Yazılar

Vegan beslenmenin en büyük nedeni de aile ve çevre baskısı…

Vegan beslenmenin, hem faydaları hem de zararları olduğuna dikkat çeken Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl, “Zayıflamaya yardımcı olmak, tip 2 diyabet ve kalp hastalıkları riskini azaltmak gibi faydaları varken, vücut bağışıklığının zayıflaması, kansızlık, unutkanlık artışı, yorgunluk, kemik hastalıkları, ruhsal hastalıklar riskini arttırmak gibi riskleri de vardır.” dedi. Çoğu vegan bireyin depresif hissetmeye daha meyilli olduğuna vurgu yapan Dr. Mert Sinan Bingöl, “Bu durumun muhtemel nedenleri olarak aile ve toplum baskısı nedeniyle dışlanma korkusu, sürekli her ortamda kendilerini birilerine uzun uzun açıklama ve kabul ettirme zorunluluğu hissetmeleri, tercihlerine saygı duyulmaması, anlaşılamamaları nedeniyle yalnız hissetmeleri ve önyargılara maruz kalmaları sayılabilir.” açıklamasını yaptı.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl, vegan beslenmenin ruh sağlığı üzerindeki etkisinden bahsetti.

Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl

Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl

Veganizm birçok kişi için vicdani gelişimin bir parçası…

Vejetaryen bireylerin yüzde 10’unun vegan bireylerden oluştuğunu ifade eden Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl, “‘Dünya Hayvan Vakfı’ verilerine göre, dünya genelinde vegan yaşam tarzını benimseyen yaklaşık 90 milyon birey bulunuyor. Buradan hareketle dünya nüfusunun yüzde 1,1’inin vegan olduğu söylenebilir. Vegan bireylerin büyük çoğunluğu, kadınlardan oluşuyor.” dedi.

Veganizmin, diğer diyetlerden farklı olarak, sadece bir ‘beslenme’ çeşidi olarak görülmediğini hatırlatan Dr. Mert Sinan Bingöl, “Veganizm aynı zamanda hayvanların ‘yaşam haklarını savunan’ etik ve politik bir anlayışın ürünüdür. Birçok birey açısından, vicdani gelişimin bir parçası olarak görülür. Veganlar, et ve hayvanlardan elde edilen süt ve süt ürünleri, bal, yumurta gibi hiçbir ürünü tüketmezler. Bazı veganlar, hayvan kaynaklı ipek, deri, yün gibi giysileri ve hayvansal yağ içeren sabunları da kullanmazlar. Hatta vegan bireyler sirk, boğa güreşi, hayvanat bahçesi gezisi ve at yarışları gibi etkinliklere katılmayı etik bulmazlar.” açıklamasını yaptı.

Vegan beslenme depresif süreçleri tetikliyor!

“Vegan beslenmenin, bir taraftan zayıflamaya yardımcı olmak, tip 2 diyabet ve kalp hastalıkları riskini azaltmak gibi faydaları varken, öte yandan vücut bağışıklığının zayıflaması, kansızlık, unutkanlık artışı, yorgunluk, kemik hastalıkları, ruhsal hastalıklar riskini arttırmak gibi riskleri de vardır.” diyen Dr. Mert Sinan Bingöl, şunları söyledi:

“Bildiğimiz gibi duygularımız yediğimiz besinleri etkiler, yediğimiz besinler de duygularımızı etkiler. Beslenme ile psikiyatrik bozukluklar arasındaki en güçlü ilişki ‘depresyon’ riski için bulunmuştur. Vegan tipi beslenmenin, bireylerde protein, kalsiyum, demir, çinko, B12 vitamini, D vitamini, yağ asitleri açısından yetersizlikler oluşturması nedeniyle beyin kimyasallarını olumsuz etkilediği ve depresif süreçleri tetiklediği bilinmektedir.”

Vegan beslenen bireylerin en büyük sorunu tercihlerine saygı duyulmaması…

Vegan beslenmenin ruh sağlığına en olumlu etkisinin, bireyin sadece kendisini değil, aynı zamanda başka bir canlının yaşama hakkını önemseyerek vicdani duruş sergilemesi olduğunu aktaran Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl, “Diğer canlıların yaşam koşullarına değer vererek saygı göstermesinin sonucunda, kişiye anlamlı bir yaşam sunar.” dedi.

Bunun dışında çoğu vegan bireyin depresif hissetmeye daha meyilli olduğuna vurgu yapan Dr. Mert Sinan Bingöl, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu durumun muhtemel nedenleri olarak aile ve toplum baskısı nedeniyle dışlanma korkusu, sosyal ortamlardan kaçınma, vegan ürünlere ulaşmanın maddi güçlükleri ve kısıtlı erişim, sürekli her ortamda kendilerini birilerine uzun uzun açıklama ve kabul ettirme zorunluluğu hissetmeleri, duygularını çoğu zaman bastırmak zorunda kalmaları, tercihlerine saygı duyulmaması veya tercihlerinin sorgulanması, anlaşılamamaları nedeniyle yalnız hissetmeleri, aşağılanma, önyargılara maruz kalma sayılabilir. Tüm bunların sonucunda, birey, kendisini değersiz ve ötekileştirilmiş olarak hissetmektedir. Araştırmalar, bu tarz olumsuzlukların bazı vegan bireyler üzerinde depresyon, kaygı, stres, öfke gibi psikososyal riskler oluşturduğu sonucuna varılmıştır.”

Bazı çalışmalarda vegan tipi beslenmenin depresif belirtileri azalttığı yönünde bulgular elde edildiğini hatırlatan Dr. Mert Sinan Bingöl, çoğu çalışmayla da hem diyetteki demir, B12, demir, çinko, Omega-3 yağ asitlerinin eksikliği nedeniyle, hem de bireysel, ailesel ve çevresel zorluklar nedeniyle vegan bireylerin depresyon riskinin arttığı sonucuna varıldığını kaydetti.

Vegan bireylerin, ruhsal sorunları aşmaları için öneriler…

Vegan beslenmenin hem yararı hem zararı görülebildiğine vurgu yapan Psikiyatri Uzmanı Dr. Mert Sinan Bingöl, sözlerini şöyle tamamladı:

“Bireylerde protein, kalsiyum, demir, çinko, B12 vitamini, D vitamini, yağ asitleri açısından yetersizlikler görülmemesi için, bu beslenme tarzının diyetisyen kontrolünde uygulanması gerekir. Diyetlerindeki besin içeriklerinin dengeli olması, düzenli uyku ve düzenli egzersiz yapmaları önemlidir. Ayrıca vegan bireylerin, sıklıkla ailelerinden olumsuz tepkiler almaları nedeniyle, daha fazla üzüntü, öfke, stres gibi psikososyal risk faktörleriyle baş etmek durumunda kalmamaları için, ailelerin vegan bireylere anlayışla yaklaşmaları önemlidir.”

Ofis masalarında klozetten daha fazla bakteri var!

Çalışma ortamlarının temiz olmasının bulaşıcı hastalıkları önlediğine dikkat çeken Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Kapı kolu, musluklar, elektrik düğmeleri gibi birçok kişinin temas edebildiği yüzeylerin yanında masa, telefon ve diğer ofis malzemeleri yüzeylerinin de temiz ve dezenfekte edilmiş olması son derece önemlidir.” dedi. Çalışma alanı ile kullanılan tüm araç gereçlerin düzenli olarak dezenfekte edilmesi gerektiğine de vurgu yapan Dr. Dilek Leyla Mamçu, dezenfekte işleminin etkili olabilmesi için önerilerde bulundu.

Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, ortalama bir ofis masası her 6,45 santimetrekare başına 5 bin 15, ortalama bir ofis telefonu ise yaklaşık 6 bin bakteri barındırıyor. Bu da ortalama bir klozetten 400 kat daha fazla bakterinin tüm gün elimizin altında olduğu anlamına geliyor.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı, çalışma alanlarında etkili bir temizliğin nasıl sağlanabileceği hakkında bilgi verdi.

