Yazılar

Kemik erimesine karşı her gün 15 dakika güneşe çıkmak şart

Kemik erimesine karşı her gün 15 dakika güneşe çıkmak şart

Halk arasında ‘kemik erimesi’ olarak bilinen osteoporoz, kemik mineral yoğunluğunda azalmaya ve kırık riskinde artışa sebep olan önemli bir hastalık. Kemiklerin yeterince mineral depolayamaması veya kemik yıkımının kemik oluşumundan daha hızlı gelişmesi sonucu genellikle bel, kalça ve el bileğinde kırıklara sebep oluyor. Üstelik hastalık sinsi gelişiyor ve çoğunlukla kemikler kırılıncaya dek hissedilmiyor. Sağlığı, hatta hayatı tehdit eden osteoporoz aslında beslenme ve yaşam alışkanlıklarında yapılan düzenlemelerle önlenebiliyor. Acıbadem International Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, osteoporoz riskini azaltmak için sağlıklı beslenmeye yaşamın her döneminde özen göstermek gerektiğini belirterek, “Yeterli kalsiyum, D vitamini ve protein alımının sağlanması, düzenli egzersiz yapılması ve sigara ile alkol gibi zararlı alışkanlıklardan vazgeçilmesi kemik kalitesinin korunmasına yardımcı oluyor” diyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, güçlü kemikler için dikkat edilmesi gereken kuralları anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz

Kalsiyumdan zengin besinler tüketin

‘Sağlıklı kemikler’ denildiğinde akla gelen ilk şey, kalsiyum  oluyor. Zira kemiklerin sağlıklı kalmalarında kalsiyum büyük önem taşıyor. Bu nedenle süt, yoğurt, peynir ve badem sütü gibi kalsiyum açısından zengin gıdaları sofranızda mutlaka bulundurun. Erkeklerin yetişkinlik döneminde günde 1000 mg, kadınların da menopoz öncesi dönemde 1000 mg kalsiyum almaları öneriliyor. Her iki cinsiyette de yaşlılık döneminde günde 1200-1500 mg kalsiyum alınması yararlı oluyor. 1 su bardağı sütün içinde yaklaşık 300 mg, 1 dilim kaşar peynirinde 210 mg ve 1 porsiyon somon balığında yaklaşık 200 mg kalsiyum bulunuyor.

Proteinli besinler tüketmeniz şart

Kemiğin önemli bir kısmını proteinler oluşturuyor. Dolayısıyla kemik sağlığının korunmasında yeterli miktarda protein alınması gerekiyor. Sağlıklı bireyler için kilo başına bir gram protein alımı öneriliyor. Bu da normal kilodaki (65-75 kilo arası) bir kişinin günlük 65 – 75 gram protein almasının kemik sağlığı için yeterli olduğunu gösteriyor. 1 adet orta boy bir yumurtada 6 gram, 100 gram tavukta 20 gram ve 100 gram somon balığında 19 gram protein bulunuyor.

Potasyum ve sodyum alımını dengede tutun

Fazla sodyum alımının neden olduğu kalsiyumun idrarla vücuttan atılması, diyetle potasyum alımı artırıldığında azalıyor. Dolayısıyla potasyum osteoporozun önlenmesine katkıda bulunuyor. Bu nedenle osteoporoz riskini azaltmak için sodyum ve potasyum dengesine de önem vermeniz gerekiyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz, “Günümüzde sodyum alımı potasyumdan çok daha yüksektir, bu durumun getireceği sağlık problemlerini önlemek için; koyu yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller, bulgur ve patates gibi potasyum içeriği yüksek besinler tüketilmelidir” diyor.

Kahveyi 3 fincanla sınırlayın 

Kafeinin fazla tüketimi, idrarla birlikte atılan kalsiyum miktarını arttırıyor. Potansiyel olarak zararlı etkilerinin çoğu, süt ve diğer sağlıklı içeceklerin yerine kafeinli içeceklerin kullanılmasından kaynaklanıyor. Diyetiniz yeterli miktarda kalsiyum içerdiği sürece orta derecede kafein tüketimi (günde yaklaşık iki – üç fincan kahve ) zararlı olmayacaktır. Ancak kemiklerinizin güçlü kalması için kafeinde bu miktarı aşmamanız çok önemli.

Sigara ve alkolü bırakın

Sigara içerdiği zararlı maddeler nedeniyle vücutta kadmiyum, kurşun ve diğer toksik bileşiklerden oluşan zehirlerin açığa çıkmasına yol açıyor. Bu durum kemiklerin kullandıkları kalsiyum miktarının azalmasına sebep oluyor. Kalsiyum miktarının azalması da kemiklerin zayıflamasıyla sonuçlanıyor. Ayrıca kemiklerin kalsiyumu kullanmasına yardım eden D vitaminin etkisi de sigara nedeniyle azalıyor. Sigaranın yanı sıra günde bir veya ikiden fazla alkollü içecek tüketmek kemik kaybını hızlandırıyor ve vücudumuzun kalsiyumu emme yeteneğini zorlaştırıyor.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Oğuz

Bir çay kaşığı tuzu aşmayın

Besinlerle alınan tuz oranının yüksek olması kalsiyumun emilimini azaltıp vücuttan atılmasını arttırarak kalsiyum metabolizmasını bozuyor. Her 2 bin 290 mg sodyumla yaklaşık 40 mg kalsiyum kaybı gerçekleşiyor. Günde 40 mg kalsiyum kaybı da 10 yılın sonunda  kemiklerde yüzde 10’luk kayıpla sonuçlanıyor. Günlük 2 bin 300 miligram (1 çay kaşığı) tuz tüketmeniz yeterli gelecektir. Bu miktar da gün içinde hazırlanan yemeklerle zaten karşılanıyor. Dolayısıyla yemeklere tuz serpmeyin, işlenmiş gıdalardan da kaçının.

Günde 15 dakika güneş ışığı çok önemli

D vitamini kalsiyum ve fosforun bağırsaklardan emilimini sağlayıp kemiklerin güçlenmesinde önemli katkıda bulunuyor. Kemik kitlesinin korunması için günde 400-800 IU D vitamini almamız gerekiyor. Günde ortalama 15 dakika güneş ışığına maruz kaldığımızda günlük D vitamini ihtiyacımız cildimiz tarafından sentezleniyor. Eğer güneşe maruziyetiniz sınırlıysa D vitamini takviyeleri kullanmayı ihmal etmeyin.

Düzenli egzersiz yapın

Fiziksel aktivite ve egzersizler, kemik yoğunluğunun artırılmasında ve korunmasında önemli bir role sahip. Düzenli yapılan egzersiz; kasları güçlendiriyor, destek doku elastikiyetini sağlıyor, denge ile koordinasyonu geliştiriyor ve duruşun korunmasına yardımcı oluyor.

Dirençli tansiyona dikkat!

Dirençli tansiyona dikkat!

Koroner arter hastalığından kalp krizine, anevrizmadan böbrek yetersizliğine, inmeden görme kaybına… Uzun yıllar hiçbir belirti vermediği için ‘sinsi hastalık’ olarak nitelendirilen hipertansiyon vücudumuzda geri dönüşümsüz hasara, dahası ölüme bile neden olabilen ciddi bir hastalık. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre; hipertansiyon dünyada 1.5 milyondan fazla kişiyi etkiliyor ve her yıl yaklaşık 7 milyon kişi yüksek kan basıncının yol açtığı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybediyor. Ülkemizde de 60 yaş üzerindeki her 2 kişiden 1’inin hipertansiyon hastası olduğu belirtiliyor. Hipertansiyon yaşam alışkanlıklarında yapılan düzenlemeler ve ilaç tedavisiyle çoğunlukla kontrol altına alınabiliyor. Ancak bazı hastalarda düzenli ve çoklu ilaç kullanımına rağmen kan basıncında hedeflenen düşüş sağlanamıyor. İlaç tedavisine dirençli olan bu tablolarda başvurulan ‘renal denervasyon’ yöntemiyle hastalarda yüz güldüren sonuçlar elde edilebiliyor. Acıbadem International Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Sezer, son yıllarda giderek yaygınlaşan renal denervasyon yöntemiyle, düzenli kullanılan çoklu ilaç tedavisine rağmen düşmeyen kan basıncının kontrol altına alınabildiğini belirterek, “Renal denervasyon yöntemi özellikle çoklu ilaç kullanılmasına rağmen tedaviden sonuç alınamayan dirençli hipertansiyonda veya herhangi bir nedenle tansiyon ilacı kullanamayan hastalarda uygulanıyor. Böbrek atardamarları etrafını saran sempatik sinir ağının tahrip edilerek hipertansiyona sebep olan ‘renin’ hormonu salgısının kontrol altına alınması için yakma esasına dayanan bu yöntemle günde 3-4 farklı ilaç kullanmak zorunda kalan hastaların ilaçları azaltılabiliyor veya tamamen kesilebiliyor. Yöntemin ardından kan basıncı değerlerinde altı ay içinde önemli bir düşüş sağlanabiliyor. Bu sayede hipertansiyona bağlı gelişebilecek ciddi sağlık sorunları önlenebiliyor ve hastaların yaşam kaliteleri yükseltilebiliyor” diyor.

