Yazılar

İşte çay ve kahvenin kalbe etkileri!

İşte çay ve kahvenin kalbe etkileri!

“Son yıllarda yapılan çalışmalar daha çok çay ve kahve içiminin geleneksel olarak üzerine atfedilmiş ‘zararlıdır’ etiketini ortadan kaldıracak niteliktedir” diyen İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Rengin Çetin Güvenç, önemli bilgiler verdi.

Kardiyovasküler hastalıklara bağlı ölümler dünyada ölüm nedenleri arasında ilk sıralarda yer aldığından günlük yeme içme alışkanlıklarımızın bu tür hastalıkları ne derecede etkilediği hem bilimsel camiyanın hem toplumların cevabını aradığı sorulardan biri haline gelmiştir.

Pause Dergi

Dr. Rengin Çetin Güvenç

‘Günlük 3-5 fincan tüketilmelidir’

Bugüne kadar yapılmış büyük çaplı analitik çalışmalar, kayıt çalışmaları ve gözlemsel çalışmalar kahve ve çay içim alışkanlığının günlük 3-5 fincanla sınırlı tutulması ve düzenli alımının kardiyovasküler hastalıklar; kalp krizi, kalp yetersizliği, hipertansiyon ve hatta bazı ritim bozuklukları risklerinde azaltıcı bir etkiye sahip olabileceği yönündedir. Çay ve kahve gibi içeceklerin ana etken maddesi kafeindir fakat bunun yanında yüzlerce aktif biyokimyasal bileşiğide içermektedirler. Kalp ve damar hastalıklarını azaltıcı etkileri daha çok polifenoller diye adlandırılan biyokimyasallara bağlanmıştır.

‘Kafein alımı kilo kaybına neden oluyor’

Kahve özellikle klorogenik asid, anti-oksidan ferulik asit  gibi polifenollerden zenginken, çay  ağırlıklı olarak katekin, theaflavin, thearubigin gibi aktif metabolitleri içermektedir. Burdaki polifenollerin anti-oksidan, antinflamatuar etkilerinin yanısıra bağırsak mikrobiyotasını düzenleyerek oksidatif stresi azaltmada ek katkı sağladığı düşünülmektedir.  Ayrıca bu içeceklerin ana etken maddesi olan kafeinin de kalp damar hastalıklarını önlemede damar iç yüzeyinden nitrik oksit olarak bilinen damarlar üzerinde genişletici, damar duvar stresini ortadan kaldırıcı maddelerin salınımı artırıcı ve oksidasyonu önleyici etkisi bulunmaktadır. Kafein alımının muhtemel yararlı etkilerinden biride kilo kaybına neden olmasıdır. Gerek bağırsak mikrobiyatasının düzenleyici ve buna bağlı olduğu düşünüler yağ asitlerinin emilimini azaltıcı etkisi gerekse metabolizma hızını artırıcı etkisi ile kilo kaybına yol açmakta ve diyabet ve hipertansiyon gibi risk faktörlerini azaltarak kalp ve damar hastalıkları açısından dolaylı koruyucu bir rol üstlenmektedir.

Tabi bu faydalı etkilerin kafein içeren bu içeceklerin düzenli ve orta doz olarak adlandırabilceğimiz yani günlük 3-4 fincan çay tüketimine dek gelebilecek dozda alımında ortaya çıkabileceği akılda tutulmalıdır. Düzenli kahve ve çay içme alışkanlığı olmayan bireylerin ani ve çok miktarda kafein tüketimi özellikle adrenejik sistem dediğimiz stres hormonlarını tetikleyerek altta yatan ritim bozukluğuna varsa şayet çarpıntı ataklarını artırıcı potansiyelinin olabileceği üzerinde durulmaktadır, fakat bu etkinin düzenli tüketim sonrası gelişen toleransla birlikte ortadan kalktığı ve birde üstüne Atrial Fibirilasyon benzeri ritim bozuklukları riskini  azaltıcı etkisi olabileceği vurgulanmaktadır.  Ayrıca kahvenin içinde bulunan kahweol ve kafestol gibi bileşenlerinin  kolesterol metabolizmasını bozucu total kolesterol ve kötü kolesterol olarak bilinen LDL düzeylerini artırıcı etkirinin olduğuda bilinen bir gerçektir. Her ne kadar bu negatif etkiler kahveden ziyade daha çok yanında tüketilen şeker ve diğer gıdalara bağlansada, özellikle aynı miktarda çay tüketimi ile kolesterol metabolizması arasında bozucu bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.