Dr. Dilek Leyla Mamçu

Dr. Dilek Leyla Mamçu

Ofis malzemelerinin temizliği, bulaşıcı hastalıkların yayılmaması için önemli

Çalışma ortamlarının temiz ve düzenli tutulmasının, odaklanmaya, daha üretken olmaya ve çalışanın kendini daha iyi hissetmesine yardımcı olurken bir yandan da bulaşıcı hastalıkları önlediğine dikkat çeken Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Bilindiği gibi, hastalık etkeni olan mikroorganizmalar, öksürme, hapşırma, konuşma sırasında havaya karışıp, oradan da ortamdaki yüzeylere bulaşabiliyor.” dedi.

Tuvalet sonrası iyi yıkanmayan veya kirli yüzeylere temas eden eller yoluyla da bakteri ve virüslerin yüzeylere bulaştığını ve uzun süre canlı kalabildiklerini aktaran Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Bulaşıcı hastalıklar bunların deri, burun veya ağız yoluyla vücuda girmesiyle oluşur. Kapı kolu, musluklar, elektrik düğmeleri gibi birçok kişinin temas edebildiği yüzeylerin yanında masa, telefon ve diğer ofis malzemeleri yüzeylerinin de temiz ve dezenfekte edilmiş olması bulaşıcı hastalıkların önlenmesi için  son derece önemlidir.” şeklinde konuştu.

Çalışmaya başlamadan önce masanızı dezenfekte edin!

Sağlıklı ofis alışkanlıkları oluşturmak için çalışma alanlarının temizliğinin son derece önemli olduğunu dile getiren Dr. Dilek Leyla Mamçu, çalışma ortamının temizliği için yapılması gerekenleri şöyle açıkladı:

“Gününüzün başında çalışma alanınızı dezenfekte edin, tüm yüzeyi silmek için masanızdaki tüm eşyaları kaldırın. Yüzeyin düzgün bir şekilde dezenfekte edilmesi için 3-5 dakika ıslak kaldığından emin olun. Kişisel anahtar ve kartlarınızı dezenfekte edin. Her iş gününün sonunda masanın iyice temizlenmesine olanak sağlamak için masalardaki gereksiz hatıra eşyalarını veya kişisel eşyaları kaldırın. Temizlik için tek kullanımlık eldivenler tercih edin ve dezenfeksiyondan hemen sonra bunları atın. Bir seferde yalnızca bir öğeyi temizleyin.”

Kolayca erişilemeyen alanları görmezden gelmeyin!

İş yerinde kullanılan kahve fincanı veya yeniden kullanılabilir su şişelerinin günlük olarak sıvı bulaşık deterjanı ve sıcak suyla veya her gün eve götürülerek bulaşık makinesinde yıkanması gerektiğine vurgu yapan Dr. Dilek Leyla Mamçu, dikkat edilmesi gereken diğer noktaları şöyle aktardı:

“Masalar, telefon alıcıları, tuş takımları, uzaktan kumandalar, dokunmatik ekranlar gibi sık dokunulan yüzeyleri günlük olarak temizleyin ve dezenfekte edin. Zımba, bant dağıtıcı, makas ve kalem gibi öğeleri temizlemek için dezenfektan mendiller kullanın ve tüm tarafları sildiğinizden emin olun. Kolayca erişilemeyen alanları görmezden gelmeyin. Örneğin, altlarını silmek için fotoğraf çerçevelerini kaldırın. Ellerinizi sık sık sabun ve ılık suyla en az 20 saniye yıkayın.”

Dezenfektan, görünür şekilde kirli yüzeylerdeki mikropları yok etmez!

Temizliğin yüzeylerden mikropları ve kiri temizlediğini hatırlatan Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Yüzeyleri temizlemek için sabun ve su kullanabilirsiniz. Bu her zaman mikropları öldürmez, ancak sayılarını azaltır. Yüzeyleri dezenfekte etmeden önce temizlemeniz önerilir.” dedi.

Dezenfekte etme işleminin de yüzeylerdeki mikropları öldürdüğünü ifade eden Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Dezenfektan kimyasalları sabundan daha güçlüdür, ancak görünür şekilde kirli yüzeyleri temizlemez veya mikropları yok etmez. Mikropları öldürmek, enfeksiyon riskini azaltır. Dezenfektanların düzgün bir şekilde dezenfekte etmesi için, belirli bir süre, genellikle 3 ila 5 dakika yüzeyde kalması gerekir.” diyerek sözlerini tamamladı.

Divertikülit sıklıkla belirti vermiyor!

Divertikülitin (Bağırsak hastalığı) ciddiye alınması hemen tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğunu kaydeden Gastroenteroloji ve Dahiliye Uzmanı Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Divertikülit özellikle 50 yaşın üzerinde sık görülmektedir. 50 yaş üzerinde görülme oranı yüzde 30 iken 80 yaş üzerindeki görülme sıklığı yüzde 70’e çıkar.” dedi. Divertikülitin sıklıkla belirti vermediğini ifade eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Genellikle bir başka hastalığın araştırılması esnasında ortaya çıkıyor.” dedi.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Gastroenteroloji ve Dahiliye Uzmanı Prof. Dr. Aytaç Atamer, sindirim sistemindeki bir veya daha fazla küçük kesenin iltihaplanması veya enfeksiyonu sonucu şiddetli karın ağrısı, ateş, titreme ve karında şişliğe neden olan divertikülit hastalığı hakkında bilgi verdi.

Prof. Dr. Aytaç Atamer

Prof. Dr. Aytaç Atamer

Divertikülit ciddiye alınmalı ve hızla tedavi edilmeli!

Divertikülün, kalın bağırsaktan dışarıya çıkan balon şeklindeki kesecikler olduğunu dile getiren Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Genellikle kalın bağırsağın zayıf bölgelerinde oluşur. Tek keseye Divertikül denirken bunların çok sayıda fazla olmasına Divertikülozis adı verilir. Bu kesecikler herhangi bir nedenden dolayı iltihaplandığında meydana gelen hastalığa Divertikülit denir. Divertikülit kolonun her yerinde olabilirse de en çok Sigmoid Kolon dediğimiz kısımda olur. Sigmoid Kolon ise rektuma yakın bölümünü kapsıyor. Divertikülit ciddiye alınması hemen tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Divertikülit özellikle 50 yaşın üzerinde sık görülmektedir. 50 yaş üzerinde görülme oranı yüzde 30 iken 80 yaş üzerindeki görülme sıklığı yüzde 70’e çıkar.” dedi.

Ağrı ve hassasiyet en sık karnın sol alt kısmında görülüyor

Divertikülitin genellikle divertikülün bulunduğu bölgede ağrı ve hassasiyet ile kendini gösterdiğini dile getiren Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Ağrı ve hassasiyet en sık karnın sol alt kısmında, karın şişkinliği, ateş, üşüme, halsizlik, bulantı, kusma, kabızlık, nadiren dışkıda kanama, bazen ishal, hafif karın krampları tarzında olabilir. Uzun yıllardır divertikül oluşumunda kronik kabızlığın etkili olduğu düşünülmektedir. Kabız insanlarda, kalın bağırsak dışkıyı hareket ettirebilmek için daha fazla güç uygular ve bu durumda kalın bağırsağın basıncı artar ve artan basınç ile kalın bağırsağın zayıf bölümünden divertikül oluşumuna neden olabilir. Bu nedenle diyette yeteri kadar lif alımı kabızlık riskini azaltır.” diye konuştu.