Prof. Dr. Murat Sezer

Dirençli hipertansiyonda alternatif yöntem

Hipertansiyon, bir başka deyişle kan basıncının 140/90 mmHg üzerine çıkması, hastanın özel durumu ve olası ek sağlık problemleri de göz önüne alınarak hedef kan basıncı değerine (<120/80 mmHg) ulaşıncaya dek tek veya çoklu grup ilaç kombinasyonuyla tedavi ediliyor. Hastaların çoğunda kan basıncı kontrolü en az iki molekülün birleşmesiyle sağlanabiliyor. Ancak bazı hastalarda 3’lü ilaç kombinasyonuna rağmen tedavi hedeflerine ulaşılamıyor. En az dört farklı ilacın maksimum dozlarının kombinasyonuyla kontrol edilebilen tansiyon ‘dirençli hipertansiyon’ olarak tanımlanıyor. Yapılan araştırmalar; hastaların yaklaşık yüzde 13’ünde dirençli hipertansiyon olduğunu ortaya koyuyor. Bu tabloda başvurulan renal denervasyon yönteminde günümüzde oldukça başarılı sonuçlar alınıyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Sezer, “Kateter renal denervasyon ayrıca çoklu ilaç tedavisine toleransı olmayan veya bir ya da birden çok ilaç grubunu kullanmasına tıbbi yönden engeli olan hastaların yanı sıra ilaç uyumsuzluğu gösteren hastalarda da önemli bir alternatif tedavi yöntemidir” diyor.

Sempatik sinir ağı tahrip ediliyor

Kateter temelli renal denervasyon yönteminde; temel olarak radyofrekans dalgaları veya ultrason dalgaları kullanılıyor. Kasıktaki bir atardamardan girilerek gerçekleştirilen bu yöntemle böbrek damarlarının çevresini saran ve kan basıncının yükselmesine neden olan sempatik sinir ağları mekanik olarak kesiliyor. Radyofrekans dalgaları orta dereceli alternatif akımla oluşturduğu ısı enerjisiyle böbrek damarları çevresindeki sinir ağını kesintiye uğratıyor. Ultrason dalgaları kullanılan sistemde ise bir balon katater üzerine yerleştirilmiş ultrasonografik dalga kaynaklarından salınan enerjiyle böbrek damarlarının çevresindeki sinir ağı tahrip ediliyor. Böylelikle vücutta su ile tuz tutulmasına ve damarların kasılması ile büzüşmesine sebep olan renin hormonu ile sempatik sinir sisteminin haberleşmesi kesilerek kan basıncını yükselten mekanizmalar kontrol altına alınmış oluyor.

Acıbadem International Hastanesi

Kan basıncı kontrolünü sağlıyor!  

Renal denervasyon yönteminin kan basıncının kontrolüne sağladığı katkılara yönelik çalışmalar tüm hızıyla devam ediyor. Yapılan çok sayıda çalışmaların sonuçlarına göre; geniş bir hipertansiyonlu hasta grubunun (Orta şiddetli hipertansiyonu olan hastalardan şiddetli veya dirençli hipertansiyonu olanlara dek) kan basıncı kontrolünde renal denervasyon yönteminden oldukça başarılı sonuçlar elde ediliyor. Yine bu çalışmalarda; kan basıncında sağlanan anlamlı düşüşün sürekli ve kalıcı olduğu tespit edilmiş.

Ciddi yan etki riski yok!

Renal denervasyon işlemi yaklaşık bir saat sürüyor ve genellikle derin sedasyon veya genel anestezi altında gerçekleştiriliyor. Prof. Dr. Murat Sezer, renal denervasyon yönteminin ciddi bir yan etki geliştirme ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu belirterek, “Hastalar işlemden 1 gün sonra hastaneden taburcu ediliyor ve günlük yaşamlarına dönebiliyorlar” diyor.

Hangi sorunlarda fayda sağlıyor?

Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Sezer, renal denervasyon yönteminin hangi durumlarda uygulandığını şöyle sıralıyor:

  • Çoklu ilaç tedavisine rağmen dirençli hipertansiyonu olan hastalar
  • Çoklu ilaç tedavisini tolere edemeyen / uzun dönem kullanımı tolere edemeyecek olan veya çıkılması gereken dozlara toleransı olmayan hastalar
  • İlaç uyumu düşük hastalar
  • İlaç tedavisine ek tıbbi durum (hastalık) sebebiyle engeli olan veya özel durumları olan hastalar
  • Çok sıkı kan basıncı kontrolüne ihtiyacı olan ciddi kardiyovasküler riske sahip hastalar
  • İlaç kullanmak istemeyen / uzun süreli (hayat boyu) ilaç kullanımı reddeden hastalar

Burun ucu zamanla düşer mi?

Burun ucu zamanla düşer mi?

Günümüzde sosyal medyanın da etkisiyle oluşan ‘güzellik algısı’  estetik ameliyatlarına olan talebi artırıyor. Ülkemizde en sık yapılan estetik ameliyatlarında burun estetiği, bir diğer adıyla Rinoplasti birinci sırada yer alıyor. Acıbadem International Hastanesi Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahisi Uzmanı Dr. Mithat Ulay, Rinoplasti ameliyatının burnun dış görüntüsüne olan etkisinin yanı sıra nefes alma sorununa da çözüm sağladığına dikkat çekerek, “Günümüzde kişinin yüzüne, cildine ve kemik yapısına uygun olan ve estetik işlem yapıldığı anlaşılmayan sonuçlar elde edilebiliyor. Ameliyatlarda hastaların beklentileri de dikkate alınarak en doğal ve fonksiyonlarını yapan bir burun oluşturulabiliyor. Dolayısıyla hastaların Rinoplasti ile ilgili kaygıları varsa bunu hekimleriyle paylaşmaları önem taşıyor” diyor. Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahisi Uzmanı Dr. Mithat Ulay, burun estetiği ameliyatı hakkında toplumda doğru sanılan hatalı bilgileri anlattı; önemli önerilerde bulundu!

Acıbadem International Hastanesi

Dr. Mithat Ulay

Burun ameliyatı şiddetli ağrı yapar. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Ameliyat sonrasında oluşan şişlik ve morluklar nedeniyle burun estetiği ameliyatının şiddetli ağrıya sebep olduğu düşünülüyor. Toplumdaki yaygın inanışın aksine, son yıllarda medikal ve teknolojik gelişmeler sayesinde Rinoplasti ameliyatından sonra ciddi bir ağrı sorunu yaşanmıyor. Dr. Mithat Ulay, “Ağrı, tamamen kişinin ağrı eşiğine bağlı bir histir. İlk günlerde yaşanabilen sızlama tarzındaki ağrılar basit ağrı kesici ilaçlarla kolayca kontrol altına alınabiliyor” diyor.

Ödem ve morarma uzun süre geçmez. YANLIŞ! 

DOĞRUSU: Burun estetiği ameliyatlarında, gerekli durumlarda kemiğe müdahale yapılıyor. İşlem sonrasında burunda ödem ile gözaltlarında morarma ve şişlik oluşabiliyor. Bu sorunlar kişinin cilt dokusuna bağlı olarak çoğunlukla ilk 1-2 haftada azalıyor. İyileşme sürecini hızlandırmak için özel bir diyet, morluk giderici krem, yüze düzenli olarak uygulanan buz kompresi ve vitamin takviyesi tavsiye ediliyor.

Ameliyat sonrasında burun ucu zamanla düşer. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Aslında kişi ameliyat olsa da olmasa da zamanla yer çekimi nedeniyle burnun ucu doğal olarak düşmeye başlıyor. Dr. Mithat Ulay, “Ameliyatta burnun çatısı dediğimiz kıkırdak ve kemik dokusu aşırı alınırsa zamanla burun ucu düşer. İlk 3-4 haftada ödemden dolayı anlaşılmasa da ödem kaybolunca, yetersiz kıkırdak ve kemik dokusu nedeniyle burun ucunun düştüğü fark ediliyor” diyor.

 Tamponu çıkarmak çok acılı bir işlemdir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Burun estetiği yaptırmak isteyen kişileri en çok korkutan şey, burun içine yerleştirilen tamponlar oluyor. Eskiden yağlı ve gazlı bezlerin burundan çıkarılması acı duyulan bir işlemdi. Son yıllarda ise burun anatomisine uygun olarak geliştirilen ve nefes alınmasını mümkün kılan silikon tamponlar kullanılıyor. Bu tamponlar burnun içinde yaklaşık yedi gün kalıyor ve acıya yol açmadan kolaylıkla çıkarılabiliyorlar.