Bugünkü veriler ışığında, bu kâr zarar dengesinde kalp sağlığı açısından şimdilik yarar tarafı terazide ağır bassada doğrudan bu içeceklerin tüketin ve kalp damar hastalıklarınından korunun demek yerine zararlı potansiyellerinin sanılanın aksine pekte olmadığını söylemek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Ve unutulmamalıdır ki sağlığın altın kuralı düzenli ve dengeli beslenmedir.

Hamilelik döneminde bu değişimlere dikkat!

Hamilelik döneminde bu değişimlere dikkat!

İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Gökçenur Gönenç, hamilelik döneminde meydana gelen fizyolojik değişimleri anne adaylarına açıklayarak, önerilerde bulundu.

Gebelik, kadın hayatında çok özel bir dönemdir. Vücutta adeta bir hormon fırtınası vardır ve bu nedenle tüm sistemlerde, fizyolojik birçok değişiklik meydana gelir. Bu değişikliklerin bir kısmının mekanizması, hala tam anlaşılmış olmamakla birlikte bilinen tek şey; bu değişikliklerin bebeği korumak ve yaşatmak için olduğudur. Gebe kadının vücudunda artan östrojen ve progesteron hormonuna bağlı olarak; cilt, saç, tırnak gibi dokularda değişiklikler olmakta, bunların çoğu anne adaylarını endişeye sevk etmektedir. Endişenin temelinde; bu değişikliklerin bebeğe bir zararı olup olmadığı yatarken, diğer yandan bu değişikliklerin kalıcı mı yoksa geçici mi olduğu soruları bulunmaktadır.

Pause Dergi

Dr. Gökçenur Gönenç

Değişikliklerin çoğu geçici

Gebelik, duygusal yoğunluğa ve hormonal değişimlere bağlı olarak psikolojik gel-git’lerin yaşandığı bir dönemdir. Anne adayı, kendi vücudundaki hızlı değişimlere adapte olmaya çalışır. Bu stresin üzerine bir de aynaya baktığında, kendini güzel görmemesi eklendiğinde, psikolojik çöküş başlayabilir. Temelde bilinmesi gereken; bu değişiklerin çoğunun geçici olduğu, bir kısmının doğumdan sonra tamamen geçeceği, bir kısmının büyük ölçüde azalacağıdır. Cilt çatlakları gibi kalıcı olabilecek durumlara da “bebekten hatıra” denmesi ve durumla barışık olunması gerektiği düşüncesindeyim.

Oluşabilecek yüz lekelerine karşı güneş kremini ihmal etmeyin!

Kliniğe en sık başvuru nedeni olan sıkıntılar; saç dökülmesi, tırnak kırılması, lekelenme, kıllanma ve cilt kuruluğudur. Anne adaylarının neredeyse yüzde 75’inin yüz bölgesinde, gebelik maskesi denen leke oluşabilir. Yüksek östrojen seviyesine bağlı bu durum; yüzde özellikle alın, burun,  dudak üstü, elmacık kemiklerinin üzeri ve çenede yoğunlaşan koyu renk şeklinde görülür. Bu maske oluştuktan sonra, geçmesi kolay olmayabilir. O yüzden, oluşmasını engellemek için önlem almak gereklidir. Özellikle yaz aylarında olmak üzere, güneşe maruz kalınacak durumlarda, mutlaka koruma faktörlü güneş kremi uygulanmalıdır. Bu sayede, güneşin lekeleri alevlendirme etkisinden korunulmuş olur. Oluşmuş maskenin giderilmesi için PRP, mezoterapi, lazer uygulamaları gibi yöntemler kullanılabilmektedir ancak günümüzde bu yöntemlerin, gebelik esnasında güvenilir kullanımına ilişkin yeterli bilimsel veri bulunmamaktadır.