50 yaş üzeri erkeklerde daha sık görülüyor

Divertikül oluşumu için risk faktörlerini de anlatan Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Risk faktörleri arasında 50 yaş üzerinde olmak, erkek cinsiyette olmak, obezite, yetersiz fiziksel aktivite, sigara kullanımı, nonsteroid antiinflamatuar ilaç kullanımı, bağırsak mikrobiyotasındaki değişiklikler ve genetik yatkınlık yer almaktadır. Bu nedenle divertikül gelişimini önlemek için düzenli egzersiz yapmak önemlidir. Hareket halinde kolon basıncı azalır ve kabızlığı önler. Günlük olarak önerilen, 30 öğün düzenli egzersizdir. Sağlıklı beslenme, özellikle çocukluk ve gençlik döneminden itibaren bol lifli gıdaların tüketilmesi ve bol miktarda sıvı alımını içermelidir. Günde en az 8 bardak su içilmesi önerilir. Çay ve kahve, suyun yerini tutmaz; Aksine, aşırı tüketimleri kabızlığa yol açabilirsiniz.” şeklinde konuştu.

Divertikülit belirtileri nelerdir?

Divertikülitin sıklıkla belirti vermediğini ifade eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, şöyle devam etti:

“Genellikle bir başka hastalığın araştırılması esnasında ortaya çıkıyor. Divertikülit oluşunca belirtiler meydana geliyor. Hastalar sıklıkla karın ağrısı ile doktora başvuruyor. Hekim, hastanın hikayesini aldıktan sonra fiziki muayene yapar. Gerektiğinde karın ultrasonografisi, karın MR’ı ya da tomografisi çekilebilir. Gaita testleri istenebilir ve diğer karaciğer, böbrek sorunlarını ekarte etmek için kan tahlilleri alınabilir. Buna bağlı olarak aynı zamanda gerekirse kolonoskopi de yapılabiliyor.

Akut Divertikülit aşamasında kolonoskopi önerilmiyor. Normal şartlar altında kolonoskopi yaparken divertiküli görmek mümkün. Nadir de olsa aşırı kanama olduğu durumlarda ise anjiyografi ile divertiküler kanamayı da görmek mümkün. O nedenle rutin kontrollerde 45 yaş üzerinde kolonoskopi yapılırken divertiküleri yakalamak ve görmek mümkündür.”

Diverkülit orada oluşan ödem nedeniyle bağırsak tıkanıklığına neden olabilir

Divertikülün yarattığı komplikasyonların başında apsenin geldiğini de kaydeden Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Divertikülit olan bölgedeki oluşan enfeksiyondur. Bu enfeksiyon büyür ve deri altına, yumuşak dokulara yayılırsa buna flegmon denir. Fistül olabilir yani divertikül olan bölgeden başka bir organa dair arada yol oluşması olasılığıdır. Bu rahime de atlayabilir. Bazen divertiküller perfore olabilir. Divertikülit ilerlediği zaman içerisindeki irin karın boşluğuna yayılabilir ve karın iltihaplanmasına yani peritonite neden olabilir. Bazen diverkülit orada oluşan ödem nedeniyle bağırsak tıkanıklığına neden olabilir. Dışkının hareketlerini engeller.” şeklinde konuştu.

Ciddi durumda hastaneye yatırılarak tedavi ediliyor

Divertikülit tedavisinde, şiddetli vakalarda tedavi yöntemi olarak evde istirahat önerildiğini de dile getiren Prof. Dr. Aytaç Atamer, şunları kaydetti:

“Bu vakalarda diyet ve yaşam tarzı değişiklikleri, liften zengin beslenme öneriliyor. Bol hareket ve sıvı tüketmek gerekir. Divertiküliti olan hastalarda kırmızı et tüketimi azaltılması, bol meyve ve sebze tüketilmesi ve tahıl tüketilmesi önemlidir. Divertikülit hastalığın beraberindeki yaşanan ve ek hastalıklarına bağlı olarak gelinmektedir.  Bazen ciddi durumda hastaneye yatırılarak tedavi edilmekte, damar yolundan beslenmeye açılmakta, antibiyotik tedavisi, sıvı tedavisi de yapılmaktadır. Eğer divertikülit apse yolu açılırsa ultrason ya da tomografi eşliğinde boşaltmak mümkündür. Bunun dışında divertikül yırtılır ve enfeksiyon karın zarına yayılırsa genel durum bozulur, antibiyotiklere rağmen ateş düşmez. Böyle durumda ameliyat endikasyonu da olmaktadır. Ameliyattaki ideal yöntem divertikülit olan kısmının kesilip çıkartılmasıdır. Bazı durumlarda ise bu olanak vermezse bağırsak karın boşluğuna ağızlaştırılır. 10-12 hafta sonra ise kapatılabilir.  Diverkülit bazen idrar kesesi veya ince bağırsağa fistülize olabilir.”

Yaş ilerledikçe divertikül riski artıyor

Divertikül hastalığını önlemek için beslenmede genel olarak kırmızı et ürünlerini daha az tüketmek gerektiğini de ifade eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Lifli gıdalar tüketmek öneriliyor. Liften zengin gıdaların başında ise tam buğday ekmeği, tahıl gevreği, bulgur, ahududu, armut, kabuklu elma, erik kurusu, bezelye, mercimek ve barbunya geliyor. Belli aralıklarla kolonoskopi yaptıran hastalarımızda divertikül görmek mümkün. Yaş ilerledikçe divertikül riski arttığı için bir gastroenteroloji uzmanı takibinde kalmakta fayda vardır.” şeklinde sözlerini tamamladı.

Çocuklarda yeme bozukluğu nedeni?

Çocuklarda görülen bazı yemek yeme problemlerinin duyusal hassasiyetler nedeniyle ortaya çıkabildiğini belirten uzmanlar, çok az ya da aşırı yemek yeme, seçici yeme, pütürlü gıdayı yiyememe, farklı tatları reddetme, çiğnememe ve gıdayı uzun süre ağzında tutmama gibi sorunlarla karşılaşılabildiğini söylüyor.

Çocuklarda seçici yeme davranışının özellikle ebeveynler açısından oldukça endişe verici bir durum olduğunu hatırlatan Uzman Ergoterapist Cahit Burak Çebi, “Ebeveynlerin, çocuklarda farklı tatların reddedilmesinin duyusal gelişimdeki sınırlılıklardan kaynaklı olabileceğini göz önünde bulundurması gerekir.” dedi. Bu durumda olan çocukların ebeveynlerinin yeme düzeni açısından çocuklara örnek olması gerektiğine vurgu yapan Cahit Burak Çebi, ergoterapi ile çocukların duyusal profilini ve yeme alışkanlıklarının değerlendirdiğine ve çocukların yeme becerilerini geliştirici planlamalar yapıldığını aktardı.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Feneryolu Tıp Merkezi Uzman Ergoterapist Cahit Burak Çebi, 27 Ekim Dünya Ergoterapi Günü dolayısıyla, ergoterapinin çocuklarda yeme davranışı sorunları üzerindeki etkisinden bahsetti.

Çocuklarda seçici yeme davranışının özellikle ebeveynler açısından oldukça endişe verici bir durum olduğunu hatırlatan

Ergoterapist Cahit Burak Çebi

Duyusal hassasiyetler, çocuklarda yeme davranışını etkileyebiliyor

Çocuklarda görülen bazı yemek yeme problemlerinin çok az ya da aşırı yemek yeme, seçici yeme, pütürlü gıdayı yiyememe, farklı tatları reddetme, çiğnememe ve gıdayı uzun süre ağzında tutmama olarak sıralanabildiğini dile getiren Uzman Ergoterapist Cahit Burak Çebi, “Seçici yemek yeme, pütürlü gıda yiyememe, çiğnememe veya yemek reddi duyusal hassasiyetlerden kaynaklı ortaya çıkabilmektedir.” dedi.

Yeme davranışını etkileyen duyusal gelişim basamaklarında tat, koku, dokunma, görme, proprioceptif,  interoceptif yani acıkma doyma sinyallerini yöneten duyular yer aldığına dikkat çeken Cahit Burak Çebi, “Tat ve dokunma duyusuna hassasiyet gösteren çocuklar, yemeğin dokusuna, sertliğine, sıcaklığına, keskin tatlara ve yoğun baharatlı yiyeceklere tepki gösterirler. Kokuya karşı hassasiyet gösteren çocuklar yemeyi deneyimlemeden direkt kokusuna karşı tepki göstererek yemeyi reddedebilirler. Görsel sistemdeki hassasiyetlerden kaynaklı olarak yemeğin görüntüsüne karşı tepki, aynı renkteki yiyecekleri tercih etme, farklı yiyeceklerin birbirine karışmasına karşı tepki gösterip seçici yeme davranışı gösterebilirler. Ayrıca proprioceptif ve interoception sistemdeki duyusal eşiğin olması gerekenden düşük seviyede olan çocuklarda doyma sinyaline karşı hassasiyet ve bu hassasiyete bağlı olarak yeme reddi davranışıyla karşılaşılabilir.” şeklinde konuştu.