Acıbadem International Hastanesi

Ameliyat sonrasında burun doğal durmaz. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahisi Uzmanı Dr. Mithat Ulay, en iyi estetik ameliyatının dışarıdan fark edilmeyecek şekilde gerçekleştirilen ameliyat olduğuna işaret ederek, “Burun yüzümüzün ortasında yer alan bir organımız. Bu nedenle görünümünün doğal olması gerekiyor. Önemli olan, yüze ve cilde uygun bir burun yapılmasıdır” diyor.

 Nefes alma problemi yaşanır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Burunda kemik ve kıkırdak eğriliği ile burun eti, nefes alma probleminin başlıca nedenini oluşturuyor. Dolayısıyla Rinoplasti ameliyatı sadece estetik amaçlı yapılmıyor; deviasyon gibi sorunların düzelmesine ve burun fonksiyonlarının sağlıklı bir şekilde çalışmasına da imkan sağlıyor. Ameliyatın ardından burunda oluşan şişlik sonucu yaşanan nefes alma problemi ise 1-2 hafta sonra azalıyor. Burundaki problemler giderildiği için hasta ameliyat sonrasında eskisinden çok daha rahat nefes alabiliyor. Tam iyileşme ise bir yıl sürüyor.

Burun estetiği ileri yaşlarda yapılamaz. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Burun estetiği ameliyatı, tıbbi olarak gerekli olması halinde ileri yaşlarda da yapılabiliyor.

Alerjik hastalıklarda erken dönem tedavi çok önemli

Alerjik hastalıklarda erken dönem tedavi çok önemli

Tüm yaş gruplarında yaygın bir sağlık problemi olan alerjik hastalıklar çocukları daha fazla etkisi altına alıyor. Öyle ki her üç çocuktan birinde ‘alerjik reaksiyon’ tespit ediliyor. Üstelik alerjik hastalıkların çocuklarda görülme sıklığının her geçen gün arttığı görülüyor. Ağustos ve eylül aylarında genellikle çayır–çimen polenleri ile yabani ot polenlerinin sorumlu oldukları alerjik hastalıklar çocuklarda ciltte basit bir kaşıntı veya hafif öksürük ya da burun kaşıntısı şeklinde kendini belli edebilirken, şiddetli anafilaksi tablosunda ise hayatı tehdit edebiliyor. Ancak alerjik hastalıkların özellikle erken dönemde tedavi edilmesi ve alınan önlemler daha sonraki yıllarda gelişebilecek pek çok sorunu önleyebiliyor. Acıbadem International Hastanesi Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, tedavinin aksamaması için her şeyden önce alerjik reaksiyon konusunda doğru bilgi edinilmesinin büyük önem taşıdığına dikkat çekerek “Ebeveynlerin eş dosttan öğrendikleri bilgilerin doğruluğunu hekimlerine mutlaka teyit ettirmeleri gerekiyor. Zira, alerjik reaksiyon konusundaki hatalı bilgiler doğrultusunda hareket edilmesi tedaviyi aksatmasının yanı sıra çocuğun hayatını tehdit edebiliyor” diyor. Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, çocuklarda alerjik hastalıklar hakkında toplumda doğru sanılan hatalı bilgileri anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Acıbadem International Hastanesi

Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya

Çocuğun alerjik hastalığı zamanla geçer. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Çocuklarda özellikle astım, atopik dermatit ve alerjik nezle erken çocukluk döneminde başlar ve tedavi edilmezse ömür boyu sürebiliyor.

Alerjik olduğu maddeye maruz kalması zamanla duyarsızlaşmasını sağlar. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Çocuğun alerjik olduğu maddeye maruz kalmasının ardından zamanla duyarsızlaşarak iyileşeceğine yönelik düşünce kesinlikle doğru değil. Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, “Üstelik alerjik etkenin içeriğine göre oldukça tehlikeli bir tablo da oluşabiliyor. Özellikle alerjik besinleri çocuğa ısrarla yedirmek pek çok ciddi sorunun yanı sıra ölümle bile sonuçlanabiliyor. Örneğin süte çok duyarlı olan çocuk bir kaşık yoğurtla anafilaktik şoka girebiliyor” uyarısında bulunuyor.

İnek sütüne alerjisi olan çocuklara keçi sütü verilebilir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Toplumda inek sütüne alerjisi olan çocuklara keçi sütü verilebileceğine yönelik yaygın bir kanı var. Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, bu bilginin de doğru olmadığını belirterek, “İnek sütüne duyarlı olan çocukların yüzde 90’ından fazlası keçi, koyun ve manda sütüne de duyarlı oluyorlar. Ayrıca süt alerjisinde peynir, yoğurt ve tereyağı gibi sütten yapılan tüm ürünlerin de mutlaka yasaklanması gerekiyor” diyor.

Alerjik hastalığı olan anne babanın çocukları da alerjik olur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Toplumdaki inanışın aksine alerjik hastalıkların tümünde değil bazılarında genetik yatkınlık oluyor. Örneğin, astım ve atopik dermatit daha çok genetik yatkınlık gösteriyor. Hem annede hem babada alerjik hastalık olması durumunda bu hastalıkların çocukta görülme riski daha da yükseliyor. Alerjiye yatkın olan çocukların yüzde 10-12’sinin ailesinde ise alerjik hastalık görülmüyor.

Alerji tedavisinde kullanılan ilaçlar zararlıdır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, tıp dünyasında kullanılan tüm ilaçların az veya çok yan etkisi olduğuna işaret ederek, “Burada önemli olan, ilaçlardan elde edilen yararın zarardan çok daha fazla olmasıdır. Bu prensipten hareketle, hekim kontrolünde ve doğru dozlarda kullanılan alerji ilaçları önemli yan etkiye sahip olmuyor.” diyor.

Alerji ilaçları bağımlılık yapar. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Alerjik hastalıkların tedavisinde ilaçlar uzun yıllar kullanılsa bile bağımlılık yapmıyor. Çocuklar iyileştiklerinde ilaçlar sorunsuz ve aşamalı olarak kesiliyor.

Alerjik hastalıkların kesin tedavisi aşılardır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Bronşiyal astım ile alerjik nezle sorunu yaşayan ve polenler, tozlar ile arılara karşı duyarlı olan bazı çocuklarda tüm korunma önleminin yanı sıra ilaç tedavisine rağmen tam düzelme olmuyor. Alerjik çocukların çok az bir kısmını oluşturan bu tablolarda “immünoterapi” adı verilen aşı tedavisi yararlı olabiliyor.

Pause Sağlık

Çocuklarda alerjik hastalıklar geçince bir daha tekrarlamaz. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Çocuklarda iyileşen alerjik hastalıklar kalıcı bağışıklık bırakmıyor. Özellikle güçlü genetik yatkınlığı veya alerji yapıcı maddelere şiddetli duyarlılığı olan çocuklarda iyileşmeye rağmen kalıcı bağışıklık oluşmuyor. Dolayısıyla bu çocukların kendilerini ömür boyu korumaları ve alerjik tabloyla yaşamayı öğrenmeleri gerekiyor.

Aynı anda birkaç alerji gelişebiliyor!

Alerjik hastalıklar arasında görülme sıklığı açısından ilk üç sırayı alerjik nezle, bronşiyal astım ve atopik dermatit alıyor. Bunları anafilaksi, ürtiker, göz alerjileri, besin alerjileri, ilaç alerjileri,  arı ve diğer böceklerle oluşan alerjiler, lateks ile diğer kimyasallarla gelişen alerjiler izliyor. Bu hastalıklar çocuklarda ayrı ayrı görülebileceği gibi aynı anda iki veya üç tipi birlikte de ortaya çıkabiliyor. Çocuk Alerjisi Uzmanı Prof. Dr. Feyzullah Çetinkaya, “Burada önemli olan nokta, alerjik hastalıkların biri ortaya çıktıktan sonra zamanla diğerlerinin onu izleyebileceğini bilmektir. Örneğin, alerjik nezleden sonra astımın görülmesi veya yumurta alerjisi olan bebeklerde daha sonraki yıllarda astımın gelişmesi sık rastlanan durumlardır. Dolayısıyla diğer alerjilere karşı tedbirli olmak önem taşıyor.” diyor.

Dikkat! Elektronik sigara ölümcül olabilir!

Dikkat! Elektronik sigara ölümcül olabilir!

Elektronik sigaralar son yıllarda ‘daha az zararlı’ olduğu düşüncesiyle özellikle sigarayı bırakmak isteyen kişilerde yaygın olarak kullanılıyor. Ancak yapılan çalışmalar elektronik sigaraların hiç masum olmadığını ortaya koyuyor! Zira, içeriğinde yer alan zararlı kimyasallar akciğerlerde ölümcül hasara ve damarların yapısını bozarak kalp krizi ile inme riskine zemin hazırlayabiliyor!

