Yazılar

‘Sessiz hipertansiyon’a dikkat!

‘Sessiz hipertansiyon’a dikkat!

Ülkemizde her 3 kişiden birinin hipertansiyon hastası olduğu biliniyor. Ancak bu sinsi hastalık uzun yıllar hiçbir belirti vermeden ‘sessizce’ ilerleyebildiği için sayının çok daha yüksek olduğu öngörülüyor. ‘Sessiz hipertansiyon’da, yüksek hipertansiyonunun yol açtığı baş ağrısı veya baş dönmesi gibi sorunlar yaşanmadığını yani herhangi bir uyarı işareti olmadığını belirten Acıbadem Fulya Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci “Kişinin hiçbir şikayeti olmasa bile yüksek tansiyon yine de organlara zarar vererek kalp hastalığı, felç ve böbrek hastalığı gibi çok ciddi hastalıkların riskini artırabiliyor. Bu nedenle sessiz katil olarak da adlandırılıyor” diyor. Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci, 17 Mayıs Dünya Hipertansiyon Günü kapsamında yaptığı açıklamada, hipertansiyon hakkında bilinmesi gereken 5 noktayı anlattı, ‘sessiz hipertansiyon’a yönelik önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Acıbadem Fulya Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci

Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci

Bu risklere dikkat!

Sessiz hipertansiyon görünürde hiçbir şikayete yol açmadığı için “benim bir sorunum yok” yanılgısına düşmemek gerektiğini vurgulayan Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci bazı kişilerin yüksek riskli grupta olduğunu belirterek şöyle konuşuyor: “Özellikle ailenizde hipertansiyonu olan bir kişi varsa, orta yaş ve üzerindeyseniz, kilonuz ideal kilonuzdan fazlaysa, hareketsiz bir yaşam tarzına sahipseniz, sürekli stres altında yaşıyor ve stresinizi yönetemiyorsanız, uyku apneniz varsa hipertansiyon açısından riskli gruptasınız demektir ve tansiyon ölçümünü mutlaka düzenli yapmanız gerekir.”

Sessizce organlara zarar veriyor!

Sessiz hipertansiyonun yıllar içerisinde vücuda zarar verebileceğini hatta kalp hastalığı, felç ve böbrek hastalığı gibi çok ciddi hastalıkların riskini artırabileceğini vurgulayan Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebebi, bu nedenle herhangi bir belirti olmasa da bazı durumlarda mutlaka şüphelenmek ve doktora başvurmak gerektiğini söylüyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci şöyle konuşuyor: “Sessiz katil terimi genellikle sessiz hipertansiyonu tanımlamak için kullanılır çünkü genellikle semptom göstermediğinden insanlar kalp krizi veya inme gibi tıbbi bir acil durumla karşılaşana kadar hipertansiyonları olduğunu fark etmeyebilirler.”

Yaygın bir hastalık!

Ülkemizde her 3 kişiden birinin hipertansiyon hastası olduğunu belirten Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci “Araştırmalar, özellikle yetişkinler arasında sessiz hipertansiyonun yaygın olduğunu gösteriyor. Sessiz hipertansiyona yönelik Journal of Hypertension’da yayınlanan bir çalışma, yüksek tansiyonu olan yetişkinlerin yaklaşık yüzde 30’unda herhangi bir belirti görülmediğini ortaya koyarken, American Journal of Epidemiology’de yayınlanan bir başka çalışma da, 18- 85 yaş arası yetişkinlerin yaklaşık yüzde 17’sinde ssiz hipertansiyon olduğunu gösteriyor” diyor.

Acıbadem Fulya Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci

Bu belirtileri dikkate alın!

Hipertansiyonun (yüksek kan basıncının) genellikle belirgin semptomları olmasa da baş ağrısı, baş dönmesi, nefes darlığı, bulanık görme veya göğüs ağrısı gibi şikayetlerin mutlaka dikkate alınması, “çok stresli bir gündü onun için başım ağrıyor” ya da “çok koşturdum dinleneyim geçer” gibi düşüncelerle ihmal edilmemesi gerekiyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci “Bu semptomlar hipertansiyona özgü olmadığından yüksek tansiyonunuz olup olmadığını öğrenmenin tek yolu bir sağlık uzmanı tarafından ölçülmesidir. Düzenli tansiyon kontrolü, hipertansiyonun saptanması ve vücuda zararlarının en aza indirilmesi için büyük önem taşımaktadır” diyor.

Tedavide bu önerilere dikkat!

Sessiz hipertansiyonun tedavisinde yaşam tarzı değişiklikleri ve kan basıncını düşürücü ilaçların önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Bekir Sıtkı Cebeci “Düzenli egzersiz, sağlıklı beslenme, ideal kiloyu koruma, tuzu azaltma, alkol ve sigaradan kaçınma, ilaçları düzenli kullanma kan basıncını düşürmeye ve hipertansiyondan kaynaklanan komplikasyon risklerini azaltmaya yardımcı olacaktır” diye konuşuyor.

 

Kalça ağrısı üç önemli nedeni!

Kalça ağrısı üç önemli nedeni!

 Kalçada oluşan ağrı, hemen hepimizin hayatımız boyunca bir kez de olsa yaşadığı bir sorun. Ağrı oturup kalkarken, merdiven inip çıkarken, eğilirken ve spor yaparken genellikle daha yoğun hissediliyor. Sorun ilerledikçe gece uykudan uyandıracak şiddete de ulaşabiliyor. Kalça ağrısı sıklıkla egzersizleri hatalı uygulamak ya da ani hareket etmek gibi nedenlerden kaynaklanıyor ve birkaç günde kendiliğinden geçiyor. Ancak bazen önemli sağlık sorunlarının habercisi de olabiliyor. Ağrıya yol açan hastalıklara erken tanı konulması, ilerleyen süreçlerde ortaya çıkabilecek ciddi problemlerin önlenmesinde ve tedavi  başarısında kilit rol üstleniyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Tuncay, bu nedenle kalça ağrısının asla ihmal edilmemesi gerektiğine dikkat çekerek, “Günümüzde geliştirilen teknikler ve edinilen tecrübeler sayesinde kalça ağrısına neden olan hastalıklar başarıyla tedavi edilebiliyor, bu sayede hastalar günlük yaşantılarına sorunsuz devam edebiliyorlar. Tedavinin başarısında ise hastalığa erken müdahale edilmesi çok önemli. Dolayısıyla ağrı birkaç gün içinde kendiliğinden veya basit ağrı kesici kullanımına rağmen kaybolmazsa zaman kaybetmeden hekime başvurulmalı” diyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Tuncay, kalça ağrısına en sık yol açan 3 hastalığı anlattı; önemli uyarılarda bulundu.

Prof. Dr. İbrahim Tuncay

 KALÇA KİREÇLENMESİ

Halk arasında ‘kalça kireçlenmesi’ olarak bilinen osteoartroz, kalça eklemini oluşturan kıkırdağın çeşitli nedenlerle aşınması ve alttaki kemiklerin deforme olmasıyla karakterize bir hastalık. Kalça kireçlenmesi belirtileri arasında hastayı en çok rahatsız eden durum kasık ve/veya kalça çevresinde  gelişen ağrı oluyor. Başlangıçta sadece belirli bir mesafe yürürken, araca binerken ya  da merdiven çıkarken var olan ağrı zamanla istirahat halindeyken de gelişebiliyor, kişiyi uyku sırasında uykudan uyandıracak şiddete ulaşabiliyor. Gündelik hayatta giderek artan hareket kısıtlılığına yol açması nedeniyle hasta merdiven çıkma, ayakkabı ve çorap giyme gibi ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelebiliyor.

Nasıl tedavi ediliyor?

Kalça kireçlenmesi tedavisi konservatif (ameliyatsız) ve cerrahi olarak iki ana gruptan oluşuyor. İlaç ve fizik tedaviyi kapsayan konservatif yöntemler ağrıyı azaltmayı, cerrahi aşamaya kadar hareket açıklığını ve kas gücünü korumayı amaçlıyor. Cerrahi tedaviler de kemiği yeniden şekillendirici yöntemler olan kalça artroskopisi, osteotomi ve artroplasti (kalça protezi) şeklinde gruplara ayrılıyor.

Kalça Protezi: Kalça kireçlenmesi tedavisinde uygulanan ve yüzyılın cerrahisi olarak ifade edilen kalça protezi ameliyatında yüzde 90’ların üzerinde başarılı sonuçlar elde ediliyor. Total kalça protezi, kalça ekleminin kireçlenmesi nedeniyle hasar görmüş eklemi yapay bir eklemle değiştirmek için uygulanan ameliyat yöntemine deniyor. Prof. Dr. İbrahim Tuncay, protez ameliyatları doğru yapıldığı takdirde, protezin hastada uzun yıllar şikayet oluşturmayan doğal bir eklem gibi işlev gördüğünü belirterek, “Günümüzde herhangi bir komplikasyon gelişmemiş hastalarda, kaliteli ve uygun protezler 20 yıldan fazla, hatta 30’lu yıllara kadar dayanabiliyor. Yumuşak doku iyileşme süreci olan ortalama 6 haftalık süreç sonunda çoğu hasta desteksiz ve hemen hemen hiç kısıtlamasız normal hayatlarına dönebiliyorlar” diyor.

Son yıllarda başarıyla uygulanan robotik cerrahi de bu sürece çok önemli katkılar sağlıyor. Robotik cerrahinin en önemli özelliği; ameliyattan önce bilgisayar ortamında tasarlanması sayesinde kemik kesilerinin minimal hatayla yapılmasına ve protezlerin bölgeye ideal şekilde yerleşmelerine imkan sağlaması. Bu etkileri sayesinde normalde nadir de olsa kalçanın çıkması ve damar ile sinir lezyonu gibi erken dönem komplikasyonları minimal düzeye iniyor. Ayrıca protezin ideal pozisyonda yerleştirilmesi sayesinde homojen yük dağılımıyla protez aşınmaları ve gevşemeleri daha geç ortaya çıkıyor, böylece protez daha uzun ömürlü oluyor. Son yıllarda popülaritesi gittikçe artan robotik protez cerrahisinin de mükemmeliyetin beklendiği günümüzde, yakın zamanda, artroplastide olmazsa olmaz noktaya ulaşacağı öngörülüyor.