Ebeveynler sabırlı ve örnek olmalı…

Çocuklarda seçici yeme davranışının özellikle ebeveynler açısından oldukça endişe verici bir durum olduğunu hatırlatan Cahit Burak Çebi, “Bu noktada ebeveynlerin, çocuklarda farklı tatların reddedilmesinin duyusal gelişimdeki sınırlılıklardan kaynaklı olabileceğini göz önünde bulundurması gerekir.” dedi.

Bu süreçte ebeveynlerin sabırlı olmaları gerektiğine dikkat çeken Cahit Burak Çebi, ebeveynlere önerilerini şöyle sıraladı:

“Ebeveynlerin çocuğun isteklerini takip etmesi ve yeme düzeni açısından çocuklara örnek olması gerekir. Ebeveynlerin çocuğun yemesi gereken yiyecekleri uygun bir sofra düzeni içerisinde, çocuğun yanında eşlik ederek yemesi çocuğun farklı tatları deneyimlemesini kolaylaştıracaktır. Ayrıca yemek esnasında çocuklara farklı seçenekler sunmak, yemeği seçmesine izin vermek, ekran karşısında olmadan, aileyle birlikte uygun bir masa düzeninde farklı tatları deneyimlemesini sağlamak süreci destekleyecektir.”

Ergoterapi ile çocukların yeme becerilerini geliştirecek planlamalar yapılıyor

Ergoterapistlerin, çocukların duyusal profilini ve yeme alışkanlıklarını değerlendirdiğine ve çocukların yeme becerilerini geliştirici planlama yaptıklarına değinen Uzman Ergoterapist Cahit Burak Çebi sözlerini şöyle tamamladı:

“Ergoterapistler, duyu bütünleme yaklaşımıyla çocuğun duyusal profiline uygun bir şekilde, yemeyle ilgili duyusal zorluklarını aşmak için çeşitli yöntemler uygular. Örneğin farklı dokuların, tatların, kokuların ve pütürlü gıdaların deneyimlenmesini sağlayarak çocuğun duyusal gelişimini zenginleştirmeye çalışırlar. Ayrıca ergoterapide duyu bütünleme ve beslenme yaklaşımıyla çocuğun masa düzeni ve yeme düzeni hazırlanır, rahat hissedeceği ortam planlanır ve çocuğa uygun beslenme rutini oluşturulur.”

Yemek süresi en az 15 dakika olmalı!

Erken yaşlarda obezite, şişmanlık yaşamış bireylerin gelecekte de obezite sorunu yaşama, kronik hastalıklara yakalanma ihtimalinin yüksek olduğunu ifade eden uzmanlar, obezite durumunun özellikle çocukluk döneminde daha da önemli olduğunu, sağlıklı yetişkinliğin temellerinin çocukluk döneminde atıldığını vurguluyor. Çocukluk döneminde yağ hücre sayısının gereğinden fazla artışını durdurmanın önemine işaret eden Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Çocukları ilerleyen yaşlarda obeziteden ve kronik hastalıklardan korumak için sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırmak elzemdir.” dedi.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi, çocukluk döneminde sağlıklı beslenme alışkanlıklarının kazanılmasının önemini anlattı.

 

Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit

Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit

Beslenme alışkanlıkları bebeklikten itibaren kazanılıyor

Beslenme alışkanlığının bebeklik döneminden itibaren kazanıldığını dile getiren Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Erken yaşlarda obezite, şişmanlık yaşamış bireylerin gelecekte de obezite sorunu yaşama, kronik hastalıklara yakalanma ihtimali yüksektir. Obezite durumu özellikle çocukluk döneminde daha da önemlidir. Çünkü sağlıklı yetişkinlik temelleri çocukluk döneminde atılır. Tabii ki bu konuda çevresel ve genetik faktörler de etkilidir.” dedi.

Çocukluk döneminde yağ hücre sayısının gereğinden fazla artışı durdurulmalı

Yağ hücreleri artışının 2 tipi olduğunu, bunlardan birinin hücrelerin çapının artması, diğerinin ise yağ hücre sayısının artması (hiperplazi) olduğunu anlatan Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Bu nedenle çocukluk döneminde yağ hücre sayısının gereğinden fazla artışını durdurmak önemli. Bebeklik döneminde formül mamaların fazla tüketilmesi, pilav ve makarna gibi yüksek karbonhidratlı besinlerin çocuğa ana öğün olarak sunulması, hazır besin tüketimi, özellikle hazır meyve suyu ve tatlandırıcılı içeceklerin beslenmede sık yer alması, çocukluk döneminde sık görülen beslenme hatalarındandır.” diye konuştu.

Ailelerin rolü büyük

Çocukluk döneminde ailelerin çocukların besin tercihlerinin şekillenmesinde önemli bir rolü olduğunu da kaydeden Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Çocuklar için rol model olan anne babaların da beslenme konusunda örnek olması önemlidir. Çocuklara sağlıklı beslenme konusunda dayatma yapmak yerine, besin tercihlerini kendisinin belirleyebileceği hissi verilmeli, uygun ve sağlıklı besin seçenekleri sunulmalıdır. Özellikle yemeğe başlama veya bitirme konusunda ailelerin ısrarcı bir tutum sergilememesi de gereklidir.” dedi.

Besinler çiğneyerek tüketilmeli!

“Çocukları ilerleyen yaşlarda obeziteden ve kronik hastalıklardan korumak için sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırmak elzemdir.” diyen Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Bu nedenle çocuklara sebze-meyve tüketimi konusunda alışkanlık kazandırmak, besinlerin çiğneyerek tüketilmesi gerektiğini anlatmak, yemek süresinin en az 15 dakika olması gerektiği konularında olumlu yönlendirmeler yapmak, ev dışı yemek yemeyi olabildiğince sınırlandırmak oldukça önemlidir. Çocukların sağlıklı beslenmenin yanında fiziksel aktifliğini de sağlamak hem bedensel hem de ruhsal iyilik halini olumlu yönde etkileyecektir.” dedi

E-sigaralar, içeriğini bilmediğimiz kimyasalların dışarıya çıkmasına sebep oluyor!

E-sigaranın en az sigara kadar bağımlılık yaptığını ve aynı zamanda bağımlılığa girişi hızlandırdığına dikkat çeken uzmanlar, sigarayı bırakmak için e-sigaraya başlamanın bir bağımlılıktan başka bir bağımlılığa geçiş olduğunu söylüyor.

Bağımlılık yapıcı etkilerin hem normal sigara hem de e-sigaralarda birbirine çok benzer özellikler gösterdiğini ifade eden Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Onur Noyan, “E-sigaraların içerisindeki kimyasal maddelerden dolayı ortaya çıkan akciğer sorunları ve diğer bilmediğimiz ürünlerden kaynaklanan metabolik sorunlar sebebiyle, en az sigaralar kadar zararlı olduğu söylenmektedir.” uyarısında bulundu. E-sigara bağımlılığında da nikotin yoksunluğuna yönelik bir tedavi uygulandığını belirten Prof. Dr. Onur Noyan, ilaçların yanında psikoterapinin de tedavi sürecine dahil edilmesi gerektiğine dikkat çekti.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Onur Noyan, dünyanın en yaygın kanserlerinden biri olan akciğer kanserinin farkındalık günü (1 Ağustos) dolayısıyla e-sigaranın bağımlılık üzerindeki etkileri hakkında bilgi verdi.