Saç dökülmesi en sık karşılaşılan sorunlardan

Saç değişiklikleri, gebeleri huzursuz etmektedir ancak bunların çoğu gebelik bitimiyle normalde dönecektir. En sık görülen sorun, saç dökülmesidir. Bu dökülme erkek tipi saç dökülmesi dediğimiz ön–yan kısımların açılması şeklinde olabilir. Vücudun çeşitli bölgelerinde, kıllanma artışı gözlenebilir. Daha önce olmayan yerlerde, yeni kıllar çıkabilir. Bu durum, koyu tenli kadınlarda daha belirgindir. Bunlardan kalın olan kıllar için doğum sonrası, lazer epilasyon gerekli olabilecekken ayva tüyü şeklindeki ince kıllar genelde, doğumdan sonraki 6 haftalık lohusalık dönemi sonunda dökülür. Tırnaklar gebelikte daha hızlı uzarlar ancak genellikle; yumuşama, incelme, enine çatlaklar oluşması ve tırnağın yaprak yaprak ayrılması görülebilir.

Lohusalığın bitmesini bekleyin!

Cildin kuruması, pul pul olması hatta soyulması da gebelikte karşılaşılan bir durumdur. Hafif kuruluktan başlayıp, tüm vücudu saran döküntülere kadar geniş yelpazede cilt değişikliği görülebilir. Cildin temiz tutulması, nemlendirilmesi, çok yönlü beslenme ile bu durum engellenebilir. Bazı durumlarda ek vitamin takviyesi gerekebilmektedir. Gebelikte oluşan tüm değişikliklerin normal duruma dönmesi, lohusalık olarak adlandırılan doğum sonrası 6 haftalık dönemde gerçekleşir ki bebeğin “kırkı çıkması” da buradan gelir. Bu nedenle; gebelikte oluşan değişiklikler için lohusalık sürecinin bitmesi beklenmeli, bu süreç sonunda sebat eden durumların tedavisi üzerine yoğunlaşılmalıdır.

Şiddet neden artıyor?

Şiddet neden artıyor?

Günümüzde ne yazık ki toplumda birçok birey doğrudan ya da dolaylı olarak şiddete maruz kalmaktadır.  Pandemi nedeniyle güvenli alan olarak gördüğümüz evlerimiz şiddete maruz kalan çocuklar ve kadınlar açısından ne yazık ki virüsün kendisinden daha büyük tehlike barındırmaktadır. İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Psikoloji Uzmanı Kln. Psk. Müge Leblebicioğlu Arslan, açıklamalarda bulundu.

 Şiddet her türlü yıkıcı bir eylemdir

Öfke duygusu diğer duygular gibi insana ait temel duygular arasındadır ancak yıkıcı etkileri dolayısıyla sözel ve davranışsal olarak doğru ifadesi hayati önem arz etmektedir. İnsanların çoğu zamanla saldırgan dürtülerini denetlemeyi ve toplum tarafından daha kabul gören etkinliklere yöneltmeyi öğrenirler. Bu öğrenimin temeli ilk olarak ailede gerçekleşmektedir. Fiziksel ya da psikolojik olarak bir başkasına zarar veren her türlü davranış saldırganlık olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla saldırganlığın içerisinde şiddet davranışlarını da barındırdığı söylenebilir. Şiddet ise bireyin yaralanmasına ölümüne ya da biyo-psiko-sosyal açıdan gelişmesine engel olan her türlü davranış ve sözdür. Şiddet ister fiziksel ister psikolojik ögeler içersin ister canlıya ister cansız bir nesneye yönelik olsun her türlü yıkıcı bir eylemdir. Şiddet bir sonuçtur ve ancak bu sonuca nelerin etken olduğu konusunda bilinçlenerek şiddet davranışını ortadan kaldırmak mümkün olabilmektedir.  Saldırgan tutum ve davranışların ebeveyn tutumu, sosyo-ekonomik durum, toplum yapısı ve özellikle cinsiyete dayalı sosyal normlar gibi bir çok faktörle ilişkili olduğu söylenebilir.

