Yazılar

Böbreklerimiz alarm veriyor!

Böbreklerimiz alarm veriyor!

Sağlıksız beslenmeden hareketsizliğe, aşırı tuz tüketiminden yetersiz su içmeye dek günlük hayatta yaptığımız birçok yanlış davranış böbreklerimizin sağlığını bozarken; son yıllarda gerek dünyada gerekse ülkemizde böbrek hastalarının sayısı hızla artıyor. Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji Bilim Dalı Başkanı ve Acıbadem International Hastanesi İç Hastalıkları ve Nefroloji Uzmanı Prof. Dr. Ülkem Çakır “Böbreklerimiz vücudumuzda zehirli maddelerin atılmasından kemik iliği ve sağlıklı kan yapımına dek birçok önemli görev üstleniyor. Bütün organlarımızın sağlıklı çalışması için böbreklerimizin sağlıklı olması gerekiyor. Oysa yanlış yaşam alışkanlıklarımızla böbreklerimizi hızla yıpratıyoruz. Ülkemizde böbrek hastalarının sayısı 9 milyona ulaştı ve her 6-7 yetişkinden biri böbrek hastası olarak karşımıza çıkıyor.” diyor. Dünya Böbrek Günü Yürütme Kurulu’nun 2021’i ‘Böbrek Hastalığıyla İyi Yaşam” yılı ilan ettiğini belirten Prof. Dr. Ülkem Çakır, 11 Mart Dünya Böbrek Günü kapsamında yaptığı açıklamada, böbrek hastaları için ‘iyi yaşamın’ 4 kuralını anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Düzenli egzersiz yapın!

Özellikle son bir yıldır Covid-19 pandemisi nedeniyle ister istemez hareketsizlik had safhaya ulaştı. Ancak gerek böbrek sağlığını korumak, gerekse böbrek hastalığıyla mücadele etmede düzenli egzersiz yapmak kilit rol oynuyor. Düzenli egzersiz; özellikle de haftanın en az üç günü yapılacak 45 dakikalık tempolu yürüyüş, böbreklerin kanlanmasında büyük önem taşıyor. Hareketsiz (sedanter) yaşamdan uzak durmak, böbrek hastalığıyla mücadele sürecinde destek sağlıyor.

Günde mutlaka 1,5-2 litre su için!

Böbreklerin işlevlerini iyi yapabilmesi için en temel ihtiyacı, su! İçtiğimiz suyla kandan süzülen zararlı maddeler idrar haline getiriliyor ve vücudumuzdan ancak bu şekilde uzaklaştırılıyor. Vücudumuzda yeterli miktarda su bulunmadığında böbreklerimiz çalışmak için çok daha fazla güç harcıyor ve yıpranması hızlanıyor. Bu nedenle böbrek hastalarının yaşam kalitelerini artırmaları amacıyla her gün mutlaka 1,5-2 litre su içmeleri gerekiyor.

Aşırı tuz tüketiminden kaçının!

Dünya Sağlık Örgütü günde 5 gram, yani bir tatlı kaşığı tuzdan fazla tüketilmemesi konusunda uyarırken, ülkemizde günlük tuz tüketimi 18 gramı buluyor. Fazla tuz sağlığımız ve böbreklerimiz için tam bir düşman olduğundan tuzu azaltmak böbrek hastalığı tedavisinin en önemli basamağını oluşturuyor. Yemeklere tuz eklemeye gerek yok, zira hiç tuz eklemediğimizde bile sebzelerden 2 gram tuz alıyoruz.

Fazla kilolarınızdan kurtulun!

Kilo almak obezitenin yanı sıra idrarda protein kaçağına da yol açıyor. Bu nedenle sağlıklı diyet ve düzenli egzersizle fazla kiloları vermek ve ideal kiloyu korumak çok önemli. Günümüzde çocuklarda da obezite hızla yaygınlaştığı için böbrek hastalığı çocuk yaşta da görülür hale geldi. Çocukların hareketsiz kalmalarının mutlaka önüne geçmek, sağlıklı beslenmeye ve spora özendirmek gerekiyor.

 Prof. Dr. Ülkem Çakır: “Tedavide bu hatayı yapmayın!”

Dünya Böbrek Günü Yürütme Kurulu’nun 2021’i “Böbrek Hastalığıyla İyi Yaşam” yılı ilan ettiğini belirten Prof. Dr. Ülkem Çakır, “Bu yılki slogan; böbrek hastalığını en iyi şekilde yönetmenin, ancak sağlık çalışanları, hastalar ve yakınlarının birlikte bir ekip olmasıyla mümkün olacağı vurgusu yapmaktadır. Hastaların iyi yaşamasını sağlayan uygulamaların geliştirilmesinde hastalar ve yakınları ile güçlü bir ortaklığın kurulması önemlidir. Hedefimiz böbrek hastalarına bu hastalık ile iyi yaşayabileceklerine dair güven ve umut vermektir.” diyor. Günümüzde kronik böbrek hastalığı yönetimi ve tedavisindeki mevcut yaklaşımın, böbrek fonksiyonlarındaki kaybın yavaşlatılmasına odaklandığını ve genellikle hastalara çok fazla söz hakkı tanınmadan, kendilerinden sıkı diyet ve ilaç kullanım kurallarına uymalarının beklendiğini belirten Prof. Dr. Ülkem Çakır şöyle diyor: “Oysa bu hastalık merkezli yaklaşım, hastaların önceliklerini ve değerlerini tatmin edici bir şekilde yansıtmadığı için başarısız olabilir. Unutulmamalıdır ki, böbrek hastalığı ile yaşayan insanlar da, her şeyden önce iyi yaşayabilmek ve sosyal işlevselliklerini sürdürmek, kısacası yaşamları üzerinde kontrol sahibi olmak hakkına sahiptirler. Hastaya değil, hastalığa odaklı yaklaşım, hastalıklarının yönetimi ve tedavisine anlamlı bir şekilde dâhil olmadıklarından dolayı, hastaların temsiliyetini ortadan kaldırır. Hastalığın izleminde hastaların ve tedavi ekibinin birlikte hareket etmesi, hastaların tedavi sürecindeki duygu ve düşüncelerinin dikkate alınması çok önemlidir. Hastaların bu süreçte aktif olmaları, tedavileriyle ilgili daha memnun olmalarına ve böylece daha başarılı klinik sonuçların elde edilmesine yardımcı olmaktadır.”

Kadının kalbi erkeklerden daha mı hızlı çarpıyor?

Kadının kalbi erkeklerden daha mı hızlı çarpıyor?

Kadınlar ve erkekler arasındaki farklar sıralanmaya başlayınca konu dönüp dolaşın kadının duygusallığına, hassasiyetine geliyor. Öyle ki kadın kalbinin hassaslığından bahsediliyor. Peki, ya söylenenlerin tıbbi olarak bir doğruluğu var mı? Kadın ve erkek kalbi farklı mı çarpıyor? Daha hassas olmak kadınları kalp hastalıklarına karşı daha korunaksız mı yapıyor? Acıbadem International Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Dr. Aslıhan Eran Ergöknil, kadın ve erkek kalbi arasındaki farklılıkları sıralarken “Erkekler ve kadınlar arasında pek çok fark var. Erkeklerin ve kadınların kalbinin farklı ‘çarptığını’ söyleyebiliriz. Kalp ve dolaşım sisteminde hem hastalık riski ve semptomları hem ilaca verilen yanıt açısından önemli ayrımlar bulunuyor. Ancak kadınlar, kalp ve damar sağlığı açısından biraz şanssız görünse de sağlıklı bir yaşam tarzı ile risklerin önüne geçebilir. Örneğin, sadece egzersiz ve sigaradan uzak durmak bile kadınları bu hastalıklardan koruyabilir” diye konuşuyor.