Prof. Dr. Onur Noyan

Prof. Dr. Onur Noyan

E-Sigara, bağımlılığın devamını sağlıyor

E-sigaranın en az sigara kadar bağımlılık yaptığını ve aynı zamanda bağımlılığa girişi hızlandırdığına dikkat çeken Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Onur Noyan, “Sigarayı bırakırken e-sigaraya başlamak bağımlılığın devamını sağlamakta ve bağımlılıktan uzaklaşmayı engellemektedir.” dedi.

Kişinin sigarayı bırakırken daha az zararlı olduğunu düşündüğü e-sigarayı kullanmaya başlamasının nikotin bağımlılığını devam ettirdiğini, bu nedenle de nikotini hayatından çıkartmakta zorlandığını belirten Prof. Dr. Onur Noyan, “Sigaradan e-sigaraya geçişte, nikotin bağımlılığı sürdürülmüş olur. Bağımlılığın azalmasında bir etki göstermez. Bazı vakalarda çok nadir de olsa e-sigaraya geçişle birlikte kişilerin alışkanlıklarının değişebildiği bu sayede de bırakmalarının daha kolay olduğu söylenmektedir, ancak gördüklerimiz şu ana kadar bu tezi desteklemiyor. Sonuç olarak sigarayı bırakmak için e-sigaralardan ziyade, psikoterapi gibi tıbbi bir destek alınmalıdır. Bu bağlamda kullanılabilecek ilaçlarla birlikte nikotin yerine geçebilecek ürünler tercih edilmelidir. Bir plan dahilinde sigara bırakılmalıdır.” şeklinde konuştu.

Bağımlılık yapıcı etkileri ve zararları birbirine çok benzer

Sigaranın tütünün yakılarak nikotin açığa çıkardığını, e-sigaraların ise nikotini yaktığını ya da buharlaştırdığının ifade eden Prof. Dr. Onur Noyan, her ikisinin ortak özelliğinin nikotin içermesi ve bu nikotinin de bağımlılık yapması olduğunu söyledi.

E-sigaralar ile normal sigaraların zararlarının çok benzer olduğunu dile getiren Prof. Dr. Onur Noyan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bağımlılık yapıcı etkiler hem normal sigara hem de e-sigaralarda birbirine çok benzer özellikler gösteriyor. E-sigaraların içerisindeki kimyasal maddelerden dolayı ortaya çıkan akciğer sorunları ve diğer bilmediğimiz ürünlerden kaynaklanan metabolik sorunlar sebebiyle, en az sigaralar kadar zararlı olduğu söylenmektedir.”

Sigara bağımlılığından e-sigara bağımlılığına geçiş…

E-sigaraların bağımlılık tedavisinde yeri olmadığının altını çizen Prof. Dr. Onur Noyan, “Normal şartlar altında sigaradan daha az bağımlılığa neden olduğu, daha az zararlı olduğu pazarlanarak kullanıma sokulan bu ürünlerin aslında bağımlılıktan kurtulmaya faydalı olmadığı yapılan çalışmalarda görülmektedir. Hem hastaların sigaradan uzaklaşmaları daha zor olmakta hem de kişiler daha başka bir bağımlılığa çare aramaya başlamaktadır.” dedi.

E-sigaraların daha az zararlı olduğuna dair yanlış bir inanç olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Onur Noyan, “E-sigaraların içermiş oldukları farklı aromalar ve şirin görünümleri, popüler medyada ünlülerin e-sigara tüketiyor olması, ‘sigarayı bırakmak için kullanıyor’ haberleri çıkması aslında e-sigaralar ile ilgili en büyük mitlerdir. E-sigaralar, en az sigaralar kadar zararlıdır. Sigarayı bırakmak için bir araç olarak kullanılmamalıdır. Sigarayı bırakmak için mutlaka bir uzman desteği alınmalıdır.” uyarısında bulundu.

E-sigara bağımlılığında da nikotin yoksunluğuna yönelik bir tedavi uygulanıyor

E-sigaradaki pasif içicilik riskinin normal sigarayla aynı olduğunu belirten Prof. Dr. Onur Noyan, “E-sigaraların dışarıya çıkarttığı buhar aslında içeriğinde bilmediğimiz kimyasal maddelerin de dışarıya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu kimyasal maddelerin buhar yoluyla dışarı çıkması akciğer enfeksiyonlarından ya da bilmediğimiz yeni akciğer komplikasyonlarına kadar giden bir sürece sebep olmaktadır.” dedi.

Sigara bağımlılığında olduğu gibi e-sigara bağımlılığı tedavisinde de nikotin yoksunluğuna yönelik bir tedavi uygulandığını söyleyen Prof. Dr. Onur Noyan, sözlerini şöyle tamamladı:

“Özellikle nikotin yoksunluğunun daha az hissedilmesi sebebiyle nikotin replasman tedavi dediğimiz nikotin sakızları ya da nikotin spreyleri kullanılmaktadır. Nikotin yoksunluğu ve nikotin isteği ile baş etmek için de bazı ilaçlar tercih edilmektedir. Aynı zamanda ilaçlarla birlikte kişinin nikotin yoksunluğu ile mücadele etmek için gitmesi gereken davranışsal değişiklikler, sigaranın psikolojik yoksunluğuna dair bir farkındalık geliştirmek ve istekle baş etme yöntemlerini içeren bir psikoterapi süreci tedavi planına dahil edilmelidir. Sigarayı bırakmak uzun soluklu bir süreçtir. Hayal kırıklığı ve karamsarlığa kapılmadan bu yolda devam etmek çok önemlidir.”

Diyabet tedavisinde beslenmenin payı büyük!

Diyabet tedavisinde beslenmenin payı büyük!

Diyabetin, vücuttaki birçok organı etkileyen kronik bir hastalık olduğunu belirten uzmanlar, diyabet tedavisinin amacının kan şekerini normal sınırlarda tutarak, sağlık sorunlarının ortaya çıkışını engellemek olduğunu söylüyor.

Diyabetli bireylerin beslenme programlarının vücut ağırlığına, fiziksel aktivite durumuna, sosyoekonomik durumuna ve beslenme alışkanlıklarına göre diyetisyen tarafından düzenlenmesi gerektiğine dikkat çeken Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Çoğu diyabetli birey pilav ve makarnayı daha az tüketmesi gerektiğini bilir ancak aralarda tükettiği şekersiz etiketi ile sunulan tatlandırıcılı diyet tatlıları rahat tüketilebileceğini düşünür.” dedi. Tip 2 diyabetli bireylerin çoğunun fazla kilolu olduğunun da altını çizen Yiğit, “Birçok klinik çalışma yüzde 10 kilo kaybının, tip 2 diyabet gelişme riskini yüzde 50 oranında azalttığını bildirmektedir.” şeklinde konuştu.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, diyabetli bireylerin beslenmede sık yaptıkları hatalar ve dikkat edilmesi gerenler hakkında bilgi verdi.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit

Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit

İyi kontrol edilmeyen kan şekeri büyük sorunlara neden olabiliyor

Diyabetin, vücuttaki birçok organı etkileyen, çoğunlukla kan şekeri yüksekliği (hiperglisemi) ile karakterize kronik bir hastalık olduğunu hatırlatan Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, “Diyabette tedavinin amacı kan şekerini normal sınırlarda tutarak, sağlık sorunlarının ortaya çıkışını engellemek veya önlemektir. Bu nedenle diyabetin tedavisinde beslenmenin payı büyüktür. İyi kontrol edilmeyen kan şekeri, ilerleyen yaşlarda gözlerde, böbreklerde metabolik sorunlara ve sinir hücrelerinde harabiyete sebep olabilmektedir.” dedi.