Pause Dergi

Kln. Psk. Müge Leblebicioğlu Arslan

Aile yapısı çocukların gelişiminde önemli rol oynar

Çocuk ilk sosyal deneyimlerini aile içerisinde deneyimler. Kişiliğin oluşumunda önemli bir yeri olan özdeşim kurmak, çocuklarda aile bireylerini modelleme yoluyla gerçekleşir. Böylece model alınan ailenin yapısı çocuğun ileriki yaşantısında, duygusal ve toplumsal gelişiminde belirleyici bir rol oynar. Bu noktada ebeveyn tutumları oldukça önemlidir. Anlayışlı ve tutarlı ailelerde büyüyen çocuklar ilişkilerinde daha sosyal ve duyarlıyken kendi duygu ve düşüncelerini ifade etme konusunda da oldukça başarılı olabilmektedirler. Bu tür çocuklarda davranışlarını denetleme becerisinin daha yüksek düzeyde olduğu da görülmektedir. Buna karşılık katı ve otoriter tutum sergileyen ailelerin çocuklarının ise duygu ve düşüncelerini daha çok saldırgan tutumlarla ifade etme eğilimlerinin olduğu ve kendi iç dünyalarını açıklamakta zorluk yaşadıkları görülmektedir. Katı ve otoriter tutuma maruz kalan çocuk, yaşamı boyunca sürekli birileri tarafından kontrol edilme ihtiyacı ya da aşırı kontrol etme ihtiyacı duyabilmektedir. Yetişkinlikte ise ikili ilişkilerde güven ve anlayıştan uzak, baskıcı ve katı tutum sergileyebilmektedirler. Bununla birlikte dürtülerini denetleme yetisi düşük olan çocukların ebeveyn tutumlarının aşırı rahat, serbest her istediğini gerçekleştiren sınırların olmadığı tutumlar olduğu da dikkat çekmektedir. Dolayısıyla güven verici, destekleyici ve hoşgörülü tutumun sağlıklı bir psikososyal gelişim için oldukça önemli olduğu söylenebilir.

 Sözler ağızdan bir kaç saniyede karşı tarafa gidiyor. Ancak izleri ise bir ömür kalıyor

İhmal edilen çocukluk dönemi, olumlu davranışların yerine sürekli olarak olumsuz davranışların vurgulanması, hayal kırıklığı, aşağılanma ve öfkeye maruz kalma gibi olumsuz çocukluk yaşantıların saldıran davranışın altında yatan en temel etkenlerden oldukları söylenebilir. ‘’Şiddet dilde başlar eyleme döner‘’. Çocuğunuz istenmeyen bir davranış yaptığında ya da bir söz söylediğinde aşağılayıcı söz ve davranışlarınızdan uzak durun. Şiddet davranışı çocuğun duygusal ihtiyacının karşılanmamasının dışa vurumudur. Duygusal ihtiyaçları karşılanmayan çocuk toplum tarafından kabul görmeyen tutumlarla ihtiyacını gidermeye çalışabilir. Örneğin, kardeşi doğduktan sonra duygusal ya da fiziksel anlamda ihtiyaçları karşılanmayan, görülmeyen ya da günlük rutinleri bozulan çocuk, kardeşine ya da etrafa zarar verici davranışlar sergileyerek duygusal ihtiyaçlarını ifade edebilir. Bu sebeple çocuğun öfkesinin altında yatan ihtiyaçları anne ve babalar tarafından dikkatle takip edilmelidir.