KALÇADA OSTEONEKROZ

Vücudumuzda tüm organlar gibi kemik dokuları da kanla besleniyorlar. Yeterli miktarda kan ulaşmadığı durumlarda kemiğe ait doku ve hücreleri ölüyor, bunun sonucunda kemikte çökmeler oluşuyor. Bu dokunun ölmesi avasküler nekroz veya osteonekroz olarak adlandırılıyor. Uyluk kemiği (femur) başının gücünü kaybetmesi ve zamanla çökmesi kendini kalça çevresinde oluşan ‘ağrı’ ile belli ediyor. Ağrının en belirgin özelliği, kalça hareketleriyle artması ve bacak önünden dize doğru yayılması oluyor. Çökme nedeniyle kişide topallama sorunu baş gösterirken, ilerleyen dönemde gelişebilen kireçlenmeler eklem hareketlerinde ciddi kısıtlamaya neden olabiliyor.

Nasıl tedavi ediliyor?

Kemiklerde çökme oluşmadan gerekli müdahalenin yapılması durumunda tedavinin başarı oranı artıyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Tuncay, tedavinin tamamen hasarlanmış alanın güncel durumuna göre planlandığını ifade ederek, “Tedavideki asıl amaç eklem yüzeyindeki çökmeye engel olabilmek. Erken dönemde tespit edildiğinde genellikle kan sulandırıcı gibi ilaç tedavileri, hiperbarik oksijen tedavisi ve fizik tedavi desteğiyle sorun çözülüyor. Bu yöntemlerden sonuç alınamazsa ve yapılan radyolojik değerlendirmelerde eklemde çökme veya öncesi bulgular varsa, cerrahi yöntemlere başvuruluyor” diyor. Tam çökme öncesi tabloda ‘core dekompresyon’ olarak adlandırılan operasyon yapılıyor. Bu operasyonda amaç uyluk kemiğinin başındaki beslenmeyi önleyen basıncı azaltmak, böylelikle başın tekrar kanlanmasını  sağlamak. Operasyona PRP, kemik iliği ve kök hücre gibi hücresel tedavi uygulamaları da eklenebiliyor. Bu tedavilerden fayda görmeyen hastalarda osteotomi denilen ve kemiğin yük binme alanını değiştiren operasyonlar uygulanabiliyor. Çökme gerçekleştiğinde ise tek seçenek olan ve hasta memnuniyetinin en yüksek olduğu total kalça protezi operasyonu yapılıyor. Bu tabloda hem erken dönemde minimal komplikasyon riskiyle ağrının tamamen ortadan kalkması gibi faydalar sunan hem de özellikle genç hastalarda görülen bu patolojide kullanılacak protezin ömrünün uzun olmasını sağlayan robotik uygulamalarını kullanmak önemli bir avantaj oluşturuyor.

 KALÇA SIKIŞMA SENDROMU (FEMOROASETABULAR IMPINGEMENT SENDROMU)

Kalça sıkışması; kalçada oluşan yapısal problemler nedeniyle, hareket sırasında, kalça eklemini oluşturan iki parçanın birbirine anormal teması sonucu ortaya çıkan bir hastalık. Hastalar genellikle pantolon giyerken, araca binerken veya bağdaş kurarken kalça çevresinde C şeklinde oluşan ağrıdan yakınıyorlar. Bu sendrom zamanında tanınmaz ve gerekli müdahale yapılmazsa eklemin geri dönüşümsüz hasarına, yani kalça kireçlenmesine neden olabiliyor.

Nasıl tedavi ediliyor?

Sendromun ilk dönemlerinde fizyoterapi yöntemlerinden faydalanılsa da kalça sıkışması sendromunun tedavisi cerrahi oluyor. Açık veya kapalı (artroskopik) metodlarla patolojinin her iki (uyluk başı ve kalça yuvası) tarafı yeniden şekillendiriliyor ve labrum, yani kalça ekleminin yapısında yer alan üçgen kesitli kıkırdak doku yırtıksa ve tamir edilebilecek türdeyse onarılıyor. Eğer onarılamayacak durumdaysa çıkarılıyor ya da başka bir dokuyla tekrar tamir ediliyor. Ameliyat sonrasında 4-6 hafta belirli hareketler kısıtlanıyor ve bir çift baston kullanılması öneriliyor. Ardından hasta hızlı bir şekilde normal hayata ve spora dönebiliyor. Başarılı bir operasyon sonrasında hastanın erken dönem kalça ağrıları kayboluyor ya da azalıyor ve uzun dönemde de kireçlenmeye gidiş süreci erteleniyor veya tamamen önleniyor.

 

Gebelik zehirlenmesine dikkat!

Gebelik zehirlenmesine dikkat!

Halk arasında ‘gebelik zehirlenmesi’ olarak bilinen preeklampsi, anne ve bebeğin sağlığını tehdit eden ciddi bir sağlık problemi. Gebeliğin 20. haftasından sonra tansiyon yükselmesiyle (140/90 üzeri) birlikte idrarda protein atılımına ‘preeklampsi’ deniyor. Hamileliklerin yüzde 2-8’ini etkileyen preeklampsi anne adaylarında başta böbrek ve karaciğer olmak üzere pek çok organda hasarlara, bebeklerde de gelişim geriliğine neden olabiliyor. Dahası anne ile bebek ölümlerinin en önemli sebeplerinden biri olarak tanımlanıyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Hüsnü Görgen, bu nedenle gebelik döneminde yapılan rutin kontrollerin son derece önemli olduğuna dikkat çekerek, “Normal bir gebeliğin takibinde gebelik boyunca annede meydana gelen fizyolojik değişiklikler ve bebeğin gelişimi izleniyor.

Tüm bu süreç çoğu zaman normal şartlarda sorunsuz seyrederek doğum gerçekleştiriliyor. Ancak bazı annelerde gebeliğe bağlı istenmeyen durumlar ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle takiplerde, gebeliğe bağlı anne veya bebek açısından riskli durumların tespit edilip takip edilmesi anne ve bebek sağlığı açısından önem taşıyor. Preeklampsi de gebeliğe özgü plasenta kaynaklı bir hastalıktır. Hafif ve ağır formları vardır. Yakın takip yapılarak riskli durum gelişmeden doğumun sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekiyor” diyor.

Prof. Dr. Hüsnü Görgen

Gelişme geriliğine neden olabiliyor

Preeklampsi tedavi edilmezse gebelik sırasında anne ve bebekte ciddi sağlık problemlerine neden olabiliyor. Öyle ki preeklampsi bulgularının ağırlaşması anne adayında sara nöbeti gibi şuur kaybı ile çırpınma, beyin kanaması, kanda pıhtılaşma bozukluğu, akciğer ödemi ve karaciğerde kanama şeklinde çok ciddi durumlara yol açabiliyor. Bebekte ise plesantanın erken ayrılması, erken doğuma bağlı prematürite, yeterli oksijen ile besin alamadığı için gelişme geriliği, oksijen azalmasına bağlı olarak nörolojik sorunlar gelişebiliyor.

Risk faktörlerine dikkat!

Gebelikte gelişen ve pek çok organı içeren sistemik bir hastalık olan preeklampsi plasenta (bebeğin eşi) kaynaklı bir hastalık. Öyle ki doğumla birlikte plasentanın da vücuttan çıkmasıyla annenin sorunları geçiyor. Önceki gebeliklerinde preeklampsi sorunu yaşamak, çoğul (ikiz) gebelikler, diyabet, kronik hipertansiyon ve böbrek hastalıkları ile otoimmun hastalıklar, gebelik zehirlenmesinin önemli risk faktörlerinden. İlk gebelik, 35 yaş üzerinde hamile kalmak, obezite (Vücut kültle indeksi > 30) ile ailede preeklampsi hikayesi de orta derecede risk faktörlerini oluşturuyor. Risk faktörü olan anne adaylarında hamileliğin erken dönemlerinde başlanan düşük doz kan sulandırıcı, preeklamspsi riskini yüzde 17 oranında azaltıyor. Prof. Dr. Hüsnü Görgen, düşük doz kan sulandırıcı ilaca hamileliğin 16. haftasından önce başlandığına ve bu tedavinin doğuma kadar devam ettiğine işaret ederek, “Düşük doz kan sulandırıcı kullanımı ağır preeklampsi tablosunda bebekte gelişme geriliği riskini de düşürüyor. Aynı şekilde preeklampsi riskini azaltmak için kalsiyum tedavisi de uygulanabiliyor.” diyor.

Acıbadem Fulya Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Hüsnü Görgen

Düzenli tansiyon ölçümü çok önemli

Preeklampsi başlangıçta genellikle belirti vermediği için rutin gebelik kontrolleri tanı konulmasında büyük önem taşıyor. Teşhis ve takibinde en önemli nokta ise anne adayına muayenelerde düzenli olarak tansiyon ölçümü yapılması. Ayrıca yüksek tansiyon (140/90 üzeri), el, ayak ve yüzde ödem, baş ağrısı, görmede bulanma, karnın sağ üst kısmında ağrı, bulantı ile kusma gibi sorunlarda zaman kaybetmeden hekime başvurmak yaşamsal öneme sahip oluyor. Prof. Dr. Hüsnü Görgen, preeklampsi tanısının tansiyon takibi ve kan-idrar testleriyle konulduğunu belirterek “Yüksek tansiyon tanısı için kan basıncı en az 2 kez 4-6 saat arayla ölçülüyor. Ayrıca tansiyon yükselmesiyle birlikte kanda trombosit sayısının düşük olması, böbrek ve karaciğer fonksiyonlarında bozulma olması preeklampsi tanısını koyduruyor. Gebelik öncesi kronik hipertansiyonu olan anne adaylarında 20. gebelik haftasından sonra idrarda protein görülmesi de preeklampsi olarak değerlendiriliyor.” diyor. Normal gebelik takipleri sırasında yüksek tansiyon saptanan hastalar bebek ve anne sağlığı açısından yakın takibe alınıyor.