Kalbin yapısı ve etki şekli temelde hem kadınlarda hem de erkeklerde aynı ancak boyut, işlev ve risk faktörlerine verilen tepki açısından çeşitli farklıklar görülüyor. Dr. Aslıhan Eran Ergöknil, bu farklılıkları şöyle sıralıyor:

 

  1. Erkeklerin kalbi kadınlara göre daha büyük. Kalp ağırlı, kiloya göre hesaplanıyor. Erkeklerde kalp, vücut ağırlığına göre yaklaşık 5,7 gr/kg olurken kadınlarda sadece 4,8 gr/kg. Buna göre kadınların kalp ağırlığı ortalaması 200-280 gram iken, erkeklerde 250-390 gram arasında değişiyor.
  2. Bir kadının kalbi, oksijen ihtiyacını karşılayabilmek için erkek kalbinden daha hızlı çarpıyor. Kadın kalbi dakikada ortalama yaklaşık 70 kez atarken erkeklerde bu sayı 60’a düşer.
  3. Kalp hastalığı tanısı alanların yüzde 57,8’i erkek ve yüzde 42,2’si kadın. Ancak kalp hastalıkları kadınlarda daha şiddetli ilerliyor.
  4. Kadınların kalp hastalığından hayatını kaybetme oranı erkeklere göre yüzde 8 daha fazla. Bunun en önemli nedeni ise birçok kadının riskin farkında olmaması ve kalp krizi belirtilerini doğru yorumlayamaması.
  5. Kalp krizi kadınlarda farklı belirti gösteriyor. Sol göğüs boşluğunda keskin ağrı ve şiddetli gerginlik gibi klasik belirtiler onlarda daha az görülüyor. Ancak nefes darlığı, kürek kemikleri arasında ve üst karın bölgesinde ağrı, bulantı ve kusma olasılığı daha yüksek. Bu nedenle kadınlar kalp krizi işaretlerini tam olarak tespit edemediğinde geç kalabiliyor.
  6. Diyabeti olan kadınların kalp hastalığından hayatını kaybetme riski, erkeklere oranla yüzde 50 daha fazla. Araştırmalar; diyabet, sigara ve obezite ile psikolojik ve sosyal stres faktörlerinin kadınları daha olumsuz etkilediğini gösteriyor.
  7. Damar hastalıklarına kadınlar daha geç yakalanıyor. Tanı alan hastalar arasında kadınlar, erkeklerden ortalama 10 yaş daha büyük oluyor.

Kan yapısı da farklı

Kadın ve erkek kalbindeki farklılıkların yanı sıra kan ve damar yapısının da cinsiyete has özellikleri olduğunu vurgulayan Dr. Aslıhan Eran Ergöknil, şunları söylüyor:

“Kadınların kanlarında neredeyse dörtte bir daha az hemoglobin (kırmızı kan hücrelerinde depo edilen, demir açısından zengin protein) bulunur. Hemoglobin kandaki oksijeni taşıdığından, organlara oksijen taşınması erkeklere oranla daha düşük olur. Oksijen kaynağı yaşla birlikte azalıyor. Erkekler için bu oran yılda yüzde 1 oranında gerçekleşirken kadınlarda yüzde 0.8 düzeyinde azalma oluyor.”

Damarları daha ince

Kadınların damar yapısı erkeklere oranla daha ince ve hassas olduğu için küçük plak (damarda biriken yağ) parçaları bile büzüşmeye neden oluyor. Küçük trombüsler (kalp ve damar iç yüzüne yapışan kitle) damarları tamamen kapatabiliyor. Kadınlık hormonlarının hastalıklar üzerine etkileri hakkında bilgi veren Kardiyoloji Uzmanı Dr. Aslıhan Eran Ergöknil, şu noktalara dikkat çekiyor:

“Doğal östrojenin yağ metabolizması ve dolayısıyla kolesterol seviyesi üzerinde olumlu bir etkisi bulunuyor. Bu, genç kadınların vazokonstriksiyona (damar daralmasına) daha az yatkın olmasının nedenlerinden biri. Ayrıca kadınlık hormonları damar genişletici etkiye sahip. Bu etki kadınları en azından menopoza kadar koroner kalp hastalıklarından korumaya da yardımcı oluyor. Ancak menopoza giren kadınlar verilen hormon replasman tedavisinde dikkatli olunmalı. Çünkü bu hormonların kan pıhtılaşması üzerinde etkileri var. Özellikle sigara, yüksek kolesterol veya tansiyon gibi diğer risk faktörleri varsa, tromboz riski artar. Doza bağlı olarak, doğum kontrol hapları yoluyla verilen hormonların da tromboz, kalp krizi ve felç riskini artırabileceği unutulmamalı.”

Risk faktörlerinin etki düzeyi değişiyor

Sağlıksız bir yaşam tarzı kadınları daha çok vuruyor. Sigara içen kadınlarda kalp hastalıkları riskinin erkeklere göre daha yüksek olduğunu kaydeden Dr. Aslıhan Eran Ergöknil, “Ayrıca diyabet, erkeklere kıyasla kadınlarda kalp krizi riskini iki kattan fazla artırıyor. Günlük stres ve depresyonun da kadınlar üzerindeki etkisi büyük” diyor.

Kadınlar hastalığı hafife alıyor

Hastalığa yaklaşım da kadın-erkek arasındaki farklardan biri. Genelde kadınların kalp sorunlarını hafife alma eğiliminde olduğunu söyleyen Dr. Aslıhan Eran Ergöknil, “Göğüs ağrısı ve çarpıntıyı, olağanüstü duygusal durumlara yoruluyor. Geçici ve önemsiz bir rahatsızlık olarak düşünülüyor. Oysa erkekler kadınlara oranla şikayetlerini daha dikkate alıyor ve doktor önerilerine daha iyi uyuyor” diye konuşuyor.

Bu hatalar anne ve bebek sağlığını tehdit ediyor

Bu hatalar anne ve bebek sağlığını tehdit ediyor

Covid-19 enfeksiyonuna yakalanmak herkes için kaygı verici. Ancak öyle bir grup var ki onlar sadece kendileri için kaygılanmıyor, henüz doğmayan bebeklerinin de sağlığından endişe ediyorlar. Çünkü hamilelik sırasında meydana gelen diyaframın yükselmesi, solunum mukozasının ödemli olması ve oksijen tüketiminin artması gibi nedenler anne adaylarının solunum yolu enfeksiyonlarına yatkın olmalarına neden oluyor. Bu durum da Covid-19 enfeksiyonuna yakalanma riskini artırıyor. Pandeminin ilk günlerinden itibaren enfeksiyona yakalanan anne adaylarına dair bazı bilgiler ise kafa karışıklığına yol açıyor. Acıbadem International Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Günay Gündüz, bu kaygıların birçok konuda yaşandığını belirterek, toplumda doğru sanılan yanlış bilgiler üzerine ayrıntılı açıklama yaptı. Covid-19 pozitif olmanın sezaryenle doğuma yol açmayacağına, bugüne kadar yapılan araştırmalara göre enfeksiyonun anne karnındaki bebeğe bulaşmayacağına ve doğumdan sonra bebeğin emzirilebileceğine vurgu yapan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Günay Gündüz, “Herkes gibi pandemi kurallarına dikkat ederek yaşamak, düzenli doktor kontrollerini ihmal etmemek ve sağlıklı beslenmek anne adaylarını da koruyor.” diye konuşuyor.

Yanlış: Her hamile Covid-19 için risk grubunda yer alır

Doğrusu: Hamileler Covid-19 için risk grubunda yer almazlar. Ancak bazı hamilelerde görülen kimi sağlık sorunları ve kronik hastalıklar onları daha riskli hale getiriyor. Diyabet, yüksek tansiyon, kalp hastalığı, kanser, böbrek ve karaciğer yetmezliği gibi hastalıkları olan hamileler riskli grupta yer alıyorlar.

Yanlış: Virüsten korunmak için ek önlemler gerekir

Doğrusu: Hamilelerin Covid-19’dan korunmak için ek önlem almalarına gerek yok. Toplumun geri kalanında olduğu gibi ellerin sık yıkanması, sosyal mesafe ve maske kurallarına dikkat etmek önem taşıyor. Dr. Günay Gündüz, öksürük, solunum sıkıntısı gibi belirtilerde hemen doktora başvurulması gerektiğini yineliyor.

Yanlış: Enfeksiyon tedavisi için hamilelere ilaç verilmez

Doğrusu: Şüpheli ya da Covid-19 virüsü bulaşmış olan hamilelere fiziksel ve psikolojik destek verilmesi önem taşıyor. Genel durumu iyi olan hamilelerin Covid-19 sürecini evde izole olarak tamamlayabileceklerini belirten Dr. Günay Gündüz, “Hastalığı şiddetli geçiren hamile hastalar hastaneye yatırılıyor. Ağrı kesici, ateş düşürücü gerekliyse uygun antiviral tedavi ve hidratasyon (sıvı takviyesi) yapılıyor” diye bilgi veriyor.

Yanlış: Bulaşma riski nedeniyle rutin gebelik kontrollerine gidilmemeli

Doğrusu: Hastanelerdeki bulaşma riski göz önünde bulundurulmalı. Ancak hekimin gerekli gördüğü sıklıkta kontrollere devam edilmesi gerekiyor. Hamilelikte diyabet ve hipertansiyon gibi hastalıkların taranmasının ve tedavi edilmesinin Covid-19 enfeksiyonun bulaşma ve ağır geçirme riskini azalttığına dikkat çeken Dr. Günay Gündüz, “Anne adayı ve bebek sağlığı açısından yeterli kontrollerin de yapılması gerekiyor” diyor.