Sigara, günümüzde insan hayatını tehdit eden en önemli etkenlerden biri. Dünyada her yıl 5 milyon, ülkemizde de 100 binden fazla kişi sigaranın yol açtığı sağlık sorunları nedeniyle hayatını kaybediyor. Son yıllarda pek çok kişi sigarayı bırakmak yerine daha az zararlı olduğunu düşündüğü elektronik sigaraya yöneliyor. Ancak toplumdaki yaygın inanışın aksine elektronik sigaralar da sağlığımız üzerinde büyük bir tehdit oluşturuyor. Başlangıçta zararsız oldukları düşünülen elektronik sigaraların normal sigaralar gibi bağımlılık yaptıkları ve binlerce zararlı kimyasallar içerdiği ortaya kondu. Üstelik hiç sigara içmeyen gençler veya yetişkinler de zararlı olmadığı düşüncesiyle elektronik sigaraya başlayabiliyorlar. Öyle ki bu tür ürünleri kullanan her üç kişiden biri hayatlarında hiç sigara kullanmamış kişilerden oluşuyor. Acıbadem International Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, hayatımızı tehdit eden sağlık sorunlarına yol açması nedeniyle elektronik sigara kullanımından kaçınılması gerektiğine dikkat çekerek, “Elektronik sigaralar yaklaşık son on yılda hayatımıza girdi. Zararlı etkilerini daha yeni yeni görmeye başladık. Yıllar geçtikçe zararlarını daha çok tespit edebileceğimizi düşünüyorum.” diyor.

Acıbadem International Hastanesi

Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu

Geleneksel sigara gibi bağımlılık yapıyor!

Elektronik sigaralar, geleneksel sigaralar gibi nikotin içermeleri nedeniyle bağımlılık yapma etkisine sahip. İlk ve ikinci jenerasyon elektronik sigaralar nikotin verme sistemleri yeterli olmadığı için düşük nikotin içeriyordu. Ancak üçüncü jenerasyon ürünler geniş hazneye sahip olması nedeniyle fazla oranda nikotin içermeye başladı. Bunların yanı sıra tek kullanımlık aromatik ürünleri de kapsayan dördüncü jenerasyon ürünler oldukça küçük olmaları sebebiyle yapımlarında kaynak olarak nikotin tuzları yer alıyor. Bu ürünlerin yüksek konsantrasyonda nikotin içermeleri kişilerin bağımlı hale gelmelerine neden oluyor.

Binlerce zararlı madde içeriyor!

Elektronik sigaranın konvansiyonel sigaradan daha az zararlı olduğuna dair bir bulgu olmamasına rağmen toplumda böyle bir algı var. Oysa sigaranın içeriğindeki zararlı maddelerin birçoğu elektronik sigara ürünlerinde de mevcut. Bu zararlı kimyasalların normal sigaradakiler kadar zararlı olduğu yapılan çalışmalarla ortaya kondu. Elektronik sigarada yer alan likid buharlaştığı zaman içeriğinde yer alan gliserol, propilen, glikol, aseton, kadmiyum, silikon, bakır, nikel ve kurşun gibi binlerce zararlı kimyasal maddenin akciğerlere ulaşmasına yol açıyor. Üstelik elektronik sigara daha fazla buhar oluşturduğu için kirletici unsurlar pasif sigara dumanına maruz kalan kişilerde alt solunum yollarını daha fazla etkileyebiliyor.

Akciğerde ölümcül hasar oluşturabiliyor!

Elektronik sigaranın günümüzde bilinen en önemli zararı, akut akciğer hasarına yol açarak hayatı tehdit edebilmesi. Bazı kişilerde, elektronik sigaranın akciğerde hava keseciklerini koruyan makrofajların işleyişini bozarak neden olduğu hasar sonucunda her iki akciğerde yaygın, ufak ve beyaz lekeler oluşuyor. Bu beyaz lekelerin patlamış mısıra benzemesi nedeniyle toplumda ‘akciğerde patlamış mısır hastalığı’ olarak adlandırılan akut akciğer hasarı, nefes darlığı ile öksürme, çok daha önemlisi hızla ilerleyen bir solunum yetmezliğiyle sonuçlanabiliyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, “Bu tabloda elektronik sigara kullanan hastaların bir kısmı uzun süre yoğun bakım ünitelerinde tedavi olmak zorunda kalırken, bir kısmı ise maalesef hayatını kaybediyor” uyarısında bulunuyor. Bunların yanı sıra bazı ülkelerde yapılan araştırmalarda, elektronik sigara kullanan ortaokul ve lise çağı öğrencilerinde de öksürük, balgam ve nefes darlığı gibi şikayetlerin arttığı tespit edildi.

Kalp krizi ve inme riskini artırıyor

Elektronik sigara aynı zamanda damarlar üzerinde de tahribat oluşturabiliyor. Yapılan çalışmalarda, elektronik sigaranın damar yapısını bozduğu ve önemli bir oranda pıhtı oluşumuna yol açtığı gösterildi. Bu tablo da felç veya kalp krizi gibi hayatı tehdit eden ciddi sorunlara zemin hazırlayabiliyor.

Acıbadem International Hastanesi

Kısırlığa neden olabiliyor!

Elektronik sigara kullanımı doğal yoldan hamile kalmayı da zorlaştırabiliyor. Öyle ki içerisinde yer alan kimyasal maddeler kadınlarda yumurta gelişimini olumsuz etkileyebiliyor ve embriyonun rahime tutunmasını önleyebiliyor. Yapılan çalışmalarda, elektronik sigaranın erkeklerde testosteron seviyelerini azaltırken, sperm sayısı ve kalitesini de düşürdüğü tespit edilmiş.

Bebekte gelişim bozuklukları görülebiliyor

Sigaranın yanı sıra elektronik sigaranın da hamilelik süresince kesinlikle kullanılmaması gerekiyor. Zira erken doğum, düşük, düşük doğum ağırlığı ve bebekte fiziksel-zihinsel gelişim bozuklukları gibi anne adayının sigara içmesi nedeniyle görülen tüm olumsuzlukların elektronik sigarayla da oluşabileceği düşünülüyor.

Günde 3 paket sigara içiyorsanız…

Elektronik sigara, günümüzde çoğu ülkede hekim kontrolünde, 2-3 aylık bir süreyi geçmemek kaydıyla, sigara bıraktırmaya yardımcı bir yöntem olarak kullanılıyor. Doğru ve kısa süreli kullanırsa, özellikle bağımlılık derecesi yüksek olan, günde 3-4 paket sigara içen, sigarayı bırakamayan ve el alışkanlığından vazgeçemeyen kişilerde sigarayı bıraktırmaya yardımcı olabiliyor. Ancak elektronik sigaranın da kısa sürede bırakılması ve sürenin 6 aydan daha fazla uzatılmaması büyük önem taşıyor.

Yoğun bakım konusunda bilinmeyenler

Yoğun bakım konusunda bilinmeyenler

‘Yoğun bakım’ denilince aklımıza gelen pek çok şey, Covid-19 pandemisiyle sil baştan yeniden yazıldı. Bu ünitelerle ilgili çok sayıda yeni bilgi hayatımıza girdi. Pandeminin korkulu günleri geride kalsa da, yoğun bakım servisleri farklı ve ciddi hastalıkları olan hastalara yaşamsal destek vermeye devam ediyor. Bu kritik desteğin verildiği ünitelerin hala bilinmeyen ve merak edilen pek çok yönü var. Biz de yoğun bakım üniteleri hakkında merak edilen 5 soruyu Acıbadem International Hastanesi Genel Yoğun Bakım Sorumlusu ve Anesteziyoloji Uzmanı Prof. Dr. Lütfi Telci’ye sorduk!

Pek çok zaman yaşamla ölüm arasındaki ince çizgideki hastaların tedavi gördükleri, her bir saniyenin bile kritik önemde olduğu yoğun bakım üniteleri, günümüzde ileri teknoloji donanımları ve deneyimli uzmanları sayesinde çok sayıda hastaya şifa sunuyor. Yaşamsal risk taşıyan hastaların kesintisiz olarak 24 saat bakım ve tedavilerinin yapıldığı bu üniteler; özellikle 2020 yılında dünyayı sarsan Covid-19 pandemisinde tüm dikkatleri üzerine çekti. Bu süreçte toplumun en çok merak ettiği konulardan biri, hastanelerin ‘yoğun bakım üniteleri’ oldu. Acıbadem International Hastanesi Genel Yoğun Bakım Sorumlusu ve Anesteziyoloji Uzmanı Prof. Dr. Lütfi Telci, yoğun bakım üniteleri hakkında merak edilen 5 soruyu yanıtladı; önemli bilgiler ve uyarılarda bulundu!

Acıbadem International Hastanesi

Prof. Dr. Lütfi Telci

Her hastanede yoğun bakım ünitesi olmalı mı?