İlişkilerinizde tutarlı olun, istenilen davranışın gerçekleşmesinde ebeveynlerin eylemleri sözlerinden daha etkilidir. Örneğin çocuklarından arkadaşına vurmamasını, eşyalarını kırmaması isterken siz onlara istenmeyen bir davranışı ortadan kaldırmak amacıyla kaba davranırsanız çocuğunuzu ikileme düşürmüş olursunuz. Buradaki davranış öğrenimi çocuğun sadece çevresindekilerinin kendisine nasıl davrandığı ile ilişkili değildir. Çevresindeki bireylerin de birbirlerine nasıl davrandıkları, problem karşısında hangi tutumları sergiledikleri oldukça önemlidir. Ebeveynlerinin problemler karşısında şiddet davranışı gösterdiklerini gören çocuklar yetişkinliklerinde bunu sorun çözmede doğal bir seçenek olarak görebilmektedir. Çünkü çocuklar sözlerinizden ziyade yaptıklarınızdan öğrenme eğilimindedirler. Çocuklara sürekli olarak neyi yapıp neleri yapmamaları konusunda uyarmak yerine istenilen davranışın nasıl yapıldığı ve niçin yapılması gerektiği gelişimsel sürecine uygun bir dil kullanılarak anlatılmalıdır. Sonuç olarak çocuğunuzun sağlıklı gelişimi için, ona güven duygusu aşılayın, yönlendirmeyin rehber olun, yeteneklerini keşfetmesine izin verin, doğru bir model olun, çocuğun arzu ve ihtiyaçlarını karşılayın ve sorunlarla baş ederken destekleyici tutum sergileyin.

Ara tatil için ebeveynlere özel fikirler!

Ara tatil için ebeveynlere özel fikirler!

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de ilk kez yapılan bir uygulama ile 15 Kasım 2021 Cuma günü; ilkokul, ortaokul ve lise öğrencileri ara tatiline çıkmıştı. İkinci ara tatil dönemi geldi çattı bile…  Bu ara tatillerin çocuklar üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri konusunda birçok fikir mevcut. İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi’nden Kln. Psk. Melis Ünlü, ara tatil için ebeveynlere fikirler verdi.

Ara tatil fikri güzel çünkü uzun eğitim dönemlerinde verilen ara tatiller çocuğun gelişimi ve akademik başarısı üzerinde önemli katkılar sağlayacaktır. Yorgunluğu bir nebze alacak olan bu tatiller, çocukların döneme daha enerjik devam etmelerini sağlayacaktır. Sürekli çalışmak, ara vermemek performans kaygısının ve başarısızlık korkusunun yerleşmesine, duygusal bir basınç oluşturmasına neden olur.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Kln. Psk. Melis Ünlü

Çocuklar için tatil, tatil gibi mi geçiyor?

Bazı aileler tatile çocuklar gibi eğlence, dinlenme, oyun ve aktivite olarak bakmayabiliyorlar. Dersleri unutmamak, tatil rahatlığına alışmamak adına okul düzeninden çıkmak istemiyorlar. Çocuk için okul dönemindeki gibi sıkı bir ders programı belirleniyor. Bunda öğretmenlerin de katkısı büyük. Okul sürecindeki ödevleri aratmayan hatta daha fazlası ödevler, çocuklar için tatili dinlenme sürecinden çok ödev yetiştirme süreci olarak geçirmelerine sebep oluyor. Bu konuda tatil kavramını tekrar hatırlayabilmek gerektiğini düşünüyorum. Tatiller dinlenerek, eğlenerek, değişik aktiviteler kazanılarak geçirilmelidir.