Yanlış: Covid-19 anne karnındaki bebeğe de bulaşır

Doğrusu: Hastalıkla ilgili araştırma verileri henüz çok sınırlı, ancak hamile kadındaki virüsün bebeğine bulaştığına dair kesin bilgi bulunmuyor. Bugüne kadar anneden henüz doğmamış bebeğine böyle bir geçişin olduğunu gösteren herhangi bir kanıt olmadığını belirten Dr. Günay Gündüz, “Ultrason kontrolleriyle anne karnındaki bebeğin sağlığı ve büyümesi yakından takip edilmeli.” diye konuşuyor.

Yanlış: Covid-19 düşüğe neden olur

Doğrusu: Bu hastalığın seyri, etkileri hakkında henüz yeterli ve detaylı çalışma bulunmadığına dikkat çeken Dr. Günay Gündüz, “Bugüne kadar olan veriler Covid-19 virüsünün hamilelikte düşük ya da erken bebek kaybı riskinde artış olmadığını gösteriyor. Ancak erken doğum riski olabiliyor. Bu nedenle dünyaya gelen bebeğin yeni doğan yoğun bakım ünitesinde kalabileceği akılda tutulmalı.” diyor.

Yanlış: Covid-19 pozitif ise sezaryenle doğum zorunlu olur

Doğrusu: Anne ve bebek açısından doğumu ertelemenin tıbbi bir sakıncası yoksa doğum uygun bir zamana ertelenebiliyor. Doğumun zorunlu olduğu durumlarda ise gerekli önlemler alınarak beklenmeden bebek dünyaya getiriliyor. Covid-19 pozitif olan hamilelerde sezaryenle doğumun bir zorunluluk olmadığını kaydeden Dr. Günay Gündüz, “Sezaryen tıbbi bir gereklilik olduğunda uygulanır. Covid-19 enfeksiyonu bu yöntemi zorunluluk haline getirmez” diye vurguluyor.

Yanlış: Covid-19 virüsü taşıyan anne bebeğine dokunamaz, emziremez

Doğrusu: Anne bebek arasındaki yakın temas ve emzirme bebeğin gelişiminde büyük önem taşıyor. Annenin Covid-19 virüsü taşısa bile el hijyeni, maske ve ortam havalandırması gibi gerekli önlemleri alarak bebeğini emzirebileceğini ifade eden Dr. Günay Gündüz, “Anne ile bebek arasında ten tene temasa izin verilmeli. Aynı odada kalabilirler. Annenin maske kullanması gerekiyor. Ancak boğulma gibi kazalara yol açabileceği için bebeğe maske ya da siperlik takılmaz” diyerek sözlerini tamamlıyor.

Yanlış: Hamilelikte akciğer filmi ya da bilgisayarlı tomografi çekimi yapılmaz

Doğrusu: Gereken durumlarda akciğer filmi de bilgisayarlı tomografi de çekilebilir. Hamilelikte anne karnındaki bebek için güvenli radyasyon değeri 5 rad olarak kabul ediliyor. Dr. Günay Gündüz, gerekli olan durumlarda anne adayının karın bölgesinin kurşun yelekle korunarak her iki çekim işleminin de yapılabileceğini kaydediyor.

Yanlış: Hamileler Covid-19’u daha şiddetli geçirir

Doğrusu: Pandemi başladığından bu yana yapılan araştırmalarda hamilelikte Covid-19 enfeksiyonunun daha şiddetli geçeceğini gösteren anlamlı sonuçlar görünmüyor. Dr. Günay Gündüz, anne adaylarının hastalık seyrinin virüs bulaşan diğer kişilerden anlamlı bir farklılık göstermediğini belirtiyor.

Pandemi yalnızlığı sürerken nasıl mutlu olmalı?

Pandemi yalnızlığı sürerken nasıl mutlu olmalı?

Pandemi süreci, maske, hijyenin yanı sıra sosyal mesafeyi de hayatımızın olmazsa olmazları haline getirdi. Bir de virüs bulaşma riskini azaltmak için gelen sosyal kısıtlılık, pek çoğumuzun ruh halini değiştirdi. Yalnızlığın ve sosyalleşememenin getirdiği psikolojik yükler, hayatımızı zorluyor. Peki, yüz yüze, birlikte olmamız mümkün değilken mutlu olmamız mümkün mü? Bu soruya yanıt veren Acıbadem International Hastanesi’nden Klinik Psikolog Yeşim Karakuş, “Günlük hayatın stresine karşı etkili bir iletişim, sosyal bir tür olan bizlerin, en büyük güç ve direnç kaynaklarından birisidir. Bu süreci daha sağlıklı atlatabilmek için sosyal mesafemizi koruyalım ancak sosyal bağlantılarımızı kesmeyelim.” diyor.

Pandemi yalnızlığıyla tanıştık

Covid-19, sadece vücudumuzu hasta eden bir enfeksiyona yol açmadı; bizi, sokağa çıkamadığımız, sevdiklerimize sarılamadığımız bu nedenle “yalnızlık“ kavramının yeni bir yönüyle karşılaştığımız bir döneme yaşamamıza da neden oldu. Yeşim Karakuş “Birçok konuda endişeli, kaygılı, sıkıntılı, yorgun, üzgün hissediyorsanız ve bu duyguları son zamanlarda daha yoğun yaşıyorsanız, yalnız değilsiniz. Pek çok kişi aynı duyguları yaşıyor. Bu süreçte birçok geleneğin ve alışkanlığın kaybından dolayı olumsuz duygularımızı yönetmekte zorluk yaşanabiliyor. İçinde bulunduğumuz bu pandemi sürecinde, bu duyguları hissetmemiz anlaşılır ve normal bir durum.“ diyor.

Peki bu duygu durumuyla başa çıkmak için neler yapmalı? Yeşim Karakuş’a göre, özellikle evlere kapandığımız günlerde, acılarımızı, üzüntülerimizi, korkularımızı, kaygılarımızı yok saymaya çalışmak ya da sürekli sürekli bu tür sıkıntılarımızı dile getirip şikayet etmek yerine oturup duygularımızla konuşmak, hissettiklerimizi olduğu gibi kabul etmek gerekiyor.

Duygularınızı dinleyin!

Yalnızlığın ve sosyal ortamdan uzaklaşmanın insan doğasıyla çeliştiğini söyleyen Klinik Psikolog Yeşim Karakuş; “Bizler sosyal bir türüz. Gelişimimiz ve ruhsal sağlığımız, ilişkilerimizle ve çevremizle şekilleniyor. Dolasıyla ruh sağlığımız ve iyi olma halimiz söz konusu olduğunda, insanı psikososyal ortamından ayıramıyorsunuz. Ancak burada, insan olarak fiziksel mesafe ile ayrılsak bile duygusal olarak birlikte olmak için inanılmaz bir kapasiteye sahip olduğumuzu hatırlatmakta fayda var.“ diyor.

Özellikle birbirimize duygusal olarak erişebilir ve bağlı olmamız gerektiğini belirterek, hayatımız dağınıkken bu tür olumsuz duyguları hissetmenin kaçınılmaz olduğunu, bu durumu yaşarken yalnız olmadığımızı vurgulayan Yeşim Karakuş, “Kendimizle daha fazla vakit geçirdiğimiz bu süreçte, düşüncelerimizi bırakıp biraz duygularımızla konuşalım. Duygularımız ve hislerimiz anlaşılmayı bekler. Yaşadığımız olumsuz duygular ve sağlıklı olsun ya da olmasın onlarla başa çıkma becerilerimiz, aslında bizi korumak ve hayatta kalmamızı sağlamak için vardır. Bu duygular, gelsinler, bize bir şeyler öğretsinler, ancak kalmalarına izin vermeyelim.“ diye konuşuyor.

Belirsizlik durumuyla nasıl başa çıkabiliriz?

“Hayat her zaman bir miktar belirsizlik içeriyor. Belirsizlik kelimesi, başı ve sonu olmayan ucu açık bir kavram. Yaşadığımız bu pandemi süreci de birçok konuda ‘belirsizlik’ durumunu içermekte ve bu durumunun üzerimizde psikolojik etkileri olmaktadır. Peki, yaşadığımız bu belirsiz süreç ile nasıl başa çıkabiliriz?’ Klinik Psikolog Yeşim Karakuş, bu soruya cevap verirken “Belirsizlik durumunda, konuyla ilgili bilgi sahibi olmadığımız için sürekli bilgi arayışı içerisinde olma davranışımız artmaktadır. Belirsizlik durumunda kaldığımızda, yaşadığımız olumsuz duygularla baş edebilmek için etrafımızdan o konu ile ilgili (doğru ya da yanlış) birçok bilgiyi almak istiyoruz. Normalden daha fazla bilgi sahibi olmayı isteme durumu, belirsizliği gidermekten çok artırmaktadır.” diyor.