Yoğun bakım ünitesi; hastaların tehdit altında olan yaşamsal fonksiyonları ile vital, yani vücut sıcaklığı, solunum, nabız ile kan basıncı bulgularının sürekli ve kesintisiz olarak takip ve tedavisinin yanı sıra bakımlarının yapıldığı bir ünitedir. Hastaların vücuttaki fonksiyonları monitörlerle sürekli takip edilirken, herhangi bir olumsuz durumda uzman hekimler tarafından anında müdahale ediliyor. Hastanede acil servis varsa, yoğun bakım servisinin de mutlaka olması gerekiyor. Yoğun bakımın düzeyini, hastanenin hizmet sunduğu tıp dalları belirliyor. Eğitim veren hastanelerin yoğun bakım düzeylerinin en az 2. düzey olması gerekiyor. Üniversite ve Tıp Fakülteleri hastanelerindeki yoğun bakımların düzeyi de 3. düzey olmak zorunda.

Yoğun bakım ünitesinde hastaya verilen destek düzeyleri farklı mı?

Evet, farklılaşıyor. Yoğun bakım ünitelerinde hastalar sağlık durumlarına göre üç düzeye ayrılıyorlar. Birinci düzey hastalar en hafif hasta grubunu oluştururken, ikinci basamak hastalar yaşamsal desteğe ihtiyaç duyan veya yakın doktor gözlemi gerektiren hastalar oluyor. Çoklu organ yetmezliği ve koma gibi sağlık sorunları yaşayan üçüncü basamak hastalar da en ağır hasta grubu olarak nitelendiriliyor. Büyük ameliyat ve tedavilerin gerçekleştirildiği hastanelerde üçüncü derecede yoğun bakım üniteleri kaçınılmazdır. Ülkemizde kayda geçmiş 1. 2. ve 3. düzey olmak üzere, yaklaşık 33 bin 323 erişkin yoğun bakım yatağı bulunuyor.

Hasta yakınlarına hangi sıklıkta bilgi veriliyor?

Yoğun bakımın temel ilkelerinden biri, birinci derecedeki hasta yakınlarının düzenli olarak bilgilendirilmesidir. Hastalar kimi zaman acil servisteki müdahalenin hemen ardından, kimi zamansa serviste yapılan tedavi sonrasında yoğun bakıma alınabilirler. Hasta yakınlarına her gün, mümkünse aynı saatlerde ve aynı uzman hekim tarafından, yoğun bakımda tedavi gören hastanın sağlık durumu hakkında mutlaka bilgilendirme yapılıyor. Yoğun bakımdaki bilgilendirme hastanın geçmiş 24 saat değerlerinin yorumuna dayalı olarak gerçekleştiriliyor. Verdiğimiz yorum bilgisinin geçerliliği 24 saat sürüyor. Her gün düzenli bilgi vermemiz yaptığımız işin gereğini oluşturuyor. Hastanın sağlık durumunda bir değişiklik yoksa hasta yakınlarına durumunun ‘stabil’ olduğunu aktarıyoruz. Arada ani değişen klinik durumlar için verdiğimiz bilgi ise ‘özel haber’dir. Bu tür haberleri vermeyi pek istemeyiz ama mecbur kalabiliyoruz. Yoğun bakımlarda ani ölümler çok ender yaşanıyor, bu nedenle hastaların sağlık durumlarının kötüye gittiği tablolarda da hasta yakınları yine düzenli olarak bilgilendiriliyor. Böylece hasta yakınları ilerleyen süreçte hastanın sağlığıyla ilgili bir sürprizle karşılaşmamış oluyorlar.

pause sağlık

Toplumda yoğun bakım ünitesinde yatan hastanın sağlık durumu hakkında genelde olumsuz bir algı var. Hastanın yoğun bakımda olması, hayatını kaybedeceği anlamında yorumlanıyor, bu doğru mudur?

Bu algının bütünüyle yanlış olduğu Covid-19 döneminde görüldü zaten. Ama yine de hasta yakınlarında tam olarak kıramadığımız bir algı bu. Oysa ki yoğun bakımlar aslında ‘bu hasta ölecek’ denen pek çok hastanın iyileştirildiği ve hayata döndürüldüğü yerlerdir aynı zamanda.

Yoğun bakımlar genel durumu ciddi şekilde kötüye giden, sağlık durumu sıkı takip edilmesi gereken kritik hastaların tedavi gördüğü üniteler olduğu gibi, belli cerrahi operasyonların hemen sonrasında hastanın sağlığının yakından takip edilip, oluşabilecek muhtemel risklerin ortadan kaldırılarak sağlıklı bir şekilde odaya alınması için hizmet veren ünitelerdir. Kısacası, her yoğun bakıma giren hastanın hayatını kaybedeceği algısı kesinlikle doğru değildir.

Yoğun bakım ünitelerindeki önemli ve teknolojik gelişmeler nelerdir?

İlk olarak elle gerçekleştirilen uzun süreli yapay solunumdan, solunum fizyolojisini olumsuz olarak en az etkileyen yapay solunum modellerini uygulayabildiğimiz ventilatörler, yoğun bakımlarda gördüğümüz şaşırtıcı gelişim göstergelerinin içinde birinci sırada yer alıyor. Günümüzde kullanmakta olduğumuz yapay solunum cihazlarıyla hastalarımıza günlerce, aylarca, hatta yıllarca yan etki görülmeksizin yapay solunum uygulayabiliyoruz. Aynı olanakları, yoğun bakım dışı normal servislerde ve eve taburcu ettiğimiz hastalarımızın evlerinde de kurabiliyoruz. Yapay solunum cihazlarında gördüğümüz bu şaşırtıcı gelişimi, vital bulguları izlediğimiz monitörlerde de gördük. Teknolojinin bizlere sunduğu geniş olanaklar sayesinde, yoğun bakım öncesi bilinmeyen veya otopsi sonrası tanısı kesinleşen hastalıkların tedavileri de yapılabilir hale gelmiştir. Başka bir deyişle, günümüzde çoğul organ yetersizlikleri ve birçok ölümcül hastalıkların tedavi edilebilirliğini yoğun bakımlar sağlayabiliyor.  Yaşanılan afetler ve olmasını hiç istemediğimiz beklenmedik afetler olasılığı var oldukça, hastanelerimizin olmazsa olmaz servisler arasında ilk sırayı yoğun bakım servislerinin alması devam edecektir.

İlk yoğun bakım ünitesi nerede kuruldu?

Danimarka’nın Kopenhag şehrinde, 1952 yılında bir anestezistin ameliyathane dışına taşıdığı ve arkadaşları ile başardığı “elle uzun süreli yapay solunum” uygulamaları, günümüzde öylesine gelişim kaydetti ki başta cerrahi tıp dalları olmak üzere, tıbbın tüm dallarındaki gelişmelerin dönüm noktası denilebilecek bir tarih, tıp tarihinde yerini aldı. Yapılan araştırma ve çalışmaların klinik sonuçlarının gösterdiği ölüm oranlarındaki çok önemli düşüş, ‘yoğun bakım servislerinin’ tüm Avrupa’ya hızla yayılmasının yolunu açtı. 1959 yılında da ülkemizin ilk Yoğun Bakım Servisi Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde hizmet vermeye başladı.

Her 7 çiftten biri tüp bebek tedavisine başvuruyor!

Her 7 çiftten biri tüp bebek tedavisine başvuruyor!

Dünyada ve ülkemizde obezite, stresli yaşam koşulları ve sigara kullanımı gibi etkenler nedeniyle infertilite sorunu yaşayan çiftlerin sayısı giderek artıyor. Öyle ki ülkemizde 7 çiftten biri doğal yollarla hamilelik oluşmadığı için tüp bebek tedavisine başvuruyor. Tüp bebek yönteminde baş döndürücü hızla yaşanan gelişmeler sayesinde bazı çiftler yapılan ilk transfer işleminden sonra bebeklerini kucaklarına alabiliyor. Ancak bazılarında ise tedavi başarısızlıkla sonuçlanabiliyor. Gebelik elde edilmediğinde çiftler hayal kırıklığına uğrayarak, tedaviyi bırakabiliyor. Acıbadem International Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, günümüzde tüp bebek tedavisinin inferlititede en etkin tedavi yöntemi olduğuna dikkat çekerek, “Aslında tekrarlayan tüp bebek başarısızlıklarında buna yol açan etkenler belirlenir ve doğru yöntemler uygulanırsa, çiftlerin çocuk sahibi olma şansları büyük oranda artıyor. Sorunun yumurtadan mı, spermden mi, rahimden veya tüplerden mi kaynaklandığını belirleyip, yeni tedavi öncesi hazırlık yaparak tedaviye başlamak kritik öneme sahiptir” diyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, tüp bebek tedavisinde başarıyı artıran etkenleri anlattı, önemli önerilerde bulundu.  

Dr. Çağlar Yazıcıoğlu

Tedavi için gecikmemek

Tüp bebek tedavisinin başarısını belirleyen en önemli etken kadının yaşı oluyor. Zira, kadınlarda üreme yeteneği 20-40 yaş arasında en yüksek seviyedeyken, 40 yaşından sonra hızlı bir şekilde düşüyor. Dolayısıyla tüp bebek yönteminde gecikmemek tedavinin başarısında kilit rol oynuyor.