Hastaneye yatış gerekebiliyor!

Hafif preeklamsi tablosunda anne adaylarının düzenli olarak takip ve tedavi edilmeleri yeterli geliyor. Anne ve bebeğin sağlığında olumsuz bir gelişme olmadığı takdirde, doğum gebeliğin 37. haftasından sonrası için planlanıyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Hüsnü Görgen, ağır preeklampsi durumunda ise tedavinin hastanede sürdürüldüğünü belirterek sözlerine şöyle devam ediyor, “Sara nöbetini önlemek amacıyla magnezyum ve yüksek tansiyon için antihipertansif tedavilerine başlanıyor. Ağır preeklamptik anne adaylarında doğum 34. hamilelik haftasında planlanıyor. Ancak anne veya bebeğin sağlık durumunda kötüleşme olursa doğum tarihi öne çekiliyor.”

Çocuklar bu saatte mutlaka uykuda olmalılar!

Çocuklar bu saatte mutlaka uykuda olmalılar!

Günümüzde televizyon, tablet, akıllı telefon gibi iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla pek çok anne baba çocuklarının geç yatmasından şikayet ediyor. Yapılan çalışmalar; çocuklarda yeterli ve kaliteli uykunun bağışıklığın güçlenmesinden zihinsel, fiziksel ve ruhsal gelişimlerine dek çok önemli rol oynadığını ortaya koyduğundan anne babalar çocuklarının hem sağlığı hem de okul başarısı açısından endişe duyuyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre Gökyar, çocukların saat 22:00’den önce mutlaka uykuya dalması gerektiğini belirterek “Aksi durumda çocuğun büyümesi yavaşlar ve vücut direnci düşer. Bu da zaman içinde birçok hastalığa davetiye çıkarır. Bebeklerde ve çocuklarda yeterli ve kaliteli bir uyku en az iyi beslenmek kadar önemlidir” diyor. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre Gökyar, çocuklarda sağlıklı uykunun önemini anlattı, yeterli ve kaliteli uyku için 7 ipucu verdi, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

“Bizim yanımızda yatmazsa uykuya dalamıyor!”, “Cep telefonunda oyun oynamaktan geç yatıyor!”, “Erken yatarsa uyuyamıyor!”… Bir çok anne baba, çocuklarında bu ve benzeri sorunlar nedeniyle uzmanlara başvurarak çözüm arıyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre Gökyar, çocuklarda uyku bozukluklarının büyük çoğunluğunun davranışsal olduğunu belirterek “Özellikle günümüzde televizyon, tablet, akıllı telefon ve yoğun çalışan ebeveynler nedeni ile çocukların yatağa gidiş saati gecikmekte ve bu da uyku döngüsünü bozmaktadır. Uyku döngüsünün bozulması geciken uykuya veya bölünen uykuya neden olarak hem sağlık açısından hem de günlük yaşamdaki aktiviteleri açısından olumsuz etkilere yol açmaktadır” diyor. Dr. İmre Gökyar uykusuzluğun yol açacağı sıkıntıları şöyle anlatıyor: “Yeterli ve kaliteli uyumayan çocuk sürekli bitkin hisseder, bağışıklığı zayıflayarak hastalıklara çok açık hale gelir, okulda iyi bir performans gösteremez ve başarısı düşer, unutkanlık, sinirlilik ve dikkat dağınıklığı sorunu yaşar, depresyona girme riski artar. Fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak gelişimi sağlıklı olamayacağından hem kısa hem de uzun vadede pek çok sorunla karşılaşır. Bu nedenle çocuklardaki uyku bozuklukları doğru tespit edilerek, bu nedenleri ortadan kaldıracak önlemlerle sorun ivedilikle çözülmelidir.”

Pause Dergi

Dr. İmre Gökyar

Bu nedenlere dikkat!

Uyku döngüsünün yaşamın ilk üç ayından sonra oluştuğunu, 4-5 yaş arasında erişkin tip uykuya dönüştüğünü belirten Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre Gökyar “Uyku insan ömrünün en az üçte birini oluşturur. Vücudun dinlenmesini ve beynin gün içinde aldığı bilgileri beyne yerleştirmesini sağlar. Çocuklarda gece uyanmalarında ailenin mümkünse müdahale etmemesi ve çocuğun kendi kendine tekrar uykuya dönmesinin sağlanması önemlidir” diyor. Uykusuzluğun nedenleri arasında iki faktörün öne çıktığını kaydeden Dr. İmre Gökyar şöyle konuşuyor: “Zayıf uyku alışkanlığında; uykunun başlaması ve uykuda kalabilme beceresi bir seri biyolojik koşullar ve öğrenilmiş davranışlara bağlıdır. Organizma uykuya hazır olmalıdır. Bu nedenle alışkanlıklar oluşturarak vücudu dinlendirmesini ve uykuya hazırlanmasını sağlamak gerekir. Diğer bir faktör de stres ve kaygıya dayalı çocuk uykusuzluğudur. Çocukların rutine ihtiyacı vardır. Çocuklar aile sorunları, çocukluk korkuları veya ayrılık kaygısı nedeni ile huzursuz hissedebilirler. Bu tür uyku sorunları aniden ortaya çıkar. Genellikle neden kişisel, ailesel ve sosyal faktörlerden kaynaklanır. Bunlar geçici olabilir. Bu nedenle onları desteklemek ve korkuları hakkında konuşmak önemlidir.”

Hangi yaşta, kaç saat uyku?

Gelişim çağındaki çocukların saat 22.00’den önce mutlaka uykuya dalması gerektiğini vurgulayan Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre Gökyar, aksi taktirde çocuğun büyümesinin yavaşlayacağını, vücut direncinin düşeceğini, bunun da zaman içinde birçok hastalığa davetiye çıkaracağını vurguluyor. Dr. İmre Gökyar, uyku süresi kişiden kişiye değişmekle birlikte, sağlık için yaş gruplarına göre uyku saatlerini şöyle özetliyor;

0-1 aylık bebekler 16.5 saat,

1-8 ay arası bebekler gündüz 3-3.5 saat ve gece 10-11 saat,

9-14 ay arası bebekler 2-2.5 saat gündüz ve 10-11 saat gece,

15-24 ay arası gündüz tek uykuya geçiş zamanı olup 2-2.5 saat gündüz ve 10-11 saat gece,

3-5 yaş arası uyku ihtiyacı 11-13 saat,

6-13 yaş arası 9-11 saat,

Gençlikte 8-10 saat.

Gelişigüzel bitkisel ilaçlardan kaçının!

Çocuklarda uykusuzluk için bir tedaviye başlamadan önce, ciddi bir nörolojik hastalığının olup olmadığının mutlaka belirlenmesi gerektiğini vurgulayan Dr. İmre Gökyar şöyle konuşuyor: Bunu da yapacak kişi çocuk hekimi ve çocuk nöroloji uzmanıdır. Çocuk uyku bozukluğunun nedeni; zayıf uyku alışkanlığı, stres, aşırı heyecan, kaygı ya da davranışsal olsa bile tedavisi maalesef çok kolay değildir. Çocuk uykusuzluğunun üstesinden gelmek ve uyku düzeni sağlamak istiyorsanız; beyni yeniden eğitmeniz ve çocuğa uyku alışkanlığını yeniden öğretmeniz gereklidir. Hekiminiz önermedikçe bitkisel ilaçları asla kullanmayınız.”

Pause Dergi

Çocuklarda sağlıklı ve kaliteli uyku için 7 öneri!

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre Gökyar, çocuklarda sağlıklı ve kaliteli uyku için şu önerilerde bulunuyor;

  1. Uyku vakti değişmemeli. Bir uyanma saati belirleyin ve buna en başta siz uyarak başlayın.
  2. Uyku öncesi rutini hazırlayın. Akşam yemeğinden sonra hafif oyun zamanı, banyo, diş fırçalama, bir masal veya kitap saati ve yatağa gidiş planını birlikte oluşturun.
  3. Ekranları yatmadan en az 2 saat önce kapatın. Araştırmalara göre, yatmadan hemen önce televizyon ekranı, telefon veya tabletten gelen mavi ışığa maruz kalmak, çocuğunuzun uykusunu en az 30-60 dakika geciktirir. Yatak odasını ekransız bir bölge haline getirin.
  4. Uykudan önce stresi azaltın. Stresli çocuk uyuyamaz. Bu nedenle yatmadan önceki aktiviteleri sakin tutun.
  5. Çocuğunuzun odasının çok sıcak değil, serin olmasına dikkat edin. Uyku döngüsü sadece ışığa değil ısıya da duyarlıdır. Oda sıcaklığı 18-21 derece aralığında olmalıdır.
  6. Uykuyu getiren ortam hazırlayın. Yumuşak çarşaflar, loş ışık, sessizlik çocuğun gündüzle geceyi ayırt etmesinde yardımcı olur.
  7. Uyku bozuklukları için tetikte olun. Bazen en iyi şekilde hazırlanmış planlar da iyi sonuç vermeyebilir. Çocuğunuz uykuya dalmakta güçlük çekiyorsa, sürekli ağzı açık nefes alıyorsa ya da kabus görüyorsa uyku bozukluğu olabilir. Böyle bir durumda mutlaka uzmandan yardım alın.

Estetikte selfie yanılgısına düşmeyin!

Estetikte selfie yanılgısına düşmeyin!