Belirsizlik sürecinin, o konuda  bilgi alma ihtiyacını tetiklediğini anlatarak Karakuş; “Sürekli vakaları takip etmek, iletişim kurduğumuz insanlarla koronavirüs süreci, pandemi dönemi ve bu konuda türetilen çeşitli rivayetler hakkında sıklıkla konuşmak, hatta konuşmaların sadece bu çerçevede sürdürülmesi durumu, sürecin ne zaman biteceği veya buna benzer konularda sürekli tahminler yürütmeye çalışmak gibi durumlar, belirsizliği azaltmaktan çok büyütmeye yol açar.“ diyor. Bu şekilde sinir sistemini sürekli uyarmanın ve tetikte tutmanın kişiyi daha kaygılı ve tedirgin hale getirdiğini belirtiyor. Bu davranışların ise uyku ve yeme bozuklukları, panik atak veya panik bozukluklar, anksiyete problemleri, bedensel belirti bozuklukları gibi birçok psikolojik durumu da beraberinde getirebildiğine işaret ediyor.

İletişim kurarak sosyal bağlantılarınızı sürdürün
Pandemi sürecini daha sağlıklı geçirebilmek için Klinik Psikolog Yeşim Karakuş şu önerilerde bulunuyor: “Bu zorlu süreçte, olumsuz duyguları hissetmemiz ve bazen daha yoğun yaşıyor olmamız normal bir durum. Kendimizi ne zaman iyi ya da kötü hissettiğimizi, hangi durumlardan daha çok etkilendiğimizi fark etmek ve bu duygularla başa çıkmada zorlandığımız zamanlarda ise psikolojik destek almak önemlidir. Günlük hayatın stresine karşı etkili bir iletişim, sosyal bir tür olan bizlerin, en büyük güç ve direnç kaynaklarından birisidir. Bu süreci daha sağlıklı atlatabilmek için, sosyal mesafemizi koruyalım ancak sosyal bağlantılarımızı kesmeyelim. Bedenimiz sınırlı ancak zihnimiz sınırsız. Yarının daha iyi olacağına inanıyorsak bugünün zorluğuna katlanabiliriz.“

Covid-19 geçirmişseniz kalp kontrolü yaptırın!

Covid-19 geçirmişseniz kalp kontrolü yaptırın!

Covid-19, akciğerlerde ağır hasar ve solunum güçlüğü ile tanınsa da hastalığın yol açtığı kalp problemleri giderek daha sık karşılaşılan sorunlar arasında dikkat çekiyor. Her geçen gün bir yenisi yayınlanan çalışmalar da, Covid-19’un kalpte yol açtığı kısa ve uzun vadeli etkilere dair endişeleri derinleştiriyor. Acıbadem International Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Murat Sezer, Covid-19’un kalpte yol açtığı sorunları “kalp krizi, ritim bozuklukları, kalp kası iltihabı, kalp zarı iltihabı ve kalp yetersizliği” olarak beş ana başlık altında toplarken hastalık geçirenlerde kalp muayenesini öneriyor. Prof. Dr. Murat Sezer, kalp hastalarının Covid-19’u daha ağır geçirebildiğine dikkat çekerek iyileşmenin ardından kalpte manyetik rezonans (MR) görüntülemesiyle yapılacak kontrolün önemini vurguluyor.

Covid-19 kalp hastalarında ağır seyrediyor

Salgının Çin’de ortaya çıktığı günden bu yana geçen zamanda koronavirüs kaynaklı çeşitli kalp problemleri gözlemleniyor. Dünyanın farklı yerlerindeki doktorların deneyim paylaşımları ile Covid-19’un neden olduğu kalp sorunlarının gerçek boyutunun da ortaya çıktığını anlatan Prof. Dr. Murat Sezer, “Araştırmalara göre Covid-19 geçiren her 5 ya da 10 hastadan birinde değişik derecelerde kalp problemleri ortaya çıkıyor ve bu hastalarda Covid-19 daha şiddetli seyretme eğiliminde oluyor.” diyor. Öncesinde bir kalp rahatsızlığı olup olmadığı bilinmeyen kişilerin koronavirüsü atlattıktan sonra kalpleri manyetik rezonans (MR) ile görüntülendiğinde bu kişilerin yüzde 70 – 80’inin kalbinin değişik bölgelerinde devam eden iltihabi reaksiyonlar görülebiliyor. Bu hastaların önemli bir kısmının Covid-19’u hiçbir belirti vermeden geçirdiğine dikkat çeken Prof. Dr. Murat Sezer, “Peki, Covid-19 kalbi nasıl etkiliyor?” sorusuna ayrıntılı bir şekilde cevap veriyor.

  • Kalp krizini tetikliyor

Araştırmalar, Covid-19’un kalbe yönelik etkilerinin başında kalp krizi olduğunu gösteriyor. Bu hastalarda kalp krizi riskini artıran mekanizmalardan özellikle ikisinin öne çıktığını anlatan Prof. Dr. Murat Sezer, “Zaten kalp damar hastalığı olanlarda Covid-19’un iltihabi etkisi sebebiyle damarda daralmaya yol açan kolesterol plağı yırtılıyor ve ortaya çıkan pıhtı, kalbi besleyen damarları tıkayarak kalp krizine neden olabiliyor. Ayrıca hastaların akciğerlerindeki hasar dolayısıyla kanda azalan oksijen miktarı da kalp krizini tetikleyebiliyor. Kalp krizine yol açan başka bir durum ise, kalp kasını besleyen mikro dolaşımda pıhtılaşma ile tıkanmaların ortaya çıkmasıdır.” diyor.

  • Ritim bozukluğu tek belirti oluyor

Kalpte görülen sorunların ikinci sırasında ritim bozuklukları geliyor. Koronavirüs hastalarında iyi veya kötü huylu ritim bozuklukları ile sık karşılaşılıyor. Her 5 Covid-19 hastasından 4’ünde ritim bozuklukları görülebiliyor. Bu bozuklukların kalpte elektrik iletimini sağlayan yolların iltihabına bağlı olarak ortaya çıkabildiğini belirten Prof. Dr. Murat Sezer, “Hatta başka hiçbir belirtiye sahip olmayan bazı hastalarda çarpıntı hissi, ilk ve tek şikayet olabiliyor.” diye bilgi veriyor.

  • Kalp kası iltihaplanıyor

Covid-19’a yakalanan hastalarda kalp kası iltihabı görülmesi de sık rastlanan bir durum olabiliyor. Hastaların bir kısmında bu iltihap zamanla çözülürken bazılarında iyileşmenin uzun sürebildiğini kaydeden Prof. Dr. Murat Sezer, “İyileşme sonrasında bile kalpte standart görüntüleme yöntemleri ile görülemeyen yara izleri kalabiliyor.” diye konuşuyor.

  • Kalp zarı iltihaplanıyor

Hastaların bir kısmında kalbi çevreleyen zarlarda iltihap ve sıvı birikimi izlenebiliyor. Bazen hiç belirti yaşanmadığı gibi bazen de iltihabın ve toplanan sıvının ciddiyetine bağlı olarak keskin göğüs ağrısı gibi şikayetler veya nefes darlığında artış da yaşanabiliyor. Covid-19 tutulumuna bağlı olarak kalp zarı yaprakçıkları arasında biriken sıvı, standart görüntüleme yöntemlerinden ekokardiyografi ile kolaylıkla tanınabiliyor ve çoğunlukla kendini sınırlandırıp zamanla emilerek kaybolabiliyor.

  • Kalp yetersizliği yaşanıyor

Covid-19 gibi insan vücudunu tamamen etkileyen hastalıklar kalbin üzerindeki yükü artırıyor. Bu artan yük hastaların bir kısmında büyük sorunlara yol açmazken halihazırda kalp hastalığı olan hastalarda ve /veya Covid-19 sebepli kalp kası iltihabı gelişen hastalarda ise kalp, işini zorlukla yapabilir hale gelebiliyor. Kalp yetersizliği olarak tanımlanan bu durumda kalbin pompa gücünün azaldığını dile getiren Prof. Dr. Murat Sezer, yaşanan durumu “Kalp akciğerlerdeki kanı uzaklaştıramıyor, akciğerlerde biriken sıvı nefes almayı daha da zorlaştırıyor.” diye anlatıyor.

Hastalık sonrası kalp muayenenizi yaptırın

Covid-19 geçiren kalp hastalarında virüsün yol açtığı hasarın tespit edilebilmesi tedavi planlaması açısından büyük önem taşıyor. Kalbin manyetik rezonans (MR) görüntüleme yöntemiyle tetkik edilmesinin koronavirüs sebepli ödem ve iltihap gibi durumları görmek, etkilenen kalp fonksiyonlarını ve hasarlı bölgeleri tespit etmek için önemli olduğunu kaydeden Prof. Dr. Murat Sezer, “Böylece ileri dönem için risk belirlemesi yapabilmek veya uygun tedavi ve önerileri hastalara sunmak mümkün hale gelebilir. Özellikle önceden kalp hastalığı olanlarda koronavirüs sonrası kalp MR’ının hastalığın yol açtığı sorunların tespitinde altın standart olacağı öngörülüyor.” diyor.