Tatil demek, kurallardan vazgeçmek değildir. Okul sürecini, tatil zamanında farklı aktivitelerle değerlendirmek, çocuğu kuralsız bırakmış olmaz. Öğrenme süreci, sosyal öğrenme olarak devam eder. Çocuğun buna da ihtiyacı vardır. Bir resmi veya bir yapbozu tamamlamak, odayı düzenlemek, görmek isteyip de göremediği bir yere gitmek, bir aile büyüğünü ziyaret etmek ve bazı ders konularını tekrarlamak gibi.

Okula dönünce zorlanacak düşüncesi sadece kaygıdan ibaret.

Çocuklar için bu tatil, enerji toplama amaçlıysa, amacına yönelik geçirilmesi gerekir. Okula döndüğünde zorlanacak düşüncesi sadece bir kaygıdır. Tatile alışabilen çocuk, okul düzenine de tekrar alışabilir. Unutmamak gerekir ki molalar öğrenmenin bir parçası olup çocuklarının psikolojisinde ve öğrenme sürecinde önemli ve gereklidir.

Öğrencilerin önünde uzun bir eğitim yaşantısı olacağı için öğrenme davranışını sevmeleri, zorunluluktan ziyade hevesli ve istekli olarak çalışmalara katılmaları, okulun da kazandırması beklenen en kritik önemdeki davranıştır. Bu nedenle okul tatili, verimli geçirildiğinde çocuklar için güzel katkıları olacaktır. Bu verimliliği yeni bir sürece başlama psikolojisiyle de ele alabiliriz. Derslerin gidişatıyla ilgili değerlendirme yapıp eksikler belirlenip neler yapılması gerektiği konusunda yeni kararlar alınabilir. Tatil bir dinlenme ve bir düşünme sürecidir. Yeniden deneme şansı hisseden çocuk için verim arttırmaya yönelik bir planla, tatil sonrası sürece başlayabilir. Daha hevesli ve istekli olacaktır.

Vegan yaşam çocuk gelişimini olumsuz etkiler mi?

Vegan yaşam çocuk gelişimini olumsuz etkiler mi?

İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Dr. Sultan Kaba, vegan beslenme hakkında bilgiler verdi.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Dr. Sultan Kaba

Çocukların vegan yetiştirilmesi konusu tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de insanları ikiye bölüyor. Vegan beslemek sağlık açısından doğru mu?

Besin alerjisi gibi tıbbi zorunluklar olmadığı sürece çok katı kısıtlamaların olduğu hiçbir yasaklı beslenme modelini desteklemiyorum. Vegan beslenmenin çocukluk çağında büyüme ve gelişme üzerine etkilerinin uzun dönemde güvenli olduğuna dair bilimsel kanıtlar yok. Kaldı ki önermemiz için klasik beslenme modeline üstünlüğünün kanıtlanmış olması gerekir.

Vegan beslenmek çocukların gelişimini, boy uzamasını vb. faktörleri etkileyebilir mi?

Kesinlikle, etkileyebilir. Çocukluk çağının yetişkin dönemden en önemli farklarından biri vücut büyümesinin ve beyin gelişiminin hızlı olmasıdır. Büyüme konusunda genetik, beslenme ve hormonların rolü çok büyük. Vegan beslenme şekli özellikle protein ve mikronutrientlerin eksikliği konusunda yüksek risklidir. Protein eksikliği direkt büyüme geriliğine yol açabileceği gibi, vitamin ve mineral eksikliklerinin de katkısıyla büyümede gerekli hormonların yapımında ve etkisinde de azalmaya yol açarak sağlıklı büyümeyi aksatabilir.

Vegan beslenen bir çocuğun gelişimi ideal boy kilo eğrisinin altında kalıyorsa yeterli beslenmiyor diyebilir miyiz? Bu durumda vegan beslenmeyi kesmek gerekir mi?