Son yıllarda estetik operasyonlara ilgi hızla artıyor. Botoks, dolgu, mezoterapi, PRP, kök hücre, radyofrekans uygulamaları ve lazerler derken işlemler her geçen gün çeşitlilik kazanıyor. Bu ve benzeri uygulamalar, iş hayatına kısa sürede dönüşe de imkan sağladığından büyük rağbet görüyor. Güzelleşmenin yolu sadece ameliyatla sınırlı kalmazken, estetik uygulamalara artık erkekler de büyük ilgi gösteriyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Emel Güngör “Yapılan çalışmalar, özellikle sosyal medya kullanımının artması nedeniyle her yaştan ve her kesimden estetiğe karşı olan kişilerin önyargılarını değiştirdiklerini, hatta bazı kişilerin estetik işlemlerin bir ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladıklarını gösteriyor” diyor. Estetik uygulamalara ilginin artmasıyla, bu işlemlerin ehil olmayan kişiler tarafından da yapıldığını vurgulayan Prof. Dr. Emel Güngör, bu nedenle estetik yaptırmaya karar verenlerin, sonrasında tatsız bir sürprizle karşılaşmamaları için bazı noktalara dikkat etmeleri gerektiğini vurguluyor. Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Emel Güngör, estetik yaptırmadan önce mutlaka dikkat etmeniz gereken noktaları ve kendinize sormanız gereken 6 soruyu sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Özellikle son üç yılda tüm dünyada yaşam alışkanlıklarını derinden değişteren Covid-19 pandemisinde iş toplantıları, kongreler ve eğitimlerin online yapılması kişilerin ister istemez kendilerini bilgisayarnında sıkça görerek incelemelerine yol açtı. Bu süreçte bir yandan da sosyal amaçlı ve profesyonel medya kullanımları yaygınlaşırken, pek çok kişi için selfie paylaşımları da günlük hayatın vazgeçilmezlerinden oldu. Acıbadem Fulya Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Emel Güngör “Tüm bu nedenlerle estetik uygulamalara ilgi son yıllarda hızla artıyor. Photoshop, filtreler ve benzer uygulamalarla fotoğraflarında kusursuz görünüme ulaşanlar, bu görünümlerini gerçek fizik dünyalarına da taşımak istiyorlar. Ayrıca sosyal medya sayesinde estetik uygulamaların herkes tarafından ve kolaylıkla ulaşılabilir olduğu algısı da estetik girişimlere talebi artırıyor” diyor.

Prof. Dr. Emel Güngör

Beğeni, takdir almak tetikliyor!

Yapılan çalışmaların; geçmişte estetiğe karşı olanların dahi, sosyal medya kullanımının artması nedeniyle bu önyargılarını değiştirdiklerini, hatta bazı kişilerin estetik işlemlerin bir ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladıklarını ortaya koyduğunu vurgulayan Prof. Dr. Emel Güngör, beğeni ve takdir edilmenin de itici kuvvet olduğunu belirterek şöyle konuşuyor: “Sosyal medya ile yayılan kusursuz görünüme sahip olma arzusunun yanı sıra, online toplantı ve eğitim amaçlı sosyal medya kullanımları sırasında kendini yeterince güzel ve çekici bulmayarak estetiğe yönelenlerin oranı da arttı. Estetik algısı dönemsel olarak değişim göstermekle birlikte, o dönemde kabul gören ve yaygınlaşan uygulamalarla kişiler diğerlerinden onay, beğeni, takdir almak ve kendini daha genç, daha güzel, daha çekici ve özgüvenli hissetmek için estetik işlemlere başvuruyorlar.”

1.5 metre kuralına dikkat edin!

Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Emel Güngör, selfie paylaşımlarının da artık hayatımızda çok daha fazla yer aldığını belirterek, kişilerin çektikleri selfie fotoğrafına göre estetik işleme karar verebildiklerini, ancak bu noktada bazı yanılgılara düşebildiklerini söylüyor. Prof. Dr. Emel Güngör “Çektiğiniz selfie fotoğrafınıza göre estetik işleme karar vermeyin. Yapılan çalışmalarda; 1,5 metre karşıdan çekilen fotağraflara kıyasla selfilerde burunlar normalden uzun ve geniş görünürken, çene daha kısa görünüyor ve gerçek yüz görünümü bozuluyor. Bunun tam tersi de yaşanabiliyor. Yani selfilerde çok güzel ve kusursuz görünenler gerçek hayatta öyle gözükmüyorlar. Buna ‘selfie aldatmacısı’ diyebiliriz. Hem kendi selfinize göre karar vermeyin hem de sosyal medya ile ilgili dikkatli olun, bu platformların aslında reklam servisi verdiklerini aklınızda tutun” diyor.

Bu yanlışa düşmeyin!

Bazı kişilerin kozmetik girişimleri hayatlarındaki problemleri çözmek veya hayatlarındaki zor dönemleri iyileştirmek için de yaptırabildiklerine dikkat çeken Prof. Dr. Emel Güngör şu uyarılarda bulunuyor: “Estetik işlemler hayatınızdaki herşeyi düzeltmez. Nasıl göründüğünüzü sadece dış görünüş değil, yaşam şekliniz, sosyal hayatınız, işiniz, uykunuz ve yeme alışkanlıklarınız da etkiler. Estetik işlem yaptırmak ciddi bir karardır, onun için acele etmeyin. Her girişimin bir riski olduğunu unutmayın, çünkü sonuçtan memnun olmadığınızda bundan fiziki görünüşünüz kadar ruhsal sağlığınız da etkilenecektir. Ruhsal sağlığınızla ilgili tedavi altındaysanız bunu psikolog veya psikiyatristinizle mutlaka konuşun. Ayrıca kozmetik işlemi yapacak hekimle de bu durumu mutlaka paylaşın” uyarısında bulunuyor.

 Prof. Dr. Emel Güngör

Mutlaka profesyonel hekime danışın!

Estetik işlemle neyi değiştirmek istediğinize emin olduktan sonra mutlaka bu işlemi yapan bir veya birkaç profesyonel hekime danışılması gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Emel Güngör “Uygulanmasını istediğiniz işlemlerin size uygun olup olmadığını, yan etkilerini ve sonucu beğenmezseniz geri dönüş olup olmadığını öğrenin” diyor. Estetik uygulamalarda amacın kişiyi güzelleştirmek, varsa kusurlarını düzeltmek, cildin yaşlanmasını yavaşlatmak veya yaşıtlarına kıyasla daha genç görünmesini sağlamak olduğunu belirten Prof. Dr. Emel Güngör “Ne yazık ki yüz ve vücut hatlarının filtrelerle kolayca değiştirilmesi estetik girişimlerin de bu kadar basit, kolay ve sıradan işlemler olarak algılanmasına yol açtı. Oysa bu girişimlerin bilimsel kuralları olduğunu ve bu konuda eğitim almış ve tecrübe kazanmış kişilerce yapılması gerektiğini, kullanılacak ürünlerin ve aletlerin de çok önemli olduğunu akılda tutmak gerekiyor” diyor.

Güzelliğin tek tipleştirilmemesi gerekir!

Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Emel Güngör, güzellik ve çekiciliğin kişiye özgü bir durum ve bütünsel olduğunu, tek tipleştirilmemesi gerektiğini vurgulayarak şöyle konuşuyor: “Herkesin benzer yüz hatlarının olması bu anlamda hoş değildir. Estetik girişimlerde amaç kişinin kendine özgü güzelliğini ortaya çıkarmak, yaşlanmasını geciktirmek ve yaşının genci olmasını sağlamak olmalıdır. Hiç kırışıklık olmaması, elmacık kemiklerinin ve çenenin belirgin olması, dudakların dolgun görünmesi herkesi çekici ve güzel yapmaz. Ayrıca kişi konuşurken, gülerken yani yüzü hareket halindeyken de hoş ve doğal görünmelidir. Ne yazık ki bazı uygulamalar sonrası kişiler fotoğraflarında çok kusursuz gözükürken, gerçek hayatta mimik yaptıklarında yapay ve kusurlu görünebiliyorlar. Bu nedenlerle yapılacak uygulamayı ayrıntılı olarak düşünmek ve profesyonel hekimiyle konuşmak çok önemli.”

Bu 6 soruyu kendinize mutlaka sorun!

Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Emel Güngör, estetik uygulama yaptırmadan önce aşağıdaki soruları mutlaka kendinize sormanızı öneriyor;

  1. Neyi değiştirmek istiyorum ve neden?
  2. Bunu ne kadar zamandır istiyorum?
  3. Bu değişikliği istememe neden olan tetikleyici bir olay var mı?
  4. Yaptıracağım işlem görüntüm yanında hayatımı da değiştirecek mi?
  5. Bu işlemi kendim için mi yoksa başkalarını memnun etmek için mi istiyorum?
  6. Yapılan işlemin ilişkimi, sosyal becerilerimi veya iş olasılıklarımı iyileştireceğini mi düşünüyorum?

El bileğindeki geçmeyen ağrının nedeni

El bileğindeki geçmeyen ağrının nedeni

Bez sıkarken, kavanoz kapağını açarken veya cam silerken el bileğinizde aniden şiddetli ağrı mı oluşuyor? El bileğinize yüklenerek doğrulmakta güçlük mü çekiyorsunuz? Spor aktivitelerinde el bileğinizde oluşan şiddetli ağrıdan mı yakınıyorsunuz? Yanıtınız ‘evet’ ise sorununuzun nedeni, el bileğinde gelişen ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyecek boyutlarda ağrıya neden olabilen ‘ganglion kisti’ olabilir!