Egzersizden önce 2-4 hafta dinlenme

Özellikle hastalığın bitişinden sonra yoğun egzersiz programlarına dönmeden önce 2-4 hafta kadar istirahat ve kardiyolog muayenesi öneriliyor. Muayenede kalpte iltihap ya da fonksiyon bozukluğu saptanması durumunda ise istirahat süresinin 4-6 aya kadar uzayabildiğini belirten Prof. Dr. Murat Sezer, sözlerini “Gebelik, kanser veya romatizmal hastalık gibi özel durumlarda ise hastanın takipli olduğu hekime danışması ve kendisine önerilenlere harfiyen uyması Covid-19’un uzun dönemdeki etkilerini en aza indirmek adına doğru bir adım olacaktır.” diye noktalıyor.

Yılbaşı sofrasında fazla kaçırmayın

Yılbaşı sofrasında fazla kaçırmayın

Zorlu bir yılın ardından yılbaşı sofrasında ölçüyü kaçırdınız, bol kalorili yiyecek ve içeceklerle ve şüphesiz tatlılarla stres atmaya çalıştınız. Ancak yine de yenilenmek elinizde! Yeni yılın ilk günü bazı kuralları dikkat ederek, fazla kalorilerin yağa dönüşmesini engelleyebilirsiniz. Peki ama nasıl? Acıbadem International Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Arıburnu, bunun basit ama etkili bazı püf noktaları olduğunu, hemen moralinizi bozmamanız gerektiğini belirterek “Diyetteyken veya sağlıklı beslenmeye çalışırken özel günlerde rutinden çıkmak, düzenin bozulması ve sonucunda aşırı yemek yemek motivasyonunuzu bozabilir, fakat ilerlemenizi yavaşlatmaz veya kilo vermenizi engellemez. Doğru araçlar verildiğinde, vücudumuz toksinleri atma, enfeksiyonlarla savaşma ve sağlığı sürdürme konusunda son derece yeteneklidir. Bu nedenle yılbaşı gecesinin ertesi sabahı bir telaşla detoks diye herşeyin suyunu sıkıp içmenize gerek olmadan, yapmanız gereken tek şey doğru yiyecekler yiyerek vücudunuzu desteklemektir. Basit ama etkili ipuçları, yolunuza geri dönmenize ve hedeflerinize doğru devam etmenize yardımcı olacaktır“ diyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Arıburnu, yeni yılın ilk gününde yenilenmeniz için 7 altın öneri sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Güne canlandırıcı bir kahvaltı ile başlayın

Yemekleri fazla kaçırdığınız bir akşamın sabahında kahvaltıyı atlamak size cazip gelse de, yeni yılın ilk gününe sağlıklı bir öğün ile başlamak rutininize geri dönmenize ve gün boyunca daha sağlıklı seçimler yapmanıza yardımcı olur. Güzel bir başlangıç için kahvaltınızda protein içeriği yüksek olan yumurtayla, lif ve c vitamini açısından zengin olan kırmızı biber, maydanoz, roka gibi yeşiklliklere yer vermelisiniz. Daha hafif bir kahvaltı etmek isteyenler ise yulaf ezmeli, sütlü, taze meyveli bir kahvaltı tercih edebilir.

Kendinizi aç bırakmayın, öğün atlamayın

Öğün atlamak, açlığı ve iştahı artırarak aşırı yeme hissinin devam etmesine sebep olur. Bundan dolayı gün içerisinde muhakkak ara öğününüzü yapmalısınız. İki üç saatte bir beslenmeye dikkat etmeli fakat öğünlerinizin içeriğini hafifletmelisiniz. 100 kaloriden az olan ara öğün seçenekleri olarak; 2 kuru kayısı + 2 tam ceviz içi, 1 adet wasa + 1 dilim az yağlı beyaz peynir, 1 fincan leblebi + 1 çay bardağı ayran, 2 yk yoğurt + 1/2 ufak boy meyve tüketebilirsiniz.

Su tüketiminizi artırın

Vücudumuzun su dengesi, solunum, ter ve idrar ile oluşan sıvı kaybının yerine konmasıyla sağlanır. Yetişkin bireyler metabolizma atığı olarak günde yaklaşık 2 – 2,5 litre su kaybederler. Bundan dolayı da genel öneriler günlük 2,5 litre su içmeniz yönündedir. Fakat böyle özel günlerde artan çay, kahve, alkol tüketimi vücudumuzdaki su atılımını daha da arttırır. Bu sebeple 1 Ocak günü su tüketmeyi ihmal etmemek hatta artırmak vücudunuzun ihtiyaç duyduğu suyu yerine koymanızı sağlarken, kalori alımınızı azaltmanıza ve dinlenme enerji harcamalarınızı geçici olarak artırmanıza da yardımcı olur.

Hareketsiz kalmayın, yağları depolamayın

Bir önceki akşamın vermiş olduğu yorgunluk hissi ile tüm gününüzü televizyon karşısında geçirmeyin. Hareketlenmek, egzersiz yapmak motivasyonunuzun artmasına dolayısıyla da  rutininize dönmenize olanak sağlar. İmkanı olanlar muhakkak açık havada 1 saat yürüyüş yapmalı, evde olan kişiler ise dans ederek, pilates, yoga yaparak ve hatta tempolu temizlik yaparak kalorileri yakmalı.

Ana öğünlerinizde hafif beslenin

Öğle ve akşam yemeklerinizde, yılbaşı gecesi fazlasıyla çalışan sindirim sisteminizi bugün daha da yormamak için, kolay sindirilecek besinler tercih edin. İki ana öğünde de zeytinyağlı sebzeler tüketmeye, probiyotik içeriği yüksek olan yoğurt ve kefir tüketmeye özen gösterin. Hafif beslenirken karbonhidrat tüketmeyi de ihmal etmeyin, karbonhidrat kaynağı olarak tam tahılları tercih edin, porsiyon miktarını küçük tutun.

Tetikleyicilerden kurtulun, mutfağınızı temizleyin

Özel bir akşamın ardından uğraşılması gereken şeylerden bir tanesi de etrafta kalan tüm yiyeceklerdir. Siz rutininize geri dönmek ve sağlıklı beslenmek isterken, sizi cezbederler. Bundan dolayı önceki akşamdan kalan kızartmalardan, yağlı, tuzlu, şekerli yiyeceklerden ve su haricindeki içeceklerden uzak durun. Karbonhidrat alımınızı sınırlayın. İlk gün hatta ilk hafta tatlı kaçamağı yapmamaya çalışın, tatlı ihtiyacı duyarsanız kuru meyvelerden destek alın.

Yılın bir günü değil her günü sağlıklı beslenmeyi hedefleyin

Beslenme ve Diyet Uzmanı Elif Gizem Arıburnu, “Bu yeni günde, yılın başında kendinize gerçekçi hedefler belirleyin ve sağlıklı beslenme sürecinizi kolaylaştırmak için bir plan yapın.

Örneğin; günde 3 porsiyon yeşil sebze yemek veya akşam geç saatlerde yemek yememek gibi basit hedefler işe yarayabilir. Alışverişe çıkarken liste yapmak, sağlıklı bir yemek kitabı almak veya haftalık egzersiz hedefleri belirlemek gibi diğer pratik öneriler de sizi sağlıklı yaşamınıza bir adım daha yaklaştırabilir.” diyor.