Yumurta rezervine dikkat

Yumurta sayısı kadın yaşından sonra tedavi başarısını belirleyen en önemli 2. faktörü oluşturuyor. İyi yumurtalık rezervine sahip kadınlarda, yumurta sayısının normalde her bir yumurtalıkta 7-8 civarında olması bekleniyor. Yumurta sayısı azlığında anti-müllerian hormonunun seviyesi düşüyor. Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, “Yumurtalık rezervi düşük olduğunda, genç yaşta olsalar bile anne adaylarının tüp bebek tedavisine başvurmaları gerekiyor. Bebek planını ertelemek durumunda olan anne adaylarının da embriyo ya da yumurta dondurma işlemini yaptırmalarında fayda var” diyor.

Kaliteli yumurta ve sperm seçmek

Kaliteli yumurta geliştirmek, kaliteli sperm seçmek, kaliteli embriyo oluşturmak ve iyi yapılan bir transfer, yüksek hamilelik oranını sağlayan en önemli etkenleri oluşturuyor. Zira, kaliteli embriyolar sayesinde hamilelik şansı yüksek oranda artıyor.

Rahim filmi (HSG) önemli

Tüplerde sıvı (hidrosalpinx) veya polip, perde gibi rahim içi sorunlar, embriyo kaliteli de olsa hamileliği engelleyebiliyor ya da düşüklere sebep olabiliyor. İyi çekilmiş rahim tüp filmi bu sorunların tespitinde büyük önem taşıyor.

Üreme organı hastalıklarına dikkat!

Tüp bebek tedavisinde embriyo transferi öncesinde, tüplerde sıvı varsa, rahime sıvı akmaması için tüpler laparoskopiyle kapatılıyor. Rahimde polip, perde ve yapışıklık gibi sorunlarda da rahim içi dokuya zarar vermemeye özen gösterilerek histeroskopi (vajinal yoldan girilerek kamera ile endoskopik olarak yapılan kesisiz ameliyat) operasyonu gerekebiliyor.

Dr. Çağlar Yazıcıoğlu

Genetik analiz yapmak

Tekrarlayan tüp bebek denemelerinin bir başka önemli sebebi ise eşlerde görülen ancak bulgu vermeyen genetik anomaliler olabiliyor. İhtiyaç halinde embriyolardan biyopsi alınıyor. Tek tek dondurulan embriyolardan kromozomları sağlıklı olanları belirleniyor ve rahim hazırlanıyor. Ardından genetik olarak sağlıklı embriyo çözülerek transfer yapılıyor.

İltihaplanmayı gidermek

Vücutta oluşan ve toplumda iltihaplanma olarak bilinen inflamasyon, tüp bebek tedavisinde başarı şansını düşüren bir başka önemli faktörü oluşturuyor. İnflamasyon, mikrobik ya da mikropsuz toksik etkenlere karşı vücudun kendisini korumaya yönelik savunma cevabıdır. Ancak inflamasyon sürekli devam ettiğinde doku ödemi ve yangısal reaksiyon nedeniyle vücuda zarar veriyor. Erkekte ve kadında üreme hücreleri de bundan ciddi anlamda etkileniyor. Sonuç embriyo kalitesine yansıyor. Dolayısıyla tüp bebek yönteminden yüksek başarı elde edilmesi için inflamasyonun mutlaka tedavi edilmesi gerekiyor.

Sağlıklı yaşam alışkanlıkları edinmek

Obezite, sigara ve kalitesiz uyku gibi etkenler de tüp bebek tedavisinde başarıyı önleyebiliyor. Dolayısıyla çiftlerin sigarayı bırakmaları, sağlıklı beslenerek fazla kilolarından kurtulmaları, düzenli spor yapmaları, uyku hijyeni sağlamaları ve antioksidan desteğiyle vücuttaki inflamasyonu azaltmaları, sperm ile yumurtanın kalitesini artırabiliyor. Bu sayede kaliteli embriyo gelişimi ve hamilelik şansı önemli oranda artabiliyor.

Sperm DNA hasarı varsa!

Erkeklerde özellikle aşırı sigara kullanımı, yüksek ısıya maruz kalmak, ortamdaki kimyasal maddeler, bazı hastalıklar nedeniyle kullanılan ilaçlar, kemoterapi ile radyoterapi gibi etkenler spermlerde DNA hasarına yol açabiliyor. Tüp bebek tedavisinde başarıyı artırmak için yüksek sperm DNA hasarı varlığında sigarayı bırakmak, vücut yağ oranını azaltmak, enfeksiyon varsa tedavi etmek, antioksidan kullanmak ve hormonal regülasyon sağlamak embriyonun kalitesi ile tedavi başarısını belirgin olarak artırıyor.

Enfeksiyonları tedavi etmek

Bazı bulgu vermeyen trikomonas ve üreoplazma gibi üreme enfeksiyonları da sperm kalitesini olumsuz etkiliyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Çağlar Yazıcıoğlu, “Bu etkenlerin genital panel PCR testiyle tespit edilip tedavi öncesinde giderilmesi, özellikle başarısız denemeleri olan çiftlerde kaliteli sperm ve kaliteli embriyo gelişimi açısından önemli oluyor” diyor.

Mesane pili ile sondasız bir yaşam

Mesane pili ile sondasız bir yaşam

Toplumda ‘mesane pili’ olarak bilinen ‘sakral sinir stimülasyonu’ mesane ve bağırsak fonksiyonlarını düzenleyen sinir sistemindeki sorunların tedavisini sağlamak için sinirlerin elektriksel yöntemlerle uyarılması mantığına dayanan bir yöntem. Cilt altına yerleştirilen pil aracılığıyla gönderilen elektrik sinyalleri, sinir demetinin uyarılmasını sağlayarak sorun yaşanan mesane ve bağırsakların işlevlerini düzenliyor. Bu sayede, çeşitli tedaviler denenmiş olmasına rağmen sonuç alınamayan pek çok sağlık probleminin giderilmesini sağlıyor. Acıbadem International Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Sabri Aydın, mesane pili yönteminden özellikle üç önemli sağlık sorununda önemli başarılar elde edilebildiğini belirterek, “Bu yöntem yaşam kalitesini ciddi boyutlarda düşürebilen mesane işlev bozukluğu, erektil disfonksiyon ve pelvik ağrılarında yüksek oranda fayda sağlayabiliyor. İlaç ve botulinum toksin uygulaması gibi yöntemlerden sonuç alınamayan sağlık problemlerinde hastaların çoğu mesane piliyle tedavi olabiliyor. Örneğin, bu yöntem sayesinde idrarı boşaltamama sorununda kalıcı sonda tedavisine ihtiyaç duyulmuyor, hastalar pil tedavisinin ardından uyguladıkları bazı egzersizler sonrasında idrarlarını kendileri yapabilir hale gelebiliyor. Üstelik çözümü olmayan birçok hastalığın tedavisinde başvurulan mesane pili yan etkisi yok denecek kadar az ve tamamen geriye dönüşümlü bir yöntemdir.” diyor.

Acıbadem International Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Sabri Aydın

Prof. Dr. Sabri Aydın

Mesane pili tedavisinde hedef nedir?

Omurilik, omurga denilen kemik bir yapının içinde sonlanmasının ardından sinir lifleri olarak omurilik sıvısı içerisinde üzüm salkımı şeklinde sağlı ve sollu olarak vücudun iki yanına dağılıyor. Bir kısım sinir lifleri de sakrum adı verilen kuyruk sokumu kemiğinin içine giriyor ve çeşitli bölgelere dağılıyor. Bu sinirler; idrar torbası (mesane), anal sfinkter, penis, vajina ve pelvis içine ulaşarak, yer aldıkları bölgelerin fonksiyonunu üstleniyorlar. Bu bölgelerde yer alan sinyallerde sorun yaşandığında; idrar yapmakta güçlük çekme, erektil disfonksiyon ve pelvik ile vajinal ağrı gibi önemli sorunlar yaşanıyor. Mesane pili tedavisinde sinirlerin uyarılması yoluyla bozuk sinyallerin düzeltilmesi ve bunun sonucunda hastanın yaşam kalitesini ciddi boyutlarda etkileyen yakınmaların ortadan kaldırılması hedefleniyor.

Mesane piline hangi sorunlarda başvuruluyor?

Sakral sinir stimülasyonu yöntemine, hastaya ilaç ve botulinum toksin uygulaması gibi farklı tedaviler uygulanmış olmasına rağmen sorunun düzelmediği durumlarda başvuruluyor. Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Sabri Aydın, mesane pilinden son derece başarılı sonuçlar alınan sağlık sorunlarını şöyle anlatıyor:

Mesane işlev bozukluğu: Nörojenik mesane olarak adlandırılan ve mesane kaslarının düzgün çalışamaması sonucu gelişen idrara çıkamama, sık idrara gitme ve idrar kaçırma gibi durumlarda

Pelvik ve vajinal ağrılar: Kadınlarda pelvik bölgesinde gelişen kanser gibi çeşitli hastalıklar nedeniyle pelvik ve kuyruk sokumu kemiğinde oluşan ağrıların, yine kadınlarda sebebi bulunamayan kronik pelvik ağrılarının sıklığı ile şiddetinin azaltılmasında

Erektil disfonksiyon: Özellikle genç erkeklerde, sebebi bulunamayan veya bir hastalığın ardından yaşanan erektil disfonksiyonda

 

Acıbadem International

Mesane pilinin süresi nedir?