Ellerin en sık görülen iyi huylu kistleri olan ganglionlar, eldeki tüm yumuşak doku tümörlerinin yaklaşık yüzde 50-70’ini oluşturuyorlar. Genellikle el bileğinin dorsal (sırt) ve volarının (el ayası) yanı sıra parmaklarda da gelişebiliyorlar. Çapı 1-2 cm büyüklüğe ulaşabilen bu kistlerin yaklaşık yüzde 50’si kendiliğinden geçebiliyor. Eğer kaybolmazlarsa tedavi gerektiriyor, zira kozmetik problem oluşturmalarının yanı sıra el bilek kullanımında şiddetli ağrıya ve akabinde fonksiyon kısıtlanmasına da neden olabiliyorlar.

Acıbadem Fulya Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji / El Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Kahraman Öztürk, el bileklerinde ve parmaklarında görülen ganglionların fark edildiklerinde hekime başvurmanın önemli olduğuna dikkat çekerek, “Bu kistler zamanla el bileğinin hareketlerini ciddi boyutlarda kısıtlayabilen şiddetli ağrıya yol açabiliyor. Ayrıca özellikle bağ yırtığı ile birlikte olan ganglionlar tedavi edilmezlerse karpal kemiklerde ilerleyici dejenerasyon ile el bileğinde instabiliteye, yani kararsızlığa, dengesizliğe neden olabiliyorlar.” diyor.

Pause Dergi

Prof. Dr. Kahraman ÖztürkYavaş büyüyen şişliğe dikkat!

Dünyada görülme sıklığı ile oranladığımızda ülkemizde her yıl yaklaşık olarak 25 bin kişide ‘ganglon kistleri’ teşhis ediliyor. Kimlerde nasıl ve neden ortaya çıkacağı bilinmeyen bu kistler kadınlarda daha sık görülüyor. Hastaların en az yüzde 10’unda önceden belirli bir travmatik hikaye oluyor ve tekrarlanan küçük travma, ganglion gelişimine yol açabiliyor. İçi müsin, bir başka deyişle sümüksü sıvı ile dolu bu kistler genellikle eklem kapsülü, karpal kemikler arası bağlar, tendon veya tendon kılıfının üzerinde oluşuyor. Kist düzgün sınırlı, beyaz ve yarı saydam görünüyor. Ganglionlar çoğunlukla yavaş büyüyen şişlik ile ortaya çıkıyor. Prof. Dr. Kahraman Öztürk, şişliğe ağrı, güçsüzlük ve kavrama kuvvetinde azalmanın da eşlik edebileceğini belirterek, “Hastalar sıklıkla, artan aktivite döneminden sonra şişliğin büyüdüğünden ve ağrının ilave olduğundan yakınıyorlar.” diyor.

Ağrının nedeni ‘gizli’ ganglion olabilir!

Özellikle el bileği dorsalinde, şişliğe yol açmadan ağrı ile ortaya çıkan gizli ganglionlar da sık görülüyor. Gizli dorsal el bilek ganglionları 5mm’den küçük oldukları için fark edilmeyen kistik lezyonlar olarak nitelendiriliyor. Prof. Dr. Kahraman Öztürk, gizli dorsal el bilek ganglionlarının gözle görülebilen ganglionlardan daha fazla ağrı şikayetine yol açabildiklerini vurgulayarak, “Gizli ganglionlar, açıklanamayan el bilek ağrısının sorumlusu olabiliyor ve orantısız bir şekilde hassas özellik gösteriyorlar. Bu tip ganglion kistleri el bileği üzerinde kalkma hareketi, kuvvetli kavrama, döndürme hareketi ve spor aktivitelerinde şiddetli ağrıya neden olabiliyor.” diyor.

Nasıl teşhis ediliyor?

Klinik olarak yumuşak kıvamda şişliğin olması, muayenede bastırınca kist sıvısının hareket etmesi ve kistin ışık geçirmesi (transülliminasyonu) genellikle tanı için yeterli oluyor. Kistin uzanımı ve büyüklüğünün değerlendirilmesi için ultrason ve karpal kemik tutulum değerlendirilmesi için radyografi yöntemine başvuruluyor. Manyetik rezonans görüntüleme daha çok “gizli ganglion” durumunda gerekli oluyor.

Pause Dergi

Tedavi ‘cerrahisiz yöntem’ ile başlıyor

Ganglion kistinin tedavisi cerrahi olmayan yöntemlerle başlıyor. El bilek istirahat atel kullanımı ve zorlu aktivitelerden kaçınma gibi ameliyatsız yöntemler ile ganglion kisti yüzde 40-50 oranında kendiliğinden düzeliyor. El bilek atelinin 3 ay devamlı kullanılmasıyla ağrı ortadan kalkabiliyor ve kist küçülebiliyor. Yine de yüzde 60 civarında nüks ihtimali bulunuyor. Kist içeriğinin ultrason eşliğinde boşaltılması şeklinde gerçekleşen tedavide de aynı oranda nüks gelişebiliyor. Prof. Dr. Kahraman Öztürk, volarinde atardamara komşu olan şişliğin istirahat ateli ile küçülmemesi veya büyümeye devam etmesi durumunda ise cerrahi tedaviye başvurulduğunu belirterek, “El bileğinin dorsal ganglionlarında aktivite ile ortaya çıkan veya spor sırasında artan ağrıda da cerrahi tedavi uygulanıyor.” diyor.

Artroskopik cerrahi tercih ediliyor

Cerrahi işlem, ganglion kistinin açık veya artroskopik (endoskop ile gerçekleştirilen minimal invazif cerrahi) yöntemle çıkartılmasını içeriyor. Prof. Dr. Kahraman Öztürk, cerrahi eksizyon, yani kitlenin vücuttan alınmasının ganglion kistinin tedavisinde altın standart olmaya devam ettiğine işaret ederek, “El bileği dorsalinde şişlikle seyreden kistler ile gizli dorsal el bilek kistleri artroskopik eksizyon yöntemiyle başarılı bir şekilde tedavi edilebiliyor. Pedikül, bir başka deyişle kist sapı ve tüm ganglion yapısının çıkartılmasını içeren cerrahi teknikler sayesinde kistlerin nüks oranları da önemli ölçüde azaldı. Volar ganglionların nüks oranı ise biraz daha yüksek oluyor.” diyor.

Ortopedi ve Travmatoloji / El Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Kahraman Öztürk, ganglionun artroskopik olarak vücuttan çıkartılmasında açık cerrahi ile aynı başarı oranı elde edildiğini belirterek, sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca açık cerrahi sonrasında el bileğinde kısmi hareket kısıtlılığı, enfeksiyon, nöroma (sinirin iyi huylu tümörü), yara izi ve keloid görülebiliyor. Ganglionun artroskopik olarak çıkartılması sonrasında ise kozmetik olarak daha az yara izi kalıyor ve hasta el bileğini daha erken kullanmaya başlıyor.”             

Kovid hem fiziksel hem ruhsal sorunlara yol açıyor!

Kovid hem fiziksel hem ruhsal sorunlara yol açıyor!

Unutkanlığınız artık ‘çığırından çıkmış’a benziyor, rutin koşuşturmalarınız kalp çarpıntısına yol açıyor, halsizlik peşinizi bırakmıyor, öksürüğünüz inatçı bir hal alıp geçmek bilmiyor, depresif yapı üzerinizden gitmiyor… Ama altında ciddi bir neden de bulunamıyor… Dikkat! Bu ve benzeri birçok sorunun kaynağı ‘Uzamış Covid Sendromu’ olabilir! Acıbadem Fulya Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Reha Baran “Yüzyılın salgın hastalığı Covid-19 enfeksiyonu ile enfekte olup iyileşmiş olanların yüzde 10-20’sinde bazı sistemlerde değişiklikler gösteren Uzamış Covid dediğimiz tablolar ortaya çıkabilmektedir. Halen pandeminin bittiğini ve tehlikenin geçtiğini söylemek mümkün olmadığını, koronavirüsün yeni varyantları ile solunum yollarına tutunmayı çok sevdiği ve çok kolay bulaştığı için özellikle sonbahar ve kış aylarında çok daha dikkatli olmak gerekir.” diyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Reha Baran, Covid-19’un akciğerlere önemli etkilerini ve Uzamış Covid (Post- Covid) döneminde ortaya çıkan sorunları anlattı, alınması gereken önlemlere yönelik önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Baş ağrısı, unutkanlık, geçmeyen öksürük, kaygı, panik atak, halsizlik hatta tükenmişlik!… Bugünlerde pek çok kişi bu ve benzer sorunlardan şikayetçi. Kimi hekime başvuruyor, kimi internetten araştırıyor, kimi dost sohbetlerinden medet umuyor. Yakınmaların dozu ve etkisi farklı olsa da, hepsinin ortak noktası Covid-19 enfeksiyonunu geçirmiş olmak. Zira yüzyılın salgın hastalığı, kapısını çaldığı kişinin peşini öyle kolay bırakmıyor! Haftalar hatta aylar sonra bile farklı sorunlarla etkisini gösteriyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Reha Baran, “Hastalığı geçirenlerin yüzde 10-20’sinde bazı sistemlerde değişiklikler gösteren Post-Covid dediğimiz tablolar ortaya çıkabilmektedir. Örneğin; halsizlik ve çabuk yorulma 3-6 aya kadar uzayabilirken, uzun süreli öksürük, unutkanlık, konsantrasyon bozukluğu, uyku sorunları, panik atak ve kaygı bozuklukları gibi sorunlar yaşanabilmektedir” diyor. Dünyada 2019 yılı Aralık ayından bu yana hızla yayılarak, ülkemizi de 2020 Mart ayı itibariyle etkisine alan Covid-19 pandemisinin halen tehdit olmaya devam ettiğini vurgulayan Prof. Dr. Reha Baran şöyle konuşuyor: “Eş zamanlı aşıların geliştirilmesi ve rapel dozların (pekiştirme aşısı) yapılması ile Covid-19’dan ölümler, hastaneye yatış sayıları azalmış ve sağlık yükü açısından daha az can acıtır hale gelmiştir. Hayat normal akışına dönmüştür. Ancak halen pandeminin bittiğini ve tehlikenin geçtiğini söylemek mümkün değildir. Koronavirüs özelliğinden dolayı her zaman için yeni varyantların gelişmesi ve çok çabuk topluma yayılması riski her zaman vardır.”