Pandemi çiftler arasını açıyor

Pandemi çiftler arasını açıyor

Günlük yaşam alışkanlıklarımızı derinden sarsan yüzyılın salgın hastalığı Covid-19 pandemisi şüphesiz zor ve benzerine rastlanmayan bir süreç. Dışarının tehlikeli ve bazen yasak olduğu bir dünyada; ofis, yemek arası, kahve molası, okul, okul bahçesi, restoran, sinema salonu, terapi odası, spor salonu ve diğer her yaşam alanı eve, içeriye sıkıştı. Aynı evde yaşayan bireyler birbirlerini ilk defa bu kadar sık ve yakından görüyor, birbirlerinin günlerine, bedensel ve ruhsal olarak her haline bu denli tanıklık ediyor. Hal böyle olunca aynı çatı altında çift ilişkilerinde problemler de giderek artıyor. Acıbadem International Hastanesi’nden Uzman Klinik Psikolog Deniz Keskin “Araştırmalar; dünyanın her yerinde; kültürel ve sosyoekonomik düzeyden bağımsız şekilde, boşanma oranlarının arttığını, ilişki problemlerinin şiddetlendiğini, ebeveyn-çocuk ilişkilerindeki sorunların yoğunlaştığını gösteriyor. Covid-19 öncesi zamanlarda beraberlikleri yolunda ilerleyen çiftlerin dahi, karantina süreçleri içinde çeşitli çatışmalar yaşamaya başladığı, ilişkisel şikayetlerle psikoterapiye başvurduğu gözlemlenmekte. Oysa bu hızlı ve hazırlıksız değişimin, her çift için zorlayıcı etkileri olması doğaldır ve bu karmaşık zamanlardan geçerken, bağları güvenli, içeriyi korunaklı tutabilmeye ihtiyacımız var” diyor. Peki aynı çatı altında huzuru artırmanın, bir arada sağlıklı bir iletişim sürdürebilmenin yolları neler? Uzman Klinik Psikolog Deniz Keskin bu yolları anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Birbirinizin kişisel alanlarına ve “kötü” hislerine izin verin

Çift olmak her şeyi birlikte yapmak ve her deneyimi aynı hislerle yaşamak anlamına gelmez. Yakınlık, bazen aynılık yanılsamasını beraberinde getirir. Fakat birlikteliği sağlıklı yapan en önemli şeylerden biri iki kişinin arasındaki alana ve farklılıklara yer açabilmektir. Pandemi döneminin başlamasıyla birlikte çok farklı duygular, bedensel ve ruhsal tepkiler vermeye başladık. Hem siz hem partnerinizin kötü hissedebilirsiniz. Bunu ifade etmeye ve duymaya izin verin. Korku, panik, takıntılı davranışlar, yadsıma, öfke, donuklaşma, huzursuzluk, uykusuzluk, iştah artışı ya da kaybı gibi pek çok duygu ve tepkiyi deneyimliyoruz. Dahası, örneğin siz aynı haber ya da durum karşısında soğukkanlı bir tutum içinde kalırken, partneriniz yoğun bir panik ya da kontrol ihtiyacı yaşayabilir. Kendi duygunuzu söylerken, partnerinizin iç dünyasına da alan açar şekilde yaklaşmaya çalışın, ona ne hissettiğini sorun. Koronavirüs salgını başlayalı uzun bir zaman olmuş olsa da, pandemi gibi tekinsiz ve beklenmedik bir olguyla baş başa kalmak herkes için hala yeni.

Az yargılayın, bol takdir edin

Yakınlık, dikenli tellerle mümkün değildir. Pandemi döneminde, artan stres ve sıkışmışlık hisleri iç dünyamızda pek çok farklı duyguyu tetikleyebilir ve karşımızdakine yönelen suçlayıcı tutumları artabilir. Öte yandan benzer kırılganlıkları ve karışık duyguları partnerimizin de yaşayabileceğini unutmamak önemli. Yargılamadan önce her zamankinden biraz daha fazla düşünüp takdir edilesi küçüklü büyüklü her şeyi vurgulamak, ilişkide güvende ve değerli hissetmemize yardımcı olacaktır. Bunu bir oyuna dönüştürüp her gün sonunda partnerinizde o gün size iyi gelen, hoşunuza giden üç şeyi zihninizde canlandırabilir, yatmadan önce bunları onunla paylaşabilir, bu “oyununuza” onu da davet edebilirsiniz.

Günlerinizi planlayın ama planlar sizi sıkıştırmasın, size yol göstersin

Pandemi öncesi dönemde planlar ve çerçeveler bize dışarıdan verilen somut şeylerdi. Başka bir yerde olmak, trafiğe göre kendini planlamak, dışarı ve içerinin ayrı kıyafetleri olması gibi örneklerle en genel çerçeveleri konuşabiliriz. Evde olmak ise bu çerçeveyi bulanıklaştırdı. Mesai saatleri bir sınır sunsa da hem iş günleri hem de serbest zamanlarda günü planlamakta her birey zorluk yaşamakta. Özellikle çocuğu olanlar için uzaktan eğitimle beraber, evdeki okul ve teneffüs zamanlarının karıştığı gözlenmekte. Evde eğitim aslında tüm ailelere örtük ve hazırlıksız yakalanılan bir yük yükledi. Hem çiftler birbirine karşı rollerinde hem de çocuklara karşı anne-baba rollerinde yeni sorumluluklar eklendi. Bu gerçekliğin içinde, günü planlamak her zamankinden daha değerli. İlk olarak hafta sonu, evdeki her bireyin daha serbest olduğu zamanlardan başlayarak günü haritalandırmak koruyucu bir sınır sunacaktır. Bir Pazar gününden başlayarak günü planlamayı deneyin. Herkesin bireysel ve birlikte zamanlarının olduğu bir çizelge önerilebilir. Burada en kritik noktalardan biri yine herkesin birbirinin alanına, meraklarına, rahatlama ihtiyacına saygı duyması ve bir plan yapıldığında esneme ve değişikliklere yer açmak olacaktır.

Tartışmalar yersiz değildir, ama yeri önemlidir

Uzman Klinik Psikolog Deniz Keskin “Tartışmalar elbette olacak. İlişkilerde çatışmalar pandemiden önce de vardı, şimdi de olacak. Öte yandan tartışmaların nasıl yapıldığı kadar nerede yapıldığı da bir o kadar önemli. Bebekler, çocuklar ve gençler anne-babalarının duygularını, aralarındaki gerilimleri hissederler. Çiftin tartışmaları, çocukların gözü önünde olmasa da o eve aittir ve evdeki herkesi etkiler. Diğer yandan, çocuğu olan çiftlerin ilişkinin her boyutuna yer açabilecek, her konuda konuşabilecekleri alanlarını korumak da ilişkinin sağlığı için önemli. İletişimi tıkamadan, partnerinizle meseleleri rahatça tartışabilmek için molalar yaratın. Eşinizle bir yürüyüşe çıkıp hem hava değişikliği yapıp hem de onunla konuşmak istediğiniz özel konulara zaman ayırabilirsiniz” diyor.

Ev işlerinde dengeyi bulun

Her evde iş bölümü, partnerler arasındaki görev dağılımı farklıdır. Toplumumuzda ağırlıklı olarak kadınlar ev ve çocuk bakım görevlerini üstlenmekte; bu görev kadınlara atfedilmektedir. Öte yandan hem erkek hem kadın için eşitliksiz bir güç dinamiği doğuran bu durum, evde çatışmalara, pasif agresif eylemlere sebep olabilir. Her çift kendine özgüdür ve her evin özelinde bir denge planlanması önemlidir. Eşinizle birlikte bir iş bölümü çizelgesi oluşturmayı deneyin. Eğer çocuklarınız varsa, yaşlarına göre onlara da sorumluluklar verin, ekipler kurun, görevlerini en düzenli tamamlayan için ufak ödüller belirleyin. Sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de oyun bir ihtiyaçtır.

Varsayımlara değil meraka alan açın

Covid-19 pandemisi ile birlikte, pek çok yeni sorumluluk ve kısıtlama girdi hayatımıza. Bu dönemde, partneriniz yeterince çaba ya da özen göstermiyor gibi hissedebilir ve ona karşı her zamankinden daha öfkeli olabilirsiniz. Unutmamak gerekir ki, anksiyeteyi tetikleyen olağanüstü durumlar, bizi hatalara ve kazalara daha açık hale getirir. Partnerinizle ya da çocuklarınızla ilişkinizde aklınızı kurcalayan ilişkisel bir mesele gördüğünüzde, varsayımlarda bulunmayın. En yakınımızdaki insanın dahi zihnini okuyamayız. Ancak ona ne düşündüğünü sorabiliriz, onu merak edip dinleyebiliriz. Basitçe sizin gözünüzden ne olduğunu, bunun size ne hissettirdiğini ve onun neden böyle davrandığını merak ettiğinizi söyleyin. Ve karşınızdakini dinleyin. Dinlemek, kompleks bilişsel becerilerimizi harekete geçiren, göründüğünden çok daha fazla eksikliğini yaşadığımız ve kaçındığımız bir eylemdir. İçinde bulunduğumuz dönemde, stres seviyesi arttıkça da, ters orantılı biçimde dinlemenin azaldığı görülmektedir. Hâlbuki birlikte düşünmeye, ilişkiyi derinleştirmeye imkân bulmanın en etkili yolu karşımızdakini dinlemekten geçer.