Günümüzde şarj edilebilen pillerin kullanım ömürleri hiçbir sorun yaşanmadan 15 yıla kadar uzayabiliyor. Haftada bir veya iki kez yarımşar saatlik şarj işlemiyle hastalar günlük hayatlarına çok rahat devam edebiliyor. Pilin ayarlamaları, ameliyatın ardından, doktor kontrolünde 2-4 haftalık bir sürede yapılıyor. Ameliyat sonrasında verilen kontrol cihazları sayesinde hastalar uyarıları kendileri ayarlayabiliyor ve pili istedikleri zaman açıp kapatabiliyorlar.

Mesane pili ameliyatı nasıl uygulanıyor?

Sakral sinir stimülasyonu lokal anestezi altında ve iki aşamada gerçekleştiriliyor. İlk aşamada; elektrod röntgen görüntülemesi altında, özel bir iğneyle hastanın kuyruk sokumu bölgesinden girilerek pelvise ulaşılıyor. Test sinyallerinin ardından, mesane ve bağırsaklara uzanan sinir demeti üzerine kalıcı elektrik kablosu yerleştiriliyor. Elektrodun ucu bir ara bağlantı kablosu aracılığıyla dışarıya çıkarılıp geçici olarak harici bir pile bağlanıyor. Bu işlemle, pil aracılığıyla elektrodun gönderdiği sinyaller sakral sinirin uyarılmasını sağlayarak mesane ve bağırsakların işlevlerini düzenliyor. İşlem sonrasında hasta taburcu ediliyor ve test dönemine alınıyor. Test aşaması olan 7-10 günlük süreçte, hastanın şikayetlerinde iyileşme olursa, yine lokal anestezi altında, 2.5 santimlik bir pil, kalça bölgesindeki cilt altında oluşturulan bir cebin içine, dışarıdan görünmeyecek şekilde yerleştiriliyor. Ardından, pil ilk operasyonda yerleştirilmiş olan elektrik kablosuna kalıcı olarak bağlanıyor. Ameliyat sonrasında hasta aynı gün taburcu oluyor ve günlük yaşantısına dönüş yapıyor.

Yöntemden herkes faydalanabiliyor mu?

Mesane pili ameliyatı, vücuduna cihaz takmakla ilgili sağlık sorunu olmayan (örneğin kronik bir hastalığı olup enfeksiyon riski taşımayan, kalp pili taşımayan) ve psikiyatrik sorun yaşamayan her hastaya uygulanabiliyor.

Spordan önce kalp kontrolü şart!

Spordan önce kalp kontrolü şart!

Sağlıklı beslenmenin yanı sıra spor yapmak kalp damar hastalıklardan korunmanın en temel adımını oluşturuyor. Sporun kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riskini anlamlı derecede azalttığı ve sağ kalımı arttırdığı birçok uzun dönem çalışmayla kanıtlandı. Bu nedenle uzmanlar her fırsatta sporun önemine dikkat çekiyorlar! Dolayısıyla kalp sağlığını korumak isteyen kişilerin yanı sıra mevcut bir kalp hastalığı olan kişilerin de egzersiz planı oluşturmaları ve bunu bir yaşam tarzı haline getirmeleri yaşamsal öneme sahip oluyor. Çok sayıda kas gruplarını eşzamanlı çalıştıran; tempolu yürüyüş, yüzme, bisiklete binme, hafif tempolu koşma gibi izotonik ve oksijen tüketilerek yapılan aerobik egzersizler, kalp kası ve damarlarına olumlu etki sağlayan spor türlerini oluşturuyor.

Acıbadem International Hastanesi Kardiyoloji  Uzmanı Doç. Dr. Umut Karabulut, ancak başta kalp sağlığı olmak üzere vücudumuzun tüm organlarını etkileyen sporun bilinçsizce yapıldığı takdirde yarar yerine zarar verebildiğine dikkat çekerek, “Ağırlık kaldırma, vücuda yük bindirme amaçlı yapılan şınav, halter ve barfiks gibi egzersizler ile kasların gerginleştirilmesini içeren izometrik egzersizler kalp sağlığını olumsuz yönde etkileyebiliyor. Benzer şekilde rekabet sporları olan futbol, basketbol ve tenis gibi sporlar da uzun süreli ve yüksek yoğunlukta yapıldığında riskli olabiliyor. Zira sportif faaliyetler sırasında artan adrenalin düzeyi; ritim düzensizliği, kan basıncı ve nabızda aşırı artma gibi sorunlara yol açabiliyor. Bu tablolara bağlı olarak, ani kalp sorunları, hatta ölümler gelişebiliyor. Bu nedenle hareketsiz yaşantısı olup spora yeni başlamak isteyen veya rekabet sporlarına katılmak isteyen kişilerin mutlaka kardiyak değerlendirmeden geçmeleri gerekiyor” diyor. Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Umut Karabulut, spor yaparken kalbinizi yormamak için dikkat etmemiz gereken kuralları anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Doç. Dr. Umut Karabulut

Spor yaparken mutlaka su için

Spor yaparken kaybedilen su ve mineral, tansiyonda ani düşmeye ve bunun sonucunda bayılmaya yol açabiliyor. Bu nedenle egzersiz arasında veya sonrasında yeterince su, ihtiyaç halinde mineraller içeren içecekleri mutlaka tüketin.

Her gün 10 bin adım önemli

Yapılan çalışmalara göre; günlük düzenli olarak atılan 10 bin adım kalp sağlığı için çok önemli. Öyle ki 10 bin adımlık tempolu yürüyüş kan damarının sertleşmesini önleyebiliyor, kan damar basıncını ve kolesterol seviyesini düşürebiliyor. Çalışmalar, yürüyüşün bu önemli etkileri sayesinde kalp krizi riskini yüzde 20 oranında azalttığını ortaya koyuyor. Ancak etkili olabilmesi için yürüyüşü her gün düzenli, en azından günaşırı yapmaya özen gösterin. Günde 4-5 km, yani 10 bin adımlık mesafe ortalama 45-50 dakika sürüyor.

Nabzınızı kontrol edin

Spor yaparken nabzın kontrol altında olması da önem taşıyor. Zira nabız hedeflenen hızın üzerine çıkarsa baş dönmesi, denge bozukluğu ile bayılma gibi sorunlar gelişebiliyor. Kalp hızınız: 220’den yaşınızı çıkardığınızda kalan sayının yüzde 50 – 70’i arasında olmalı.

Bu şikayetlerde spora devam etmeyin

Spor yaparken vücudunuzu dinlemeyi asla ihmal etmeyin. Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Umut Karabulut, “Eğer spor sırasında göğüste sıkıntı, normalin dışında nefes darlığı, çarpıntı veya baş dönmesi gibi şikâyetler gelişirse, egzersizlere asla devam etmeyin. Özellikle göğüs ağrısı kalp krizinin en önemli belirtisi olduğu için zaman kaybetmeden hekime başvurmanız yaşamsal öneme sahip olabiliyor” uyarısında bulunuyor.

Sabahın erken saatleri sakıncalı

Sabahları erken uyanıyorsanız, ilk üç saat içerisinde spor yapmaktan kaçının. Bu saatlerde adrenalin hormonunun en yüksek seviyede olması damarlarda kasılmaya yol açıyor, bunun sonucunda kan basıncı yükseliyor ve kalp ritmi hızlanıyor. Bunların yanı sıra sabah erken saatlerde, vücudumuzdaki fibrinolitik sistem olarak adlandırılan ve pıhtıyı parçalayan sistem en düşük seviyede olduğu için damarlarda pıhtı oluşma riski yükseliyor. Tüm bunlar nedeniyle sabahları erken saatlerde yapılan spor kalp krizi riskini tetikleyebiliyor.

Yemekten kısa süre sonra başlamayın

Spora yemekten kısa süre sonra başlanması kan dolaşımını bozarak göğüs ağrısını, çok daha önemlisi kalp krizini tetikleyebiliyor. Bu nedenle kalp hastasıysanız sporunuzu yemekten 2-3 saat sonra yapmaya özen gösterin.

Acıbadem International Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Umut Karabulut

Soğuk – sıcak suda duş almayın

Spordan sonra dikkat etmeniz gereken kurallardan biri de, aşırı sıcak ya da soğuk duştan veya saunalardan kaçınmak olmalı. Zira sıcak ve soğuk su damarlarda kasılmaya neden olarak kalp krizini tetikleyebiliyor. Spor sonrasında ılık suyla yapacağınız duş, kaslarınızın rahatlamasına katkı sağlayacaktır.