Acıbadem Fulya Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Reha Baran

Prof. Dr. Reha Baran

Sıkı önlem almak şart!

Koronavirüsün solunum yollarına tutunmayı çok sevdiğinden çok kolay bulaşabildiğini, virüs taşıyan kişinin kapalı ortamda bulunan ve korumasız durumdaki kişilere bulaştırma riskinin  çok yüksek olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Reha Baran “Sonbaharla birlikte soğuk havaların başladığı ve kapalı ortamların kalabaklaştığı bugünlerde salgının tekrar yukarıya doğru yön değiştireceği muhakkaktır. Bu nedenle maske ve mesafe kuralının titizlikle uygulanması, aşılamaların aksaksız devam etmesi şarttır. Sonbahar ve kış aylarının çok kritik olduğu, yeni yeni sönmeye başlayan bu hastalığın yeniden alevlenebileceğini unutmamak gerekir. Bu nedenle mümkün olduğunca kapalı yerlerde kalabalıktan uzak durmak, mutlaka maske kullanmak ve elleri sık sık yıkamak en önemli korunma yöntemi olacaktır.” diyor.

Kiminde nezle, kiminde yaşam kaybı!

Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Reha Baran, koronavirüs solunum yollarına girdikten sonra, vücudun savunma sisteminin çalışarak hastalığın sınırlarını çizdiğini, kimisinde ölüme kadar giden bir süreç olurken, kimisinde nezle ile geçebileceğini söylüyor. Virüsün tüm vücutta bir yangıya (inflamasyon) neden olduğunu ve bu yangısal süreçten tüm organların etkilendiğini vurgulayan Prof. Dr. Reha Baran şöyle konuşuyor: “Solunum sistemini çok sevdiğinden ve kolay yerleşebildiğinden en sık semptomlar öksürük, nefes darlığı, burun tıkanıklığı, boğaz ağrısı, koku tat kaybı ve başağrısı şeklinde ortaya çıkar. Yaygın vücut ağrısı, bulantı, halsizlik gibi genel semptomlar yangısal reaksiyona verilen genel yanıttır. Bunun yanında her organa spesifik semptomlar ve belirtiler de olabilir. Örneğin; kan pıhtılaşması ile pulmoner emboli, damar tıkanıklıkları, kalp krizi riski artışı, beyin damarlarında tıkanıklık ile inme veya sinir uçları iltihabı dediğimiz polinöropatiler, ishal, yüz felci gibi birçok durumla da karşılaşabiliriz.”

Pause Dergi

Solunum problemleri kalıcı olabilir!

Covid-19’un akciğerde tutulum olup yaygın tutuluma dönüşmesi halinde hastada ölüm riski ve uzun vadede solunumsal problemlerin kalıcı olma riskinin arttığını belirten Prof. Dr. Reha Baran, solunum yollarında oluşan hassasiyet nedeniyle öksürüğün şiddetli olabildiğini söylüyor. Küçük akciğer alanlarında tutulumun (akciğerin yüzde 10’undan azının tutulması) öksürük, ateş ve hafif nefes darlığı ile kendini belli ettiğini, daha ileri tutulumlarda (yüzde 10-yüzde 30 arasında) ise solunum sıkıntısının daha belirgin olduğunu ve parmaktan ölçülen oksijen değerlerinin yüzde 92 civarına indiğini söyleyen Prof. Dr. Reha Baran “Tutulum tüm akciğerin yüzde 50’sini aştığında yüksek akımlı oksijen tedavisi, maske ile oksijen tedavisi ve yoğun bakım şartları gerekebilir. Bu aşamalarda virüs üzerine binmiş bakteriyel enfeksiyonlar riski 2 katına çıkarır ve hastanın entübe edilmesi gerekebilir. Bunun yanında akciğer damarlarında pıhtı oluşması, kalp krizi riski artışı, nörolojik problemler de ek yükler getirir.

Tüm bunlara rağmen neyse ki ölüm oranları düşüktür. Özellikle son dönemlerde kazanılan tecrübeler, tedavide kullanılan ilaçların artışı ölüm oranlarını daha da aşağıya çekmiştir” diyor.

Uzamış Covid-19 bu sorunlara yol açabiliyor!

Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Reha Baran, bugünlerde en sık görülen Uzamış Covid-19 (Post Covid) şikayetlerini şöyle açıklıyor;

  • Halsizlik, çabuk yorulma 3-6 aya kadar uzayabilir.
  • Kalp kasının uzun sürede etkilenmesi ile kalp yetmezliği gelişebilir.
  • Eforla çarpıntı hissi gelişebilir.
  • Solunum yolları artmış duyarlılığı ile öksürüğün uzaması mümkündür.
  • Akciğer ile ilgili akciğer fibrozisi veya sertleşmesi denilen özel bir durum oluşabilir.
  • Özellikle nefes darlığı 6 ay sonra hala mevcut olan hastalar bu açıdan mutlaka değerlendirilmelidir.
  • Unutkanlık, konsantrasyon bozukluğu, uyku bozukluğu, konuşurken sözcük bulmada zorluk, gerçeklik duygusunun anlık kaybı gibi nörolojik problemler oluşabilir.
  • Bazı damarsal problemler, akciğerde emboli, beyne pıhtı atması ve felç gibi durumlar olabilir.
  • Kaygı bozukluğu, obsesif bozukluklar, panik atak gibi psikiyatrik problemler yaşanabilir.

Üst solunum yolu enfeksiyonuna karşı etkili önlem!

Üst solunum yolu enfeksiyonuna karşı etkili önlem!

Sonbahar ile birlikte havaların soğuması, kapalı ortamlarda geçirilen zamanın artması ve okulların da açılmasıyla özellikle nezle, grip, farenjit ve bademcik enfeksiyonları sık görülmeye başlandı. Acıbadem Fulya Hastanesi Kulak, Burun ve Boğaz (KBB) Hastalıkları Uzmanı Dr. Esin Özlem Atmış “Son günlerde üst solunum yolu enfeksiyonlarına sıkça rastlamaktayız. Havaların soğuması nedeniyle üşütme, toplu taşıma araçları ve okul servislerinde maskesiz yolculuk, kapalı ortamlarda geçirilen zamanın artması ve teneffüslerde koşup terledikten sonra terin soğuması derken nezle, grip ve boğaz enfeksiyonları giderek artıyor. Doğru şekilde ve yeterli miktarda havalandırılmayan sınıflar da mikropların kolayca bulaş imkanı bulmasına yol açıyor” diyor. KBB Uzmanı Dr. Esin Özlem Atmış, sonbaharla birlikte çocuklarda en sık görülen hastalıkları ve alınması gereken 10 etkili önlemi anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Pause Dergi

Dr. Esin Özlem Atmış

Boğaz enfeksiyonlarına dikkat!

Son dönemde çocuklarda sık rastlanan boğaz enfeksiyonları yüzde 90 virüslerden, yüzde 10 oranında ise halk arasında beta mikrobu olarak da bilinen A grubu beta hemolitik streptokoklar sınıfından bir bakteriden kaynaklanıyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Kulak, Burun ve Boğaz (KBB) Hastalıkları Uzmanı Dr. Esin Özlem Atmış yüksek ateş, boğaz ağrısı ve halsizlik şikayeti yapabilen boğaz enfeksiyonlarına basit bir sürüntü testi ile tanı konulabildiğini belirterek şöyle konuşuyor: “Özellikle mevsimn geçişlerinde artan boğaz enfeksiyonlarına dikkat edilmelidir. Antibiyotik tedavisiyle kolaylıkla tedavi edilebilen boğaz enfeksiyonu, eğer gözden kaçırılır ve doğru tedavi uygulanmazsa kalp romatizması, böbrek iltihabı, eklem iltihabı gibi kronik problemlere yol açabilmektedir.”

Orta kulak enfeksiyonu sinsice ilerleyebiliyor!

Özellikle sonbahar ve kış aylarında çocuklarda sık görülen orta kulak enfeksiyonunun, doğrudan kulak ile ilgili bulgularla başlayabildiği gibi, boğaz enfeksiyonu veya üst solunum yolu enfeksiyonları sonrasında bakteri ve virüslerin östaki kanalı aracılığı ile orta kulağa taşınması sonucu oluşabildiğini de belirten Dr. Esin Özlem Atmış “Kulak enfeksiyonlarında şiddetli ağrı olabileceği gibi, hastalık sinsice ilerleyip işitmede azlığa neden olabilecek orta kulakta sıvı birikimi ile de izlenebilir” diyor. Geniz eti büyük olan çocuklarda orta kulak iltihabının daha sık görüldüğünü söyleyen Dr. Esin Özlem Atmış, yılda bir iki kez geçirilen orta kulak enfeksiyonunun normal kabul edilebileceğini, ancak daha fazla görülüyorsa geniz eti açısından da araştırılması gerektiğini belirtiyor.

Pause Dergi

Nezle, grip ve alerji birbirine karışabiliyor!