Beslenme yetersizlikleri büyüme geriliği olan çocuklarda en sık karşılaştığımız nedenlerden biri. Öncelikle vegan beslenme bir yaşam biçimi.  Karşımızda bir çocuk olduğunu düşünürsek anne babaların çocuk adına, hem uygulamada zorluklar taşıyan,  hem de çocuğun vücut sağlığı üzerine olumsuz sonuçları olabilecek bir yaşam biçimine karar vermelerini doğru bulmuyorum.

Ancak yine de bu konuda ısrar söz konusu ise, vegan beslenme biçimini benimseyen ailelerin çocuklarının sağlık kontrollerinin daha sıkı bir şekilde yapılması gerekir.  Vegan beslenen çocuklarda kalsiyum, B12, çinko ve demir eksikliği riskleri artmıştır. Bu takviyelerin ilaç şeklinde sürekli alınması gerekir ki, hiç pratik değil.  Biz yetişkinler için de ilaç uyumu en büyük zorluklardan biri iken çocukların sürekli ilaç kullanmaya uyum sağlamaları hiç inandırıcı değil. Evet, vegan beslenmeyi kesmek gerekebilir.

Bir çocuğun ek gıdaya geçiş döneminde ve sonrasında beslenme rutini nasıl olmalı?

İlk 6 ay kesinlikle sadece anne sütü ile beslenmeli. Anne de gebeliğin başından itibaren ve emzirdiği sürece dengeli ve yeterli beslenmeli. Mikronutrient eksiklikleri giderilmelidir. 6 aylık olduktan sonra tamamlayıcı beslenmeye başlanmalı ancak anne sütü 2 yaşa kadar sürdürülmelidir. Anne sütüne ek olarak, güvenli ve temiz gıdalar çocuğun verdiği tepkiler ve  çiğneme becerisi göz önüne alınarak, miktar  ve çeşitlilik  açısından  kademeli bir şekilde arttırılmalıdır. Çocukluk çağı beslenmesinde 4 ana besin (ekmek ve tahıl grubu – sebze meyve grubu – et grubu – süt grubu)   mutlaka yer almalıdır. Öncelikle kahvaltı vazgeçilmez öğün olmalıdır. Gece uzun süren açlık sonrası beynin ihtiyacı olan ilk enerji kaynağı kahvaltı öğünü ile sağlanmalıdır. Kahvaltıda yumurta, gün içinde ara öğünlerde yoğurt çocukların sevdiği ve anne açısından hazırlanması kolay besinlerdir.

Doğru beslenme davranışı geliştirmek istiyorsak çocuklar hazırlanan besinlerin tamamının tüketilmesine zorlanmamalı, beslenmeyi öven davranışlardan da kaçınılmalıdır.

Çocukların ihtiyacı olan besinler sadece bitki bazlı gıdalardan alınabilir mi yoksa çocuğun et ve süt ürünlerine de ihtiyacı var mıdır?

Sadece bitkisel kaynaklarla dengeli beslenme sağlayamayız. Hayvansal ürünlere kesinlikle ihtiyaçları var. Örneğin demir hem baklagillerde hem et ürünlerinde var gibi bir savunmayla karşılaşabiliyoruz. Ancak, vitamin minerallerin biyoyararlanım dediğimiz bir süreci var.  Baklagille bağırsağa gelen demir, kırmızı et ile bağırsağa gelen demir kadar iyi emilemeyebilir.

Anne sütü ile beslenen bebeklerde de anne sütünün içeriğinin demir ve B12 vitamininden zengin olması, bizim dışardan ilaç şeklinde vermemize göre daha etkin olacaktır.

Mesela çocuk inek sütü yerine sadece badem, soya, yulaf vs sütü tükettiğinde yeterli kalsiyumu almış olur mu ya da gerekli kalsiyumu alması için ille de inek sütü, peyniri, yoğurdu mu tüketmesi gerekir?