“Tip 2 diyabetli bireylerin çoğu fazla kilolu”

Diyabetin Tip 1 ve Tip 2 başta olmak üzere farklı türleri olduğunu belirten Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, Tip 1 diyabette insülin üretiminin olmadığını, bu nedenle dışarıdan enjekte edildiğini aktardı. Tip 2 diyabette ise insülin üretiminin olduğunu ifade eden Hülya Yiğit, “Ancak vücut bazı nedenlerden dolayı, insülini kullanamaz. Tip 1 diyabette insülin enjekte edildiği zaman dışarıdan verilen insülinin etki süresine göre öğün sayılarının, öğün saatlerinin, alınması gereken karbonhidrat miktarının düzenlenmesi oldukça önemlidir. Tip 2 diyabetli bireylerde ise öğün araları ve öğün sayıları daha esnek olabilmektedir. Tip 2 diyabetli bireylerin çoğu fazla kiloludur. Birçok klinik çalışma yüzde 10 kilo kaybının, tip 2 diyabet gelişme riskini yüzde 50 oranında azalttığını bildirmektedir.” şeklinde konuştu.

Büyük porsiyonlar da et tüketimi de kan şekerini yükseltebiliyor

Diyabetli bireylerin beslenme programlarının vücut ağırlığına, fiziksel aktivite durumuna, sosyoekonomik durumuna ve beslenme alışkanlıklarına göre diyetisyen tarafından düzenlenmesi gerektiğine dikkat çeken Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit şöyle devam etti:

“Diyabetli bireyler, bir besini tüketirken, o besinin  kan şekerini yükseltme hızına yani glisemik indeksine ve yediği miktara yani glisemik yüküne dikkat etmeli. Ana öğünlerinin karbonhidrat ve protein içeriği dengeli olmalı. Çoğu diyabetli birey pilav ve makarnayı daha az tüketmesi gerektiğini bilir ancak aralarda tükettiği galetaları, kepekli bisküvileri, şekersiz etiketi ile sunulan tatlandırıcılı diyet tatlıları rahat tüketilebileceğini düşünür. Bunların da kan şekerini olumsuz etkileyebileceği, dengeyi bozabileceği unutulmamalı. Diyabetli bireyler tarafından karbonhidratsız olduğu düşüncesi ile bir öğünde büyük porsiyonda kırmızı et tüketimi de oldukça yaygın görülür. Ancak büyük porsiyonlarda tüketilen kırmızı etin de kan şekerini, tatlılar kadar hızlı olmasa da yükseltebileceği göz ardı edilmemeli.”

Diyabetli bireylerin tüketebileceği pratik bir tatlı…

Diyabetli bireylerde kan şekeri dengesi için porsiyon kontrolünün önemine vurgu yapan Beslenme ve Diyet Uzmanı Hülya Yiğit, tatlı ihtiyacı için de uygun porsiyonda meyve tüketiminin oldukça iyi bir alternatif olduğunu söyledi.

Hülya Yiğit, diyabetli bireylerin de porsiyon kontrolüne dikkat ederek tüketebileceği pratik bir tarif paylaşarak sözlerini şöyle tamamladı:

“Şekersiz bal kabağı tatlısı hazırlaması kolay ve tatlı isteğini bastırabilecek pratik bir tatlı. İhtiyacımız olan malzemeler, 2 dilim bal kapağı, 4-5 adet çubuk tarçını (mümkünse seylan), 2 yemek kaşığı tahin ve çekilmiş ceviz. Kabakları küp küp büyük parçalar halinde doğrayıp, içine tarçın ekleyerek kabaklar yumuşayıncaya kadar kısık ateşte pişirin. Tarçın tadını seviyorsanız miktarını arttırabilirsiniz. Piştikten sonra üzerine tahin ve ceviz ekleyerek tüketebilirsiniz, tabi porsiyon kontrolüne dikkat etmeyi unutmayın. Afiyet olsun.”

Meksika’da can alan kuş gribi endişelendirdi!

Meksika’da can alan kuş gribi endişelendirdi!

Tavuk eti ve yumurta tüketiminin hastalığa sebep olması mümkün değil!

Kuş gribinin 2 çeşidinin bulunduğunu ifade eden uzmanlar, biri yüksek potansiyelli, diğerinin düşük potansiyelli olduğunu ve şu anda gündemde olan Meksika’daki vakanın düşük potansiyelli olduğunu söylüyor.

Meksika’da görülen vakanın endişeleri artırdığına işaret eden Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Yiyecek olarak tavuk eti ve yumurta tüketiminin hastalığa sebep olması mümkün değil; çünkü bu ürünler tüketilmesi sırasında ısı ile işlem görüyor. Bu sayede virüs etkisiz hale geliyor.  Çiğ yumurta tüketimi önerilmiyor çünkü virüsün bu şekilde bulaşma ihtimali var. Virüs dış ortamlarda hassas olmasına rağmen ısıda 56 derecede 30 dakikada ölüyor.” dedi.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından dikkat çekilen ve Meksika’da bir kişinin ölümüne neden olan kuş gribi hakkında bilgi verdi.

Dr. Dilek Leyla Mamçu

Dr. Dilek Leyla Mamçu

‘Tavuk Vebası’ olarak da bilinen kuş gribi normalde insanlara bulaşmıyor 

‘Tavuk Vebası’ olarak da bilinen kuş gribinin, Avian İnfluenza virüsünün sebep olduğu bir hastalık olduğunu hatırlatan Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Genellikle kanatlı hayvanlarda, özellikle kuşlarda ve evcil kanatlı hayvanlarda görülüyor. Kuş gribi, insanlarda da hastalık yapan influenza virüsüne benzer bir yapıya sahip ve bu sebeple hayvanlardaki hastalığın adına kuş gribi deniliyor. Kuş gribi normalde insanlara bulaşmaz ancak hayvanlar arasında birtakım belirtilerle bulaşıyor. Bu belirtiler arasında hayvanın ateşi çıkması, tüylerinin kabarması, çabuk iştahsızlık ve halsizlik gibi şikayetler yer alıyor. Ayrıca, yumurta veriyorsa hayvanın verimi düşüyor ve bu belirtileri gösteren hayvanlar genellikle kitleler halinde ölüyorlar.” dedi.

Kuş gribinin iki çeşidi var

Kuş gribinin 2 çeşidinin bulunduğunu ifade eden Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Biri yüksek potansiyelli olan, diğeri düşük potansiyelli olan. Şu anda gündemde olan Meksika’daki vaka düşük potansiyelli olanı. Hastalık hayvanlarda veteriner hekimler tarafından özellikle endemik görüldüğü ülkelerde kolayca teşhis ediliyor. 2018 yılında dünyada Kuş Gribi salgını meydana gelmiş, özellikle uzak doğudan başlamıştı. Yaklaşık 860 insan vakası bildirilmiş ve 454 ölüm gerçekleşmişti. Bu durum, kanatlı endüstrisi için ciddi bir tehlike oluşturmuş ve pandemi endişelerini artırmıştı. Meksika’da görülen vaka da bu endişeleri artırdı ancak Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre bu vakanın düşük potansiyelli olduğu ve çok hızlı bulaşmayacağı düşünülüyor. Pandemi endişesi ise devam ediyor.” şeklinde konuştu.

Kişiden kişiye solunum yoluyla bulaşıyor

Kuş gribini insanlara bulaşması durumunda, hastalığın genellikle kişiden kişiye solunum yoluyla bulaştığına dikkat çeken Dr. Dilek Leyla Mamçu, “İlk etapta hastalık insanları etkilemez fakat kuşlardan geçtiği için mesleki maruziyeti yüksek olanlar, özellikle tavuk çiftliklerinde çalışanlar ve aileleri risk altında. Yiyecek olarak tavuk eti ve yumurta tüketiminin hastalığa sebep olması mümkün değil; çünkü bu ürünler tüketilmesi sırasında ısı ile işlem görüyor. Bu sayede virüs etkisiz hale geliyor.  Çiğ yumurta tüketimi önerilmiyor çünkü virüsün bu şekilde bulaşma ihtimali var. Virüs dış ortamlarda hassas olmasına rağmen ısıda 56 derecede 30 dakikada ölüyor. Bu nedenle virüse maruz kalınan alanların temizlenmesi ve kıyafetlerin yüksek ısıda yıkanması gibi önlemler alınmalı.” şeklinde uyarılarda bulundu.