Sonbaharda alerjik şikayetlerin şeffaf burun akıntısı, burun tıkanıklığı, gözlerde sulanma ve kızarıklık gibi belirtilerle ortaya çıktığını, beraberinde sık hapşırma, halsizlik ve yorgunluk da olabildiğini belirten Dr. Esin Özlem Atmış, özellikle okul döneminin başlamasıyla besin alerjileri, solunum yolu alerjileri veya astım hastalarında tetiklenmeler yaşanabildiğine dikkat çekiyor. Alerjinin çoğunlukla nezle (soğuk algınlığı) ve grip gibi okul çağı çocuklarında bu mevsimde sık görülen hastalıklarla karıştırılabildiğini belirten Dr. Esin Özlem Atmış şöyle konuşuyor: “Nezle; basit üşütmeye bağlı gelişen şeffaf burun akıntısı, hafif ateş ve öksürük gibi semptomlarla giden viral enfeksiyonlara bağlı gelişen soğuk algınlığıdır. En sık görülen okul çağı enfeksiyonudur ve genelde basit önlemlerle düzelir. Grip ise İnfluenza virüsünün neden olduğu yüksek ateş, yaygın kas ağrıları, burun tıkanıklığı, belirgin halsizlik yapan daha ağır seyirli üst solunum yolu enfeksiyonudur. Gripte genellikle tedavi desteği gerekmektedir. Alerjik şikayetler kimi zaman nezle ve grip denilerek tedavi edilmediğinde ve önlem alınmadığında alerji hastalarında bağışıklık sisteminin zayıflayıp hastalıklara meyil artacağından bu hastalar riskli grupta sayılabilmektedir” diyor.

Çocukları hastalıklardan korumak için 10 önlem!

  • Sağlıklı ve dengeli beslenmesine özen gösterin, paketli gıdalardan uzak tutun.
  • Gün içerisinde mutlaka yeterince su tüketmesini sağlayın.
  • Gece uykusunun yeterli ve düzenli olmasına özen gösterin.
  • Hekim önerisiyle D vitaminini ve demirini kontrol ettirerek, hekimin gerekli görmesi ve önerisi doğrultusunda takviye kullandırın. Gelişigüzel vitamin vermekten kaçının.
  • Güçlü bağışıklık sistemine sahip olması için, doğal probiyotik desteğinden faydalanarak bağırsaklarının sağlıklı çalışması için kefir, yoğurt tükettirin.
  • Sık sık el yıkama alışkanlığı kazandırın. Ellerini gün içerisinde özellikle gözlerine, ağzına götürmemesi konusunda eğitin.
  • Maske kullanımı ile ilgili özen göstermesini sağlayın.
  • Bulunduğu ortamın düzenli aralıklarla havalandırılması ve soğuk algınlığı belirtileri olan çocukların okula gönderilmemesine özen gösterin.
  • Astım, kronik bronşit ve kronik kalp hastalığı gibi kronik hastalığı olan çocukların grip mevsimi başlamadan grip aşı yaptırması da büyük fayda sağlıyor.
  • Alerjisi olan çocukların mümkün olduğunca alerjenlerden (klor içerikli temizlik malzemeleri, dezenfektanlar vb) uzak kalmasına, temizlik sonrası ortamın mutlaka havalandırılmasına dikkat edin.

Panik atağa karşı ne yapmalı!

Panik atağa karşı ne yapmalı!

Birdenbire başlıyor, giderek alevleniyor, kısa sürede de şiddeti en yüksek düzeye ulaşıyor! Ortada tehlikeli bir durum olmamasına rağmen kişi bir anda; göğüs ağrısı, nefes alamama, boğulur gibi olma, çarpıntı ve titreme ve gibi belirtilerle ‘kalp krizi geçiriyorum’ ya da ‘ölüyorum’ sanarak yoğun korku ve kaygıya kapılıyor. Pek çok kişide acil serviste noktalanan bu durumun adı; panik atak! Acıbadem Fulya Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Merve Çukurova, tek seferde geçirilen panik atağın psikiyatrik bir hastalık olmadığını belirterek, bazı basit önlemlerle panik atağın üstesinden gelmenin mümkün olabildiğini vurguluyor. Psikiyatri Uzmanı Dr. Merve Çukurova, panik atağın 13 belirtisini sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

“Boğulacak gibi oldum”, “Kalp krizi geçiriyorum sandım”, “Nefes alamadım”… Pek çoğumuzun arkadaşlarımızdan duyduğu ya da kendimizin bizzat yaşadığı bu durumun adı; panik atak! Günümüzde giderek yaygınlaşan panik atağın, kişinin kendini ‘tehlikede’ ya da stresli hissettiği anlarda ortaya çıkan bir durum olduğunu belirten Acıbadem Fulya Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Merve Çukurova “Panik atak tipik olarak beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan, aniden başlayan, yoğun bir kaygı hali, huzursuzluk ile kendini gösteren, zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan, yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleridir. Panik atak başladığı andan itibaren giderek şiddetlenir, kısa sürede şiddeti en yüksek düzeye ulaşır ve genellikle 10-30 dakika içinde yatışmakla birlikte daha uzun sürebilir. Panik atağın sıklık ve şiddeti kişiden kişiye değişkenlik gösterir” diyor.

Pause Dergi

Dr. Merve Çukurova

Vücudun verdiği doğal bir tepki!

Panik atağın aslında, evrimsel olarak tehlike anlarında hayatta kalma mekanizmasının devreye girerek, bedenin kendini korumak üzere verdiği doğal bir tepki silsilesi olduğunu söyleyen Dr. Merve Çukurova şöyle konuşuyor: “Panik atakların genellikle yakın bir kişinin ölümü, sevilen bir kişiden ayrılma ya da ayrılık tehdidi, hastalık, iş değiştirme, gebelik, göç, evlilik, mezuniyet gibi stres verici yaşam olayları sırasında veya sonrasında başladığı görülmektedir. Normalde yaşam tehdidi olan tehlikeli bir durumda sempatik sistem devreye girer ve ‘kaç ya da savaş yanıtı’ verilir, beden kendini kaçmak veya savaşmak üzere düzenler. Kalpten kaslara daha çok kan pompalanır bunu çarpıntı olarak hissederiz, daha fazla oksijen alabilmek için daha çok nefes alıp vermeye başlarız, göz bebeklerimiz büyür, ağzımız kurur. Hepimiz için tanıdık olan bu tepkiler tehlikeli durumlarda bizi harekete geçirerek o durumdan çıkmamız için uyarıcı ve koruyucuyken, ortada bir tehlike yokken yaşandığında işler değişiyor. Bu durumda panik atak ve panik bozukluk kavramları ortaya çıkıyor.”

Panik atak hastalık değil ama!

Panik atağın aksine panik bozukluğun psikiyatrik bir rahatsızlık olduğunu vurgulayan Psikiyatri Uzmanı Dr. Merve Çukurova “Panik bozukluk; kişinin bir sonraki panik atağının ne zaman olacağı konusunda yoğun bir beklenti anksiyetesi yaşamasıyla karakterize bir psikiyatrik rahatsızlıktır. Panik bozuklukta da; nefes darlığı, çarpıntı, göğüs ağrısı gibi yakınmalar nedeniyle kişiler kalp krizi geçirdiklerini, ölebileceklerini düşünürler. Bu hastalar acil servislere, daha sonra da sıklıkla kardiyoloji, dahiliye, nöroloji gibi bölümlere başvurabilirler. Her seferinde yeniden incelemeler yapılmasına ve hiçbir olumsuz sonuç bulunmamasına rağmen bu durum bir türlü düzelmez, hastanın şikayetlerini açıklayabilecek herhangi bedensel bir hastalık saptanamaz” diyor.

Pause Dergi

Panik bozukluk olursa!

Panik bozukluk hastalarının büyük bir kısmının; yalnız başına evde kalamadığını, sokağa yalnız çıkamadığını, toplu taşıma araçlarına, asansöre binemediklerini, trafiğe girmekten kaçındıklarını, dar sokak ya da köprülerden geçemediklerini, pazar yeri, büyük mağazalar gibi kalabalık yerlere ya hiç giremeyip ya da ancak yanlarında birisi ile yoğun bir endişe ve rahatsızlık duyarak gidebildiklerini belirten Dr. Merve Çukurova şu bilgileri veriyor: “Gerektiğinde hızlıca acil yardım alabilmek için; bütün günlerini hastane bahçesinde geçirmeyi ya da güzergahlarını muayenehane, eczane ve acil servis bulunan yerlerden seçmeyi tercih edebilirler. Panik bozukluk tedavisi mümkün olan bir hastalıktır, etkin bir ilaç tedavisi ve psikoterapi yöntemleri ile hastaların yakınmalarının önemli ölçüde yatıştırılması mümkündür. Ancak kesinlikle doktor kontrolünde olmadıkça sakinleştirici, kalp, tansiyon, çarpıntı ilacı alınmamalı, ilacın dozu doktorun bilgisi olmadan artırılıp azaltılmamalı, kişi kendini iyi hissetse bile doktorundan habersiz ilacı kesmemelidir.”

13 soruda test edin!

Psikiyatri Uzmanı Dr. Merve Çukurova, aşağıdaki belirtilerden en az 4 tanesinin birdenbire başlayacak ve 10 dakika içinde en yüksek düzeye ulaşacak şekilde kişide var olmasının, kişinin panik atak durumu ile karşı karşıya kaldığını gösterdiğini söylüyor.

  • Çarpıntı, kalp atımlarını duyumsama ya da kalp hızında artma olması,
  • Terleme,
  • Titreme ya da sarsılma,
  • Nefes darlığı ya da boğulur gibi olma hissi,
  • Soluğun kesilmesi,
  • Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkışma hissi
  • Bulantı ya da karın ağrısı,
  • Baş dönmesi, sersemlik hissi, düşecekmiş ya da bayılacakmış gibi olma,
  • Gerçekdışılık, benliğinden kopma, kendine ve çevreye yabancılaşma hisleri
  • Kontrolünü kaybedeceği ya da çıldıracağı korkusu,
  • Ölüm korkusu,
  • Uyuşma ya da karıncalanmalar,
  • Üşüme, ürperme ya da ateş basmaları.

Pause Dergi

 Panik Atağa Karşı 5 Etkili Öneri!

