olabileceği için ilaçlar geçici bir ödeme yol açabiliyor ancak kilo alımına sebep olmuyorlar.

İlk tüp bebek denemesi genellikle başarısızlıkla sonuçlanır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Yaygın inanışın aksine, tüp bebek tedavisi optimum özenle yapıldığında ilk denemede hamilelik oluşabiliyor. Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, “Tüp bebek yönteminde başarıyı kaçıncı deneme olduğu değil, başta anne adayının yaşı olmak üzere, pek çok faktör belirliyor” diyerek, şöyle devam ediyor: “Tedavide özen gösterilmesi gereken konu, sigaranın bırakılması, obezite kontrolü, uyku düzeni ve varsa vitamin eksikliklerinin giderilmesi gibi ön hazırlıkların yapılmasıdır. Şayet gerek görülürse, yumurta ve sperm kalitesinin öncü tedavilerle artırılmaya çalışılması faydalı olabiliyor.”

Embriyo transfer gününden itibaren sigara içilmemesi yeterlidir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Sigaranın en çok toksik etki gösterdiği hücrelerden biri de üreme hücreleridir. Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, bu nedenle özellikle önceki denemede sonuç alamamış veya embriyo gelişim süreçlerinde sorun yaşamış olan çiftlerde sigaranın mutlaka tedaviden 2-3 ay önce bırakılması gerektiğine dikkat çekiyor.

Aşırı kilolu olmak tüp bebek tedavisinin başarısını etkilemez. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Obezite ve diyabet, tüp bebek tedavisinde sonuçları olumsuz etkiliyor. Yapılan bir meta-analizde; tüp bebek tedavilerinde BMI>30 olan kadınlarda canlı doğum oranlarının obezite sorunu olmayan kadınlara göre daha düşük olduğu ortaya konmuş. Ayrıca infertil kadınlarda, diyabetik olmayanlara göre, yumurta rezervi ve hamilelik oranlarının azaldığını gösteren çalışmalar mevcut.

Dr. Çağlar Yazıcıoğlu

Embriyo transferinden sonra sürekli yatmak gerekir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Tüp bebek tedavilerinde embriyo transferi sonrasında yatak istirahatinin faydalı olmadığı, tam aksine anksiyete ve stres mekanizmaları nedeniyle negatif etkiler oluşturabileceği bilimsel meta-analizlerle kanıtlanmış.

Menide spermi olmayan erkeklerin şansları yoktur! YANLIŞ!

DOĞRUSU: 3-4 aylık tedavi sonrasında bazen doğrudan sperm çıkışı sağlanabilirken, bazı erkeklerde de mikrotese yöntemiyle, yani menisinde spermi olmayan erkeklerin testisinden mikroskop altında sperm alma işlemiyle sınırlı sayıda sperm elde edilebiliyor. Bu spermlerle tüp bebek tedavisi uygulanabiliyor ve hamilelik elde edilebiliyor.

Tüp bebek yöntemiyle dünyaya gelen bebekler genellikle anomalili doğar. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Tüp bebek yöntemiyle dünyaya gelen bebeklerin normal gebeliklerden farkı yoktur. Aksine, tüp bebek tedavisinde yapılan araştırmalar ve genetik testler anomalili bebek ihtimalini en aza indiriyor.

Histerosalpingografi (HSG) ile tüplerin durumu kesin olarak belirlenemez. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Rahim tüp filmi çekimi sırasında tüplerde spazm oluşabiliyor ve açık olan tüpün kapalı görünmesine yol açabiliyor. Selektif salpingografi yöntemiyle çekilen Histerosalpingografi (HSG) yönteminde ise tüp girişinden kateter yardımıyla sıvı verilerek net bilgi elde edilebiliyor.

Hassas Bağırsak Sendromu nedir?

Hassas Bağırsak Sendromu nedir?

Halk arasında ‘Hassas Bağırsak Sendromu’ olarak bilinen İrritabl Bağırsak Sendromu, bağırsak hareketlerinde ortaya çıkan değişimle karakterize olan ve hayat kalitesini ciddi boyutlarda düşürebilen bir sağlık sorunu. Ülkemizde görülme sıklığı yüzde 6 – 12 oranında değişen bu sendrom, genellikle 30-50 yaş aralığındaki kişilerde tespit ediliyor. Kadınlarda erkeklere nazaran iki kat daha fazla görülen Hassas Bağırsak Sendromu’nda özellikle hatalı beslenme alışkanlığı ve stres en yaygın görülen tetikleyici faktörler arasında yer alıyor. Genellikle ömür boyu devam eden sendrom; karında ağrı, gaz ve şişkinliğin yanı sıra kabızlık gibi sorunlara yol açarak günlük yaşamı adeta kabusa çevirebiliyor. Acıbadem International Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Doç. Dr. Emine Şatır, kesin bir çözümü olmasa da semptomların tedaviyle büyük oranda hafifletilebildiğine dikkat çekerek, “Özellikle son üç aydır ortalama olarak haftada en az bir gün yineleyen karın ağrısıyla birlikte dışkılama sıklığında ve görünümünde değişiklikler yaşanması, bu sendromu düşündürüyor. Bu tür şikayetlerde gecikmeden hekime başvurmak, sosyal ve işgücü kayıplarının önüne geçecektir” diyor.