Kuş gribine karşı bir aşı yok

Hastalığın insanlardaki belirtilerinin grip belirtileriyle benzerlik gösterdiğine de vurgu yapan Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Genellikle hapşırık, öksürük, baş ağrısı ve boğaz ağrısı gibi şikayetlerle kendini gösterir. Hastalık ağır seyrettiğinde hasta daha çabuk kötüleşebilir. Bu nedenle hastanın daha önce ciddi hastalıklar geçirip geçirmediğinin belirlenmesi önemli. Kuş gribine karşı şu anda etkili bir tedavi yöntemi bulunmuyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün uyguladığı aşı da insan influenza virüsüne karşı olan aşı. Kuş gribine karşı bir aşı bulunmuyor. Bu belirtileri gösteren kişiler özellikle mesleki maruziyet durumunda veya riskli bölgelere seyahat etmişlerse en yakın sağlık kuruluşuna başvurarak test yaptırmalı. Erken teşhis çok önemli ve hastalığın izole edilmesi gerekiyor.” şeklinde sözlerini tamamladı.

Her 100 kişiden 20’si ‘Huzursuz Bağırsak Sendromu’ ile mücadele ediyor!

Her 100 kişiden 20’si ‘Huzursuz Bağırsak Sendromu’ ile mücadele ediyor!

Toplumun yaklaşık yüzde 15-20’sini etkileyen bir rahatsızlık olan Huzursuz Bağırsak Sendromunun (IBS) fonksiyonel bir hastalık olarak tanımlandığını kaydeden uzmanlar, hastada organik bir problem olmamasına da vurgu yapıyor.

Bu hastalıkla başa çıkmak için yapılması gerekenlere işaret eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Diyete dikkat edilmeli ve stresi yönetme kapasitesi geliştirilmelidir. Huzursuz bağırsak sendromu (IBS) hastalarında genellikle şikayetler alevlenip söner, stresli ortamlarda şikayetler artar.” dedi.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Dahiliye Uzmanı, Huzursuz bağırsak sendromuna (IBS) dair açıklamalarda bulundu.

Prof. Dr. Aytaç Atamer

Prof. Dr. Aytaç Atamer

Toplumumuzun yaklaşık yüzde 15-20’sini etkileyen bir rahatsızlık

Huzursuz bağırsak sendromu diğer adıyla hassas bağırsak sendromu ya da spastik kolon gibi çok sayıda isimlerle ifade edilen huzursuz bağırsak sendromunun toplumda oldukça sık karşılaşılan bir rahatsızlık olduğunu ifade eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, şunları dile getirdi:

“Toplumumuzun yaklaşık yüzde 15-20’sini etkileyen bir rahatsızlık olan bu durum, fonksiyonel bir hastalık olarak tanımlanıyor. ‘Fonksiyonel’ dememizin nedeni, hastada organik bir problem olmamasıdır; yani bu hastalık kansere yol açmaz ve bağırsaklarda herhangi bir organik bozukluk bulunmaz. Ancak, hayatımızı önemli ölçüde etkileyen bir hastalıktır.

Ağır vakalar hastaların yaşam kalitesini ciddi şekilde olumsuz etkiliyor

Bu rahatsızlığın en sıkıntı verici belirtileri arasında karında kramp, ağrı, şişkinlik, gaz ve ishal yer almaktadır. Örneğin, yeni bir işe başlayan ya da okula giden çocuklar evden çıkmak istemezler ve şiddetli karın ağrıları yaşayabilirler, tuvalete gitme ihtiyacı duyabilirler. Ağır vakalarda ise ‘Dışarı çıksam nerede tuvalet bulabilirim?’ gibi kaygılar, hastaların yaşam kalitesini ciddi şekilde olumsuz etkileyebilir.”

Genetik faktörler önemli bir rol oynayabiliyor

Prof. Dr. Aytaç Atamer, Huzursuz bağırsak sendromunun (IBS) tüm dünyada yaygın olduğunu ama nedenlerinin kesin olarak bilinmemekle birlikte, birçok faktörün rol oynadığının saptandığını kaydederek, “Genetik faktörler önemli bir rol oynayabilir; ailesinde spastik kolon olan kişilerde daha sık görülüyor. Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha fazla, özellikle 45 yaş altı gençlerde daha yaygın görülüyor. 50 yaş altı kişilerde, 50 yaş üstüne göre iki kat daha sık görülüyor. Hormonlar ve geçirilmiş enfeksiyonlar da etkileyebiliyor. Genetik faktörler ve ailede kazanılmış özellikler gibi birçok unsur bu sendromun oluşumunda iç içe geçmektedir, ancak kesin bir neden belirtmek mümkün değildir.” dedi.

NPİSTANBUL Hastanesi

Doktora gitmenin yanında nelere dikkat edilmeli?

Huzursuz bağırsak sendromunun (IBS) belirtilerini yönetmek için öncelikle yenilen gıdaları not etmenin önemli olduğunu ifade eden Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Hangi gıdaların semptomları tetiklediğini belirleyip bu gıdaları diyetimizden çıkardığımızda rahatlama sağlanabilir. Bu yöntem, eliminasyon diyeti olarak bilinir. Ayrıca, düzenli egzersiz yapmak da önemlidir, çünkü egzersiz endorfin ve serotonin gibi hormonları artırarak rahatlama sağlar. Stresle başa çıkmak da şikayetleri büyük ölçüde azaltabilir.

Bu tür yaygın şikayetlerle karşılaşıldığında, bir gastroenteroloğa başvurmak önemli. Özellikle kilo kaybı, geceleri uykudan uyandıran ishal, rektal kanama, demir eksikliği anemisi, açıklanamayan kusma veya yutma zorluğu gibi belirtiler varsa, daha ciddi bir hastalık olabileceği için tıbbi değerlendirme gereklidir. Huzursuz bağırsak sendromu tanısı konduğunda, bu hastalığın yaşam süresini tehdit etmediği, ancak ciddi rahatsızlıklar yaratabileceği bilinmelidir. Kolon kanseri gibi ciddi hastalıklar konusunda endişeler varsa, mutlaka tıbbi bir değerlendirme yapılmalıdır.”

Tedavisi mümkün olan bir hastalık

Bu hastalığın normalde kronik bir hastalık olduğunu ve tekrarlayabildiğini dile getiren Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Stres dönemlerinde şikayetler giderek artmakta sonra azalmaktadır. Hastaların çok az bir kısmı şiddetli şikayetle başvurmakta bunların muhakkak tedavi edilmesi gerekiyor. Hastalığın tanısının düzgün konulması gerekiyor, tanı konulduktan sonra ise tedavisi mümkün olan bir hastalık.” dedi.

Bu hastalıkla başa çıkmak için yapılması gerekenlere dikkat çeken Prof. Dr. Aytaç Atamer, “Diyete dikkat edilmeli ve stresi yönetme kapasitesi geliştirilmelidir. Huzursuz bağırsak sendromu (IBS) hastalarında genellikle şikayetler alevlenip söner, stresli ortamlarda şikayetler artar. Hastaların şikayetlerini kontrol altına almak ve tanıyı kesinleştirmek için doktora başvurmaları önemlidir.” şeklinde sözlerini tamamladı.

Uzmanından MS hastalarına uyarı ve öneriler!

Uzmanından MS hastalarına uyarı ve öneriler!

MS ile yaşamanın getirdiği sürekli stres, belirsizlik ve fiziksel sınırlamaların depresyon ve anksiyete riskini artırdığını kaydeden uzmanlar, MS hastalarının, ruh hali değişiklikleri ve duygusal tepkilerde aşırılıklar yaşayabildiklerini bunun da sosyal ilişkileri etkileyebildiğini söylüyor.