Kaybolduğunuzu hissettiğinizde destek almaktan çekinmeyin

Uzman Klinik Psikolog Deniz Keskin “Klinik araştırmalarında, boşanan çiftlerin çoğunun, ayrılık öncesi psikolojik destek almaktan kaçındığı belirtilmekte. Kimi zaman sorunları görmezden gelmek, ortada bir problem olduğunu dile getirmekten çok daha kolay görünür. Yardım istemenin güçsüzlük ya da çaresizlik çağrışımlarına mahkum edildiği toplumsal bir baskı içinde yaşıyoruz. Halbuki yardım istemek kuvvetli; destek almak da umutlu olan adımdır. Çatışmalar, o güne dek denediğiniz yöntemlerle çözümlenememiş ve sizi sıkışık hisler içinde bırakmış olabilir. Kimi zaman profesyonel bir üçüncü gözün, tarafsız bir bakışın çifti duyması, dinlemesi, ilişkideki sorunlara yönelik kritik bir çözüm yoludur. İhtiyaç hissettiğinizde yardım almaktan çekinmeyin.” diyor.

Günde 100 tel saçınız dökülüyorsa dikkat!

Günde 100 tel saçınız dökülüyorsa dikkat!

Saç, kadın ve erkeklerde güzelliğin önemli bir unsuru gibi görünse de aynı zamanda sağlımız hakkında da önemli ipuçlarını barındırıyor. Özellikle mevsim geçişlerinde yaşanan saç dökülmeleri kimi zaman cildimizdeki sorunlara dair ilk işaretleri de veriyor. Hormonal sebeplerin yanı sıra beslenme, kullanılan ilaçlar ya da stresin, saç dökülmelerinin önde gelen sebepleri arasında olduğunu vurgulayan Acıbadem International Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Sağlam, erken tanı ve tedavi sayesinde dökülmenin önüne geçilebileceğini ve saçların geri kazanılabileceğini belirtiyor.

Saç dökülmesinin önüne geçmek için yapılması gerekenlerin başında saçların temiz tutulması geliyor. Çünkü aşırı yağlanan saçlar ve kafa derisindeki egzamalar dökülmeye neden olabiliyor.

Saç köklerinin hava almasının sağ tellerinin sağlığı açısından çok önemli olduğunu kaydeden Dr. Hülya Sağlam, kafa derisinin belli aralıklarla yıkanması, saçların yumuşak hareketlerle temizlenmesi ve doğru şampuan kullanılması konularına dikkat çekiyor. En sık karşılaşılan saç dökülmelerini üç başlıkta toplayarak nedenler ve tedavi yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgi veren Dr. Hülya Sağlam, ayrıca ısı gibi fiziksel ve röfle gibi kimyasal işlemlerden uzak durulmasını öneriyor.

Kadınlarda en sık görülen dökülme tipi: Telogen

Kadınlarda en sık görülen saç dökülmesi tipi “telogen” olarak tanımlanıyor. Saç telleri yaşam döngüsünde 3 evreden geçiyor; anagen (uzama), telogen (yeniden kıl oluşumu) ve katagen (dökülme). Herhangi bir zamanda, insan saçlı derisinin kıl foliküllerinin (saçın içinde büyüdüğü yapı) yüzde 85-90’ı anagen, yüzde 13’ü telogen ve yüzde 1’inden azı katagen dönemde oluyor. Günde 100 civarı saç telinin dökülmesi normal kabul ediliyor. Dökülmenin normal olup olmadığını anlamak için “çekme testi” yapılabileceğini anlatan Dr. Hülya Sağlam, “Belli bir saç tutamını çekin. Eğer çekilen saçta, dörtten fazla saç teli ele gelirse, çekme testi pozitif olarak değerlendirilir yani dökülme problemi vardır. Telogen dökülme ortalama 3-4 ay sürer. Altı aydan uzun süren dökülmelere ‘kronik telogen dökülme’ denir” diye bilgi veriyor. Telogen dökülmenin nedenleri ise şöyle sıralanıyor:

  • Hormonal sebepler: Tiroid hastalıkları, gebelik sonrası ve menopoz dönemleri.
  • Diyet: Demir, biotin, çinko, B12, magnezyum, protein ve esansiyel yağ asiti eksikliği.
  • İlaçlar: Bazı hipertansiyon ilaçları, doğum kontrol hapları, lityum gibi psikiyatrik ilaçlar.
  • Fiziksel stres: Kansızlık, vitamin eksikliği, ameliyat, şiddetli hastalıklar, aşırı diyet.
  • Psikolojik stres: Depresyon vb.

Şampuanlar da saç dökebilir

Dr. Hülya Sağlam, kullanılan saç ürünlerine de dikkat çekerek çok önemli uyarılarda bulunuyor:

“Çamaşır ve bulaşık deterjanlarında da bulunan bir madde çoğu şampuanda da köpürmeyi sağlamasi için bulunuyor. Bu madde saç derisi sağlığını bozuyor ve saç tellerine zarar veriyor. Ayrıca saçların kuru iken taranması ve uzun süre, sıkı bir şekilde toplanması da dökülmeye yol açabilir. Saçın kimyasını bozan perma ve röfle gibi açma işlemleri de aşırı ısı veren sürekli fön çekilmesi yine saçlarımızı yıpratan dökülmeyi tetikliyor.”

Bu tip saç dökülmesinin tedavisi için öncelikle nedenin ortaya konması gerekiyor. Ardından da uygun tedaviye başlanıyor. Hastanın saçlarına uygun şampuan kullanması da tedaviyi destekliyor. Dökülen saçların yüzde 70’inin yeniden çıktığını söyleyen Dr. Hülya Sağlam, iyi sonuç alabilmek için saç mezoterapisi ve PRP gibi işlemler uygulanabileceğini kaydediyor.

Erkeklerdeki saç dökülmesi genetik nedenli

Erkeklerde genetik geçişli olarak başın üst ve yan taraflarında ortaya çıkan saç dökülmesi “androgenetik alopesi” olarak tanımlanıyor. Nadiren kadınlarda da görülen bu tip saç dökülmesinin 25 yaşına gelen her dört erkekten birinde görüldüğünü, 50 yaş döneminde de görülme oranının yüzde 50’ye çıktığını anlatan Dr. Hülya Sağlam, “Tedavide hormonal ilaçlar, topikal minoksidil ve mezoterapi ve plazma (PRP), saç kök hücre ve otolog mikrogreft tedavileri (kılcal damar yenileme terapisine) kullanılıyor. Daha ileri vakalarda da saç ekimi yapılır.” diyor.

Androgenetik alopesinin erken dönemde tedavi edilmesi daha iyi sonuç alınmasını da sağlıyor. Doğal yollarla elde edilen şampuan ve losyonlar, dökülmeyi durdurmaya ve saç kalitesini artırmaya katkı sağlıyor. Soyadan elde edilen aminoasitler, biotin gibi vitaminler, çinko gibi mineraller dolaşımı artırıcı bitkisel ekstratlar kullanılıyor.

Saçkıran kendiliğinden geçebilir

Halk arasında saçkıran hastalığı olarak bilinen “alopesi areata” tipi saç dökülmelerinin nedeni tam olarak bilinmese de stres kaynaklı olabilecekleri düşünülüyor. Aynı zamanda otoimmün hastalıklar kapsamında ele alınan saçkıranın pernisyöz anemi (vücudun B12 vitamini eksikliğinden dolayı yeterli miktarda sağlıklı alyuvarın yapılamamasına bağlı kansızlık) ve tiroit hastalıkları ile birlikte görülebildiğini kaydeden Dr. Hülya Sağlam, “Saçkıran genellikle kendiliğinden iyileşir, uzamış vakalarda tedavide uyarıcı baskılayıcı kortizonlu ilaçlar kullanılır.” diye bilgi veriyor.

Saç dökülmesi tedavisinde kullanılan yöntemler

Acıbadem International Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Hülya Sağlam, saç dökülmesini önlemek için kullanılan yöntemlerin PRP, mezoterapi, otolog mikrogreft ve kök hücre tedavisi olduğunu belirtiyor.

 

Yeni nesil tedavi şekli: PRP

Günümüzde en önemli saç dökülme tedavilerinin başında PRP gelir. Yeni nesil bir tedavi şekli olan PRP, “Platelet Rich Plasma- Platelet Yönünden Zenginleştirilmiş Plazma” anlamına geliyor. Bu uygulama bir kişiden alınan küçük miktardaki kanın özel bir tüpe konularak santrfüj işlemine tabi tutulduktan sonra bileşenlerine ayrıştırılması ve elde edilen az miktardaki “platelet yönünden zenginleştirilmiş plazma”nın (PRP), yine aynı kişiye enjeksiyon yoluyla geri verilmesini temel alıyor. 3 hafta ara ile 3 seans uygulanıyor. Dr. Hülya Sağlam, bu tedavi yönteminden sağlanan sonuçların memnuniyet verici olduğunu belirtiyor.
Mezoterapi ile kanlanma artıyor

Saçlı deri mezoterapisi; saç dökülmesini durdurmak, var olan saçın kalitesini artırmak ve yeni saç çıkışlarını aktif hale getirmek için belli periyotlarla saçlı deriye uygulanan bir tedavi yöntemi. Özel vitamin, mineral ve protein karışımları, saçlı deriye enjekte ediliyor, böylece uygulama yapılan alanda kan dolaşımı artıyor. Kıl foliküllerinin kanlanmasının artırılması daha iyi beslenmelerine ve gelişmelerine yardım eder.