Aşırı sıcak ve soğuk havalarda spor yapmayın

Sıcak havalarda, özellikle aşırı efor sarf edilen spor türlerinde, aşırı terlemeye bağlı olarak damarlardaki kan miktarı azalabiliyor, bunun sonucunda kan basıncı düşebiliyor. Spor soğuk havalarda da yine kan basıncını bozarak göğüs ağrısı veya kalp krizini tetikleyebiliyor. Dolayısıyla aşırı sıcak veya soğuk havalarda spor yapmayın ya da kapalı mekanları tercih edin.

Spor nasıl etki gösteriyor?

Spor sırasında kan dolaşımı arttığında, buna bağlı olarak koroner damarların dolaşımı ve kalp kasının kasılma ile gevşeme düzeni de artıyor. Kalp daha az çalışarak daha fazla fonksiyon görmeye adapte olmaya başlıyor. Bu nedenle sporcuların kalp hızları daha yavaş oluyor. Metabolik olarak ise kan basıncı kontrollü bir şekilde azalıyor, yüksek enerji yakılması nedeniyle insülin direnci ile kan şekeri düzeyi azalıyor. Bunların yanı sıra kötü kolesterol seviyesi azalırken iyi kolesterol seviyesi ise artıyor. Uzun dönemde kilo ideal seviyelere yaklaşıyor. Tüm bu olumlu etkiler sonucunda ateroskleroz denilen damar içi plak oluşumu önleniyor. Bu sayede kalp krizi, inme ve bacak damar tıkanıklığı gibi hastalıkların oluşma riski azalıyor.

Soğuk hava ve rüzgar egzamaya neden olabilir!

Soğuk hava ve rüzgar egzamaya neden olabilir!

Kış aylarında özellikle soğuk hava ve rüzgar cilt sağlığımızı olumsuz etkiliyor. Ciltte kuruluk, bu mevsimde en sık görülen cilt sorunları arasında ilk sıralarda yer alıyor. Soğuk ve rüzgarlı hava cildimizin koruyucu bariyerinde hasar oluşturuyor. Bunun sonucunda cildimizin su tutma kapasitesi azalıyor. Cildimizde oluşan sıvı kaybı nedeniyle de cildimiz kurumaya başlıyor. Ciltte kuruluk vücudun hemen her bölgesinde görülse de, kış aylarında en sık soğuk havaya maruz kalan ellerde, yüz bölgesinde ve dudaklarda oluşuyor. Cildimiz kuruduğunda yaygın olarak pul pul dökülmeler, gerilme hissi ve kaşıntı gibi sorunlar gelişerek yaşam kalitemizi olumsuz etkiliyor. Önlem alınmadığı takdirde ise kuruluğun artmasıyla birlikte ciltte geniş ve derin çatlaklar, egzama, enfeksiyon ve alerjik reaksiyonlar gibi daha ciddi tablolar ortaya çıkabiliyor!

Acıbadem International Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, bu nedenle ciltte oluşan kuruluğun hafife alınmaması gerektiğini belirterek, “Kuru cilt tedavi edilmezse egzama gelişebildiği gibi, daha önceden egzaması olan kişilerde de hastalık aktifleşiyor. Ciddi kuruluklar cilt bariyerinin yıkılmasına neden olarak enfeksiyonlar için bir odak olabiliyor. Bunların yanı sıra alerjenler hasar görmüş olan cilt bariyerinden vücuda çok daha rahat girerek alerjik reaksiyonları tetikleyebiliyor. Dolayısıyla alınan önlemlere rağmen ciltte oluşan kuruluğun şiddeti artıyorsa, zaman kaybetmeden bir hekime başvurmak büyük önem taşıyor” diyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, kış aylarında ciltte oluşan kuruluğa karşı almamız gereken önlemleri anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Pause Dergi

Dr. Şenay AğırgölGünde 2 kez nemlendirin

Cilt kuruluğuna karşı nem koruyucu önlemler almanız ve cildinizi sık sık nemlendirmeniz büyük önem taşıyor. Nemlendirici ürünleri günde 2 kez ve banyodan hemen sonra, cildinizin gözenekleri henüz açık iken sürmeye özen gösterin. Üre, seramid veya alfa hidroksi asit içeren nemlendirici ürünleri ılık banyonun ardından kullanabilirsiniz. Ayrıca kış mevsiminde cildi nemli tutan yağ oranı yüksek nemlendirici ürünleri tercih edin.

Cildinizi sabunla temizlemeyin

Cilt temizliğinde sabun kullanımından kaçının. Zira bu ürünler cilde nem veren yağ tabakasını ciltten uzaklaştırarak kuruluğun şiddetini artırabiliyorlar. Cildinizi kurutmayan, yani alkali olmayan temizleyici ürünleri tercih edin. Yüzünüzü, ciltteki koruyucu yağ tabakası azalacağı için günde iki kereden fazla yıkamaktan kaçının.

Çok sıcak suyla duş almayın

Çok sıcak su ciltte kuruluğu arttırdığı için ılık suyla duş almayı alışkanlık edinin. Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, “Ayrıca uzun süreli ve sık banyo yapmayın. Günde en fazla bir kez duş almanız yeterli gelecektir. Duş alımından hemen sonrasında cildinize uygulayacağınız nemlendiriciler de cilt kuruluğunu kontrol altında tutmanızda fayda sağlayabiliyor.” diyor.

Odanın nem oranına dikkat!

Hava kuruluğunu önlemek için odaların nem oranına dikkat edin. Böylece ciltte gelişen kuruluğun şiddetlenmesini engelleyebilirsiniz. Odalardaki nem oranının yüzde 50- 60 arasında olması öneriliyor. Ayrıca sıcak ve soğuk hava da cilt kuruluğunu şiddetlendirdiği için oda sıcaklığını 21-25 derece arasında tutmayı alışkanlık edinin.

Cilde ‘nefes aldıran’ kıyafetler giyin!

Kış aylarında doğru kıyafet seçimi cilt sağlığımız açısından da önem taşıyor. Cildinizi soğuk ve rüzgardan korumak için bere, eldiven ve atkı takmayı ihmal etmeyin. Naylon tarzı kumaşlar cildin nefes almasını önlüyor. Bu nedenle hava dolaşımını sağlayan ve ter emen pamuklu kıyafetleri tercih edin, eldivenlerinizin içine de yine pamuklu eldivenler giyerek cildinizin nemini korumaya çalışın. Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, cilt kuruluğuna karşı pamuklu giysiler giymenizin transepidermal su kaybını önlediğini belirterek, “Cildin bütünlüğünün korunmasında; cildin bariyer fonksiyonu, terleme, yağ hücreleri ile enflamasyonun kontrol altında tutulması önem taşıyor. Dolayısıyla kış aylarında pamuklu kumaşlar gibi hava alabilen kumaşları tercih edin.” bilgisini veriyor.

Aşırı baharatlı gıdalar tüketmeyin

Aşırı baharatlı gıdalar terlemeyi arttırarak ciltte kuruluk oluşturuyor. Özellikle kırmızıbiber ile karabiber kaçınmanız gereken baharatlar arasında ilk sıralarda yer alıyor.

Sıcak içeceklere dikkat!

Kış aylarında içecekleri genellikle sıcak tüketmeyi tercih ediyoruz. Ancak sıcak içeceklerin sinirsel yolaklar üzerinden cildin bariyer fonksiyonunu bozduğu ve iltihaplanmayı arttırdığı, bu etkileri nedeniyle de ciltte kuruluğu şiddetlendirdiği düşünülüyor.

Pause Dergi

Çok dar kıyafetler giymeyin

Şiddetli cilt kuruluğu sorununuz varsa çok dar kıyafetler giymeyin. Aksi halde sürtünmeden dolayı cilt kolayca hasarlanabiliyor. Bunun sonucunda enfeksiyon ve alerji tetiklenerek daha büyük sorunlar gelişebiliyor.

Bol bol su için

Sağlıklı bir cilt yapısı için nem dengesini sağlamak son derece önemli. “Dıştan nem kaybını önlemeye yönelik tedbirlerimizin yanı sıra günlük ihtiyacımız olan su miktarını tüketmeye özen göstermeliyiz” diyen Dermatoloji Uzmanı Dr. Şenay Ağırgöl, “Günlük tüketmeniz gereken su miktarını; vücut ağırlığınızı (kg) 33 ml ile çarparak kolayca hesaplayabilirsiniz. Mesela 60 kilo iseniz 1980 ml, yani yaklaşık 2 litre su tüketmeniz gerekiyor” diyor.

Alkol ve kahveyi kısıtlayın

Alkol, kahve ve çay diüretik etkileri nedeniyle vücuttan su atılımına yol açıyor. Ciltte kuruluğun artmaması için bu tür içecekleri sınırlı tüketmeli, hemen ardından mutlaka bir bardak su içmeyi ihmal etmemelisiniz.