Dengeli beslenme, özellikle antienflamatuar diyetler, sigara ve aşırı alkolden kaçınmanın semptomların yönetiminde kritik rol oynadığını ifade eden Nöroloji Uzman Prof. Dr. Sultan Tarlacı, “Taş Devri diyeti yani Paleo diyeti, MS hastaları için dikkate değer bir beslenme planıdır. Vücuttaki iltihaplanmayı azaltabilir ve bağışıklık sistemi fonksiyonlarını düzenleyebilir.” dedi.

Uluslararası Multipl Skleroz (MS) Federasyonu ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından her yıl mayıs ayının son çarşamba günü Dünya MS Günü olarak kutlanıyor.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Nöroloji Uzman Prof. Dr. Sultan Tarlacı, bu yıl 29 Mayıs’ta kutlanan Dünya Multiple Skleroz (MS) Günü dolayısıyla, hastalık hakkında bilgi vererek, semptomların kötüleşmesini önlemek veya geciktirmek için hangi önlemleri alınabileceğini anlattı.

Prof. Dr. Sultan Tarlacı

Prof. Dr. Sultan Tarlacı

“MS hastalarında kas güçsüzlüğü ve denge sorunları sık görülüyor”

Multiple Sklerozun (MS), merkezi sinir sistemini etkileyen kronik bir hastalık olduğunu ve hastaların hayat kalitesi üzerinde çeşitli olumsuz etkiler yaratabildiğini kaydeden Prof. Dr. Sultan Tarlacı, “MS hastalarında kas güçsüzlüğü ve denge sorunları sık görülür. Bu, günlük aktiviteleri zorlaştırabilir ve bağımsızlığı azaltabilir. MS’e bağlı kronik yorgunluk, hastaların enerji seviyesini düşürerek iş yapabilme kapasitesini ve sosyal etkinliklere katılımı kısıtlar.” dedi.

MS ile yaşama depresyon ve anksiyete riskini artırıyor

MS hastalarında sıkça görülen bilişsel bozuklukların, öğrenme, problem çözme ve görev yönetimini zorlaştırabildiğini dile getiren Prof. Dr. Sultan Tarlacı, şöyle devam etti:

“Mental işlerde çabuk yorulma ve konsantrasyon eksikliği, iş ve eğitim yaşamını olumsuz etkiler. MS ile yaşamanın getirdiği sürekli stres, belirsizlik ve fiziksel sınırlamalar depresyon ve anksiyete riskini artırıyor. MS hastaları, ruh hali değişiklikleri ve duygusal tepkilerde aşırılıklar yaşayabilir bu da sosyal ilişkileri etkileyebiliyor. Hastalığın ilerlemesi iş kaybına yol açabilir ve mali sıkıntılar doğurabilir. Çalışma kapasitesinin düşmesi, ekonomik bağımsızlığı tehdit edebiliyor.

MS, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiriyor

Hareket kısıtlılığı, yorgunluk ve duygusal sorunlar nedeniyle sosyal etkinliklere katılım azalabilir, bu da sosyal izolasyona yol açar. Sonuçta Fiziksel ve bilişsel bozukluklar, günlük yaşam aktivitelerini bağımsız olarak gerçekleştirme yeteneğini kısıtlar. Aynı zamanda MS, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektirir. Bu, hastaların ve ailelerinin üzerinde sürekli bir stres ve yük oluşturur.”

Prof. Dr. Sultan Tarlacı

Yoga, yüzme ve yürüyüş gibi aktiviteler öneriliyor

Multiple Sklerozun (MS) kontrol altına alınması ve semptomların kötüleşmesini önlemek veya geciktirmek için bir dizi önlem almak gerektiğini de anlatan Prof. Dr. Sultan Tarlacı, şöyle devam etti:

“İlaç tedavisi, hastalığı modifiye edici tedaviler (DMTs) ile MS’in ilerlemesini yavaşlatırken, kortikosteroidler akut atakları tedavi eder. Düzenli egzersiz, kas gücünü ve esnekliği artırarak genel sağlığı iyileştirir, ayrıca yoga, yüzme ve yürüyüş gibi aktiviteler önerilir. Dengeli beslenme, özellikle antienflamatuar diyetler, sigara ve aşırı alkolden kaçınmak da semptomların yönetiminde kritik rol oynuyor.

Fiziksel terapi, hareket kabiliyetini ve dengeyi geliştirirken, mesleki terapi günlük yaşam aktivitelerinde bağımsızlığı artırır. Konuşma ve yutma güçlüğü yaşayan hastalar için ilgili terapiler faydalıdır. Ayrıca, psikolojik destek, depresyon ve anksiyete gibi duygusal zorlukların yönetilmesine yardımcı olarak genel yaşam kalitesini yükseltir. Bu bütüncül yaklaşım, MS’in etkilerini minimize ederek hastaların daha iyi bir yaşam sürmelerine olanak tanır.”

Taş Devri diyeti MS hastaları için dikkate değer bir beslenme planı

Sağlıklı bir yaşam tarzı ve beslenme planının, Multiple Skleroz (MS) semptomlarının yönetiminde önemli bir rol oynadığını da kaydeden Prof. Dr. Sultan Tarlacı, şunları dile getirdi:

“Düzenli fiziksel aktivite, kas gücünü ve esnekliği artırarak yorgunluk ve denge sorunlarını azaltabilir. Egzersiz aynı zamanda ruh halini iyileştirir ve genel sağlık üzerinde olumlu etkiler yaratır. Dengeli bir beslenme, özellikle antienflamatuar özelliklere sahip gıdaların tüketimi, vücuttaki iltihaplanmayı azaltarak MS semptomlarını hafifletebilir. Bu bağlamda Taş Devri diyeti, yani Paleo diyeti, MS hastaları için dikkate değer bir beslenme planıdır. Paleo diyeti, işlenmiş gıdalar, tahıllar, süt ürünleri ve rafine şekerden kaçınarak, tarih öncesi insanların tükettiği besinlere odaklanır. Bu diyet, taze sebzeler, meyveler, yağsız etler, balık, yumurta, kuruyemişler ve tohumları içerir. Bu besinler, vücuttaki iltihaplanmayı azaltabilir ve bağışıklık sistemi fonksiyonlarını düzenleyebilir.

MS’in ilerlemesini yavaşlatabilen besinler neler?

Omega-3 yağ asitleri açısından zengin balıklar ve antioksidan içeriği yüksek sebze ve meyveler, sinir hücrelerini koruyarak MS’in ilerlemesini yavaşlatabilir. Ayrıca, işlenmiş gıdalardan ve rafine şekerden kaçınmak, enerji seviyelerini dengeleyerek yorgunluk hissini azaltabilir. Sağlıklı yaşam tarzı ve Paleo diyeti gibi beslenme planları, MS hastalarının genel sağlıklarını iyileştirir ve hastalığın getirdiği fiziksel ve bilişsel zorlukları yönetmelerine yardımcı olur. Bu, hastaların yaşam kalitesini artırarak daha aktif ve bağımsız bir yaşam sürmelerini sağlar.”

Masaj terapisi hastanın genel sağlığı üzerinde olumlu etkiler yaratıyor

İlaç tedavisinin yanı sıra, alternatif tedavi yöntemlerinin de Multiple Skleroz (MS) semptomlarının kontrolünde önemli bir rol oynayabildiğini vurgulayan Prof. Dr. Sultan Tarlacı, “Akupunktur, vücuttaki enerji akışını dengeleyerek ağrı ve spazm gibi semptomları hafifletebilir. Yoga, esneklik ve dengeyi artırarak kas güçsüzlüğünü ve yorgunluğu azaltabilir, ayrıca stres yönetimine yardımcı olarak genel ruh halini iyileştirir. Masaj terapisi, kas gerginliğini azaltarak rahatlama sağlar ve kan dolaşımını artırarak genel sağlık üzerinde olumlu etkiler yaratır. Bu alternatif tedavi yöntemleri, MS hastalarının fiziksel ve duygusal iyilik hallerini destekler, ilaç tedavisine tamamlayıcı olarak semptomların yönetimine katkıda bulunur ve hastaların yaşam kalitesini yükseltir.” şeklinde sözlerini tamamladı