Doku örneği, özel sıvı ile birleştiriliyor

Otolog mikrogreft yönteminde genellikle kulak arkasında saç teli içeren bir alandan doku örneği alınarak anında özel sıvı ile birleştiriliyor. Ardından bu doku çok küçük parçalara ayrıştırılarak büyüme faktörleri içeren karışım ile birlikte saçlı deriye enjekte ediliyor. Tek seans olması bir avantajıdır.

Etkileri 2-4 ayda ortaya çıkıyor

Kök hücre tedavisinde yine kulak arkasında kıl folikülü içeren doku parçası alınarak özel laboratuvarlarda kök hücre üretiliyor. Elde edilen hücreler bir ay sonra enjeksiyonla kişiye veriliyor. Bu yöntemlerin etkisinin 2-4 aylık sürede gözlendiğini belirten Dr. Hülya Sağlam, “Saçta hacim artışı ve incelmiş yok olmak üzere olan saç tellerinin tekrar kalınlaşması ile saç miktarında artış gözle görülebilir.” diyor.

3 yaşından sonra her yıl tansiyon ölçümü yaptırın!

3 yaşından sonra her yıl tansiyon ölçümü yaptırın!

Genellikle yetişkin hastalığı olarak bilinen yüksek tansiyon; genetik geçiş, çeşitli böbrek hastalıkları ve özellikle obezite nedeniyle artık çocukların da kapısını tehlikeli bir şekilde çalıyor. Acıbadem International Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi, hiçbir sıkıntısı olmasa bile 3 yaşından itibaren her çocuğun tansiyonunun yılda en az bir kez ölçülmesi gerektiğini belirterek “Yüksek tansiyon yenidoğan döneminden itibaren her yaşta görülebilir ve ciddiyetle takip edilmesi gereken bir durumdur. Zira, yüksek tansiyon vücuttaki tüm damar sisteminin yapısını bozabilir. Çocuklarda da tıpkı yetişkinler gibi; beyin, göz, kalp, böbrek gibi önemli organlarda ciddi hastalıklara yol açabilir” diyor.

Bu belirtilere dikkat!

Kalbin vücuda kan pompalama işlemi sırasında damarların iç duvarında oluşan basınca tansiyon deniyor. Kalbin kan pompalarken yarattığı basınç büyük tansiyon, kalp kası gevşediğinde oluşan basınç da küçük tansiyon olarak tanımlanıyor. Ancak, yüksek tansiyon, çocuklarda genellikle belirti vermiyor. Henüz konuşamayan küçük bebeklerde, yüksek tansiyon nedensiz yere aşırı ağlamak, terlemek, sık nefes almak, beslenme güçlüğü şeklinde kendini gösteriyor. Daha büyük çocuklarda ise baş ağrısı, bulantı, kulak çınlaması, aşırı terleme, kusma, çarpıntı, görmede azalma, nefes nefese kalma ve yorgunluk gibi belirtiler ortaya çıkabiliyor.  Tansiyonun çocuklarda gün içinde ve endişe, korku, üzüntü gibi nedenlere bağlı olarak değişebildiğini anlatan Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi, “Çocukluk çağındaki normal tansiyon değerleri, çocuğun yaşına, cinsiyetine, kilo/boy oranına göre değişiyor” diyor.

Bazı hastalıklar yüksek tansiyon nedeni

Peki, çocuklarda yüksek tansiyon neden ortaya çıkıyor? Bu sorunun ilk cevabı aileden kaynaklı genetik geçiş. Bu tür durumlarda kilo fazlalığı da yüksek tansiyona eşlik ediyor. Obezitenin de  yüksek tansiyona yol açtığına kaydeden Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi, sözlerine şöyle devam ediyor: “Yüksek tansiyona yol açan ikincil nedenler arasında bazı böbrek ve kalp problemleri ile nadiren de olsa böbrek üstü bezleri tümörü sayılabilir. Tansiyon yüksekliği nadiren şikayete yol açar. Böbrek kaynaklı tansiyon yüksekliği gelişme geriliğine neden olur. Ayrıca burun kanaması, görmede sorun, baş ağrısı, sersemlik hissi ve epileptik nöbetler görülebilir. Tansiyon yüksekliği olduğu düşünülen çocuklarda holter cihazı ile tansiyon izlemesi yapılmalı”

Yılda bir kez tansiyonunu ölçtürün

Yüksek tansiyonun başta kalp, böbrek, damar duvarları ve sinirlerde olmak üzere çeşitli organ hasarları yapabiliyor. Yüksek basınçla pompalanan kan kalbin odacıklarında büyüme ve kalp kasında kalınlaşma yaptığından ileride koroner arter hastalığı ve kalp krizi riskini de artırıyor. Ayrıca tedavi edilmeyen tansiyonun böbrek damarlarında yarattığı hasara bağlı olarak böbreğe kan akışının yavaşlamasından sorumlu olduğunu dile getiren Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi, “Aynı şekilde yüksek tansiyon nedeniyle beyne giden damarlar da hasarlanır. Bu da inmeye yol açabilir. Yüksek tansiyon her türlü organa giden damarı bozacağı için görmede bozulma gibi etkileri de bulunur. Bu yüzden özellikle 3 yaşın üstündeki her çocuğun tansiyonu hiçbir yakınma olmasa bile yılda bir ölçülmelidir. Üç yaş altında ise yüksek tansiyonu düşündürecek hastalıklar veya yakınmalar varsa tansiyon mutlaka ölçülmelidir” diye anlatıyor.

Tedavide ilk adım kilo kontrolü

Yüksek tansiyon tanısı konulduğunda tedavi olarak ilk başvurulan yöntem çocuğun kilosunun istenen düzeye gelmesi için diyet ve egzersize başlatılması ile duygusal destek sağlanması. Ayrıca tuz tüketiminin de sınırlanması gerektiğini vurgulayan Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi’nin verdiği bilgilere göre günlük alınması gereken tuz miktarı, ilk altı ayda bir gramdan az, bir yaşına kadar bir gram,1-3 yaş arasında 2 gram, 4-6 yaş arasında 3 gram, 7-10 yaş arasında 5 gram, 11-14 yaş arasında ve yetişkinler için de 6 gram olmalı. Bir çay kaşığı tuzun 1.5-2 gram civarında olduğunu belirten Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi, sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Yüksek tansiyon saptanırsa bu miktarlar da azaltılmalı. Sadece yemeğe konan tuz değil aynı zamanda gizli tuz dediğimiz işlenmiş gıdalardaki tuzları da düşünmek lazım. O yüzden çocukluktan itibaren abur cuburu kısıtlamak önemli. Çocuklarda 6 ay süreyle uygulanan diyet ve tuz kısıtlaması işe yaramazsa ilaç tedavisine başlanır.”

Normal tansiyon çocuğun gelişimine bağlı

Çocuklar, boy ve kilo değerlerine göre “persentil” olarak belirlenen aralıklara göre değerlendiriliyor. Persentil bebeğin / çocuğun gelişiminin normal şekilde ilerleyip ilerlemediği hakkında ipucu vermek için kullanılan bir büyüme eğrisidir.  Çocuklarda büyümeyi değerlendirmek için persentil eğrileri olduğu gibi tansiyon için de yaşlara ve cinsiyete göre değişen bir persentil tablosu vardır. Bu bilgilerin ardından çocukluk çağı tansiyon düzeyi hakkında konuşan Acıbadem International Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şeyma Ceyla Cüneydi, “Örneğin 1 yaşındaki bir erkek çocuğun kabul edilebilir alt ve üst tansiyon değerleri ile 2 yaşındaki bir erkek çocuğun kabul edilebilir alt ve üst tansiyon değerleri farklıdır. 1 yaşındaki erkek çocuğun kabul edilebilir tansiyon alt değeri 99/51, üst değeri 102/54 iken 2 yaşındaki bir erkek çocuğun kabul edilebilir tansiyon alt değeri 99/55, üst değeri ise 105/59’dur.  Bu durum kız çocukları için de geçerlidir. Örneğin, 2 yaş ve 3 yaşındaki kız çocuklarının kabul edilebilir tansiyon alt ve üst değerleri birbirinden farklıdır. Özetle; her yaşın ve cinsin kabul edilen tansiyon değerleri farklıdır. Bu değerleri kilo boy oranı da etkilediği için hekiminize danışarak çocuğunuzda gözlemlediğiniz tansiyon ile ilgili şüphenizi kesinleştirebilirsiniz.