Doç. Dr. Emine Şatır

Son 3 aydır bu belirtiler varsa, dikkat!

Hassas Bağırsak Sendromu’nun belirtileri kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Ayrıca bazı hastalarda belirtiler hafif seyredenken bazılarında ise çok şiddetli olabiliyor. Doç. Dr. Emine Şatır, karında ağrı, gaz ve şişkinliğin bu sendromun en yaygın görülen belirtileri olduğuna işaret ederek, “Karın ağrısının özelliği, dışkılama sonrasında azalması ve uykuda olmaması. Ayrıca aşırı yemek yemek veya besinleri hızlı tüketmek ağrının şiddetini artırıyor. Karın ağrısıyla birlikte dışkılama alışkanlığında ishal ve kabızlık gibi değişiklikler de gelişiyor. Dışkıda mukus görülebiliyor. Depresyon, anksiyete, fibromyalji, kronik yorgunluk ve baş ağrısı gibi bağırsak dışı semptomlar da eşlik edebiliyor” diyor.

Pek çok etken tetikleyebiliyor!

Hassas Bağırsak Sendromu’nun kesin nedeni tespit edilememekle birlikte bazı faktörlerin riski arttırdığı biliniyor. Daha önce geçirilen bağırsak enfeksiyonları, beyin ile bağırsak arasında aşırı duyarlılık, bazı inflamatuar sitokinlerin, yani yangısal aracıların artması, bağırsak geçirgenliğindeki artış, beslenme hataları ve stres riski artırıyor. Bağırsak duvarındaki kaslarda anormal kasılmalar, sinir sistemi anormallikleri, beyin – bağırsak sinyal iletimindeki değişiklikler ve bağırsaklarda yaşayan bakterilerin dengesindeki bozulmalar, sigara ile alkol alışkanlığı, sendromu tetikleyen diğer faktörler arasında yer alıyor.

Kansere yol açmıyor, ancak…

Hastaların çoğu karın ağrısı ishal, kabızlık ve şişkinlik gibi belirtileri nedeniyle kanser endişesiyle hekime başvuruyor. Doç. Dr. Emine Şatır, Hassas Bağırsak Sendromu’nun ileride ciddi rahatsızlıklara dönüşme riski olmadığını ve kansere yol açmadığını vurgulayarak, “Ancak organik ve fonksiyonel bağırsak hastalıkları sıklıkla iç içe geçmiş semptomlardan oluştuğu için ayırıcı tanı büyük önem taşıyor. Tanıda hastanın öyküsü, muayene bulguları, laboratuvar ve tetkikler yol gösterici oluyor” diyor.

Hassas Bağırsak Sendromu’na karşı 7 etkili öneri!

Tedavi sürecinde beslenme ve yaşam alışkanlıklarında yapılan değişiklikler şikayetlerin daha kısa sürede geçmesini sağlıyor. 

  • Egzersiz, örneğin her gün 45 dakika tempolu yürüyüş yapın.
  • Sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenin, fast food tarzı beslenmekten kaçının.
  • Sık sık, fakat küçük öğünler tüketin. Besinleri yavaş ve iyi çiğnemeye özen gösterin.
  • Geç saatlerde yemek yememeye dikkat edin.
  • Yağlı ve baharatlı gıdalar, karbonatlı içecek ile tatlandırıcılar, süt ve süt ürünleri ile kafein tüketimini azaltın.
  • Yeterli miktarda su içmeyi alışkanlık edinin.
  • Sigara ve alkolden uzak durun.

Basamaklı tedavi uygulanıyor!

Hassas Bağırsak Sendromu’nu tümüyle ortadan kaldıran bir tedavi protokolü mevcut değil. Gastroenteroloji Uzmanı Doç. Dr. Emine Şatır, tedavinin semptomların şiddetini azaltmaya yönelik olduğunu ve basamaklı tedavi yaklaşımı benimsendiğini belirterek, şöyle devam ediyor: “Diyet, ilaç tedavisi ve psikoterapi olmak üzere farklı tedavi yöntemlerinden hasta için uygun olanlara başvuruluyor. Beslenme ve yaşam alışkanlıklarına dikkat edilmesi, tedaviden etkin sonuç alınmasını sağlıyor. Düzenli olarak yapılması gereken egzersizin yanı sıra sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenmeye dikkat edilmesi, sigara ile alkolden uzak durulması gerekiyor” diyor.