Dr. Merve Çukurova, panik atağı önlemek için şu önerilerde bulunuyor;

  • Anksiyeteyi artıracağından çay, kahve, kolalı içecekler, çikolata gibi kafeinli yiyecek ve içeceklerden uzak durun.
  • Stresi azaltmak için yürüyüş, spor gibi düzenli fiziksel egzersizler yapın.
  • Nefes- kas gevşemesi egzersizleri uygulayın.
  • Panik atağın başlayacağını hissettiğinizde, başa çıkma tekniği olarak solunum denetimi yöntemleri uygulayın. En az 5 saniye süreyle burnunuzdan nefes alıp, bu nefesi 5 saniye tutup, yine en az 5 saniye süreyle sanki ıslık çalıyormuş gibi dudaklarınızı büzerek nefes vermek bu yöntemlerden birisi. Bunu 5 kez tekrarlayın.
  • Panik atak sırasında kese kağıdı, naylon poşet veya kağıt torbaya nefes alıp verme gibi yöntemlerin sıkça sorulduğunu belirten Dr. Merve Çukurova bu yöntemlerle ilgili şöyle konuşuyor: “Panik atak sırasında kişi daha sık ve derin nefes alıp verdiğinden, kandaki oksijen seviyesi artıp, karbondioksit seviyesi hızla düşer. Bu nedenle baş dönmesi, uyuşma, karıncalanma, bayılma hissi gibi semptomlar oluşur. Atak sırasında solunum kontrol edilemediğinde, eğer altta yatan kronik bir hastalık yoksa kağıt torbaya nefes alıp vermek, karbondioksit düzeyinin düşmesini engelleyip yeterli oksijen alımına imkan verdiği için fayda sağlayabilir. Ancak bu yöntem uzun süre ve kontrolsüzce uygulandığında kandaki karbondioksit seviyesi yükseleceğinden bu işlemi uzun süre yapmamak gerekir. Naylon poşet ise yeterli oksijen alımını engelleyeceği için kullanılmamalıdır.”

D vitamini eksikliği MS riskini artırıyor

D vitamini eksikliği MS riskini artırıyor

Nedeni tam olarak bilinmeyen MS hastalığı, ülkemizde her bin genç yetişkinden 1’inde görülüyor, genellikle 30’lu yaşlarda ortaya çıkıyor. MS’in bir bağışıklık sistemi hastalığı olduğunu belirten Nöroloji Uzmanı Doktor Öğretim Üyesi Yıldız Kaya, hastaların sağlıklı ve yeterli beslenmelerinin önemine dikkat çekerek önemli uyarı ve önerilerde bulunuyor.

Merkezi sinir sisteminin yaygın görülen, iltihap ve sinir hücresi kılıfı kaybıyla oluşan bozukluğu olarak tanımlanan Multipl Skleroz (MS), Türkiye’de her bin genç yetişkinden 0,4-1’inde görülüyor. Acıbadem Fulya Hastanesi Nöroloji Uzmanı Doktor Öğretim Üyesi Yıldız Kaya, MS’in en önemli belirtilerini; yorgunluk, yürüme bozuklukları, bazen kol ve/veya bacakta güçsüzlük ve uyuşma, idrar kaçırma, vücutta ağrı, depresyon ve kaygı bozuklukları gibi duygu durum bozuklukları, görme kaybı, baş dönmesi olarak sıralıyor.

Bir bağışıklık sistemi hastalığı olan MS’in nedeni kesin olarak bilinmese de kadınlarda erkeklere oranla 1,5- 2 kat daha fazla görülüyor. Sigara tüketimi hastalığın atak riskini; D vitamini yetersizliği ise gelişme riskini yükseltiyor.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Dr Yıldız Kaya

10-30 yıl içinde nörolojik engelliliğe dönüşebiliyor

Ülkemizde yapılan çalışmalarda; MS’in başlangıç yaşının yaklaşık 30 olduğu ve ailede görülme sıklığının yüzde 11,5 olduğu belirtiliyor. Hastalığın genellikle 20-40 yaşlarında başladığına değinen Dr. Yıldız Kaya “MS, hastaların birçoğunda 10-30 yıllık bir süre içinde ciddi ve geri dönüşü olmayan nörolojik engelliliğe dönüşebiliyor. Hastalığın nasıl seyredeceği ise kişiden kişiye değişiyor. O nedenle ‘her hastanın MS hastalığı kendine özgüdür’ ve MS tedavisi kişiye özel planlanmalıdır” diyor.

Kişiye özgü tedavi gerekiyor

MS tedavisinde hastanın şikayetlerinin başladığı atak döneminde kortizon tedavisi uygulanırken, sonraki aşamalarda hastalık seyrini değiştiren farklı bağışıklık düzenleyici tedaviler tercih ediliyor. İlaç tedavisinde günlük tablet formları olduğu gibi, bazı hastalarda damardan uygulanan tedavi seçenekleri de bulunuyor. Bu kişiye özgü tedavi sonucunda MS’e bağlı engellilik durumu önemli oranda azalıyor.

MS hastalarına özel 7 beslenme önerisi

Yapılan çalışmalar özel herhangi bir beslenme şeklinin MS seyrini değiştirmediğini, ancak yorgunluk, kramplar gibi hastalıkta görülen bazı yakınmaları azalttığını gösteriyor. Bu nedenle hastalara özel bir diyet yerine, yeterli ve dengeli beslenmeleri önerildiğini belirten Nöroloji Uzmanı Dr. Yıldız Kaya, lif bakımından zengin besinlerin, lipoik asit ve D vitamini alımının arttırılmasının ise MS seyrini olumlu etkilediğini belirtiyor.

Nörolog Dr. Yıldız Kaya, beslenme düzeniyle sıkı bir ilişkisi bulunan MS hastalığı için önemli beslenme önerilerini şöyle sıralıyor:

D vitaminini ihmal etmeyin
D vitamini; sinir sisteminde hücre oluşumu, hücresel iletimin sağlanması ve hücre ölümüne karşı koruyucu bir vitamin. Son yıllarda Parkinson, Alzheimer ve MS hastalıkları incelendiğinde, D vitamini seviyelerinin çevresel ve genetik olarak etkileyen faktörler olabileceği belirtiliyor. Yani D vitamininin, bağışıklık sistemi fonksiyonlarında önemli anahtar role sahip olduğundan, MS’in oluşumunu engelleyici etkisi olduğu kabul ediliyor. Bu nedenle MS hastalarında kandaki D vitamini düzeylerine göre, eksiklik durumunda tedavilerine mutlaka D vitamininin eklenmesi de gerekiyor.

Yeterli su içmeye özen gösterin
MS hastalarının yeterli su tüketmeleri, aldıkları tedavilerin yan etkilerini azaltmada ve gelişebilecek bağırsak problemleri açısından önemli. Aynı zamanda bazı MS hastalarında hastalığa bağlı gelişen mesane problemleri nedeniyle artan idrar yolu enfeksiyonu riskini de azaltıyor.

Bağırsak mikrobiyatınızı güçlendirin

Son zamanlarda MS tedavisinde vitamin desteği gibi tamamlayıcı tedavilerinin ilaç tedavisiyle birlikte gündeme geldiğini söyleyen Dr. Yıldız Kaya, bağırsak mikrobiyotasını korumaya ve antiinflamatuar besinlere öncelik verilmesi gerektiğini belirtiyor. Çünkü bağırsak sağlığı bağışıklık sisteminin güçlü olmasında çok önemli bir rol oynuyor. MS’in bağışıklık sistemi hastalığı olduğuna dikkat çeken Dr. Yıldız Kaya, özellikle hastaların lif içeriği düşük, yüksek yağ ve şeker içeren Batı tarzı diyetlerden kaçınmaları gerektiğini, çünkü bu tip beslenmenin bağırsakta zararlı bakterileri çoğaltarak tüm vücutta ve sinir hücrelerinde inflamasyonu artırarak MS’in seyrini olumsuz etkileyebileceğini belirtiyor.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Akdeniz tipi beslenin
Son dönemlerde yapılan araştırmalarda; özellikle nörolojik hastalıklardan korunmada ve hastalıkların kontrolünde sağlıklı beslenme yöntemleri arasında Akdeniz tipi beslenme ve MIND diyetine önem veriliyor. MIND (Mediterranean-DASH Intervention for Neurodegenerative Delay) diyeti, Akdeniz diyetine yakın, özellikle beyin sağlığına odaklı bir diyet türü. Alzheimer hastalığı gibi bunamaya yol açan hastalıklara karşı geliştirilen MIND diyetinde, Akdeniz beslenme tipinde de olduğu gibi yeşil yapraklı sebzeler, böğürtlengiller, tam tahıllı ürünler, deniz ürünleri, beyaz et ve zeytinyağının yanı sıra kırmızı şarap da yer alıyor.

Proteini ihmal etmeyin
MS hastalarına beyaz et ve balıkla beslenmenin arttırılması, kırmızı etin en fazla haftada 2 gün tüketilmesi öneriliyor. Her gün çiğ veya pişmiş sebze ve meyveyle birlikte zeytinyağı, düşük yağlı süt ürünleri ve fındık, badem gibi kuruyemişler de beslenmede önem verilmesi gereken yiyeceklerin arasında sayılıyor.

Düşük yağlı beslenmekten kaçının
Yağ bedenin enerji gereksiniminde rol oynuyor. Ayrıca yağda eriyen A, D, E ve K vitaminlerinin emilimi için de gerekiyor. Düşük yağlı ve yumurta ile süt ürünlerinin olmadığı diyetlerde enerji ve vitamin eksikliğine bağlı yorgunluk, kansızlık gibi başka yakınmalar ortaya çıkabiliyor.

Atak döneminde tuzsuz beslenin
MS hastalarının, özellikle atak döneminde kullanılan kortizon tedavisinin yan etkilerinden korunmak için o dönemde tuzsuz beslenmeye dikkat etmeleri gerekiyor. Ayrıca potasyumu arttırmak için bol meyve – sebze alınması, kalsiyum desteği için de süt ve süt ürünleri, kuru baklagillerle beslenilmesi öneriliyor.