Özellikle de kalsiyum konusu çok önemli. Bitki bazlı sütlerde kalsiyum yok denecek düzeyde. Kalsiyum beyin gelişimi, kemik sağlamlığı, büyüme hususunda çok gerekli. Kesinlikle hayvansal kaynaklara ihtiyaç var. Yumurta, balık, et ve süt ürünlerinin yerini hiçbir bitkisel kaynak alamaz.

Ancak süt ya da yoğurt ya da peynir konusunda üçünden biri arasında tercih yapılabilir. Çocukluk çağında 3 yaştan ergenlik dönemine kadar ortalama 600 mg/gün gibi kalsiyuma gereksinim duyulur. Ergenlikte bu ihtiyaç iki katına çıkar.  Yeterli kalsiyum alımı için günde 2-3 porsiyon süt ürünü tüketilmelidir. (Bir bardak süt ve yoğurtta 300 mg, bir kibrit kutusu peynirde 200 mg kalsiyum vardır)

Et tüketmeyen, doğumundan itibaren vegan beslenen çocuklarda ileriki yıllarda sağlık sorunları görülme riski daha mı fazla?

Her ne kadar vegan beslenmede kalp sağlığı üzerine olumlu etkilerden bahsedilse de yasaklı beslenme modellerinde besin eksikliklerinin sonuçları da korkunçtur. Potansiyel eksiklikler açısından denetleme ve eksikliklerin düzenli olarak takviye edilmesi her zaman uygulanamayacağı için özellikle kemik sağlığı ve beyin sağlığı üzerine olumsuz etkileri çok muhtemeldir. Ders başarısı ve sosyoentellektüel kapasitede kayıplar da yine maalesef olabilir.

Çocukların henüz kendi tercihlerini yapamayacak yaşlarda vegan ya da et yiyen diye ayrılması doğru mu?

Ben yanlış buluyorum. Klasik beslenme şekline üstün olduğu kanıtlanmamış ve yasaklardan oluşan bir beslenme biçimi,  özellikle çocukların yasaklara karşı çok direnç gösterip tam tersi davranışları göstermeye eğilimli olduklarını düşünürsek,  kişilik gelişimlerini de etkileyebilir.

Ergenlik döneminden sonra çocuk kendi isterse böyle bir tercih yapacaktır. Çocukluk döneminde yönlendirme yapmaktan kaçınılmalıdır.

Ebeveynlerinin beslenme şekli hem çocukluk döneminde hem de çocuk yetişkin olduğunda besin tercihleri üzerinde etkili olmaktadır. Bu açıdan da çocuk büyüyünce hayvansal ürünler tüketmeyi doğru bulsa bile, çocukluk döneminde ailede uygulanan vegan beslenme tutumundan dolayı, damak tadı gelişmemiş olmadığı için hayvansal gıdaları yiyemeyebilir.

Ramazan ayında egzersizi ihmal etmeyin!

Ramazan ayında egzersizi ihmal etmeyin!

Ramazan ayında doğru beslenme tarzı ve doğru egzersizler ile metabolizmanın yavaşlamasını engellemek ve kilo almadan oruç tutabilmek mümkün! İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Derya Fidan, açıkladı.

Yapılan araştırmalar, doğru ve yeterli beslenme sağlandığı takdirde, oruç tutmanın vücudu toksinlerden temizleyici etkisi olduğunu gösteriyor. Bu doğrultuda; Ramazan ayında uygulanması gereken beslenme programı, en az 3 tercihen 4 öğün (Sahur, iftar açılışı, iftar yemeği, gece yatmadan önce bir ara öğün) içeriyor olmalıdır. Orucu açarken ise özellikle; enerji verecek, kan şekerini düzenleyecek ve sıvı ihtiyacını karşılayabilecek besinler seçmek daha doğru olacaktır.

İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Derya Fidan

Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Derya Fidan

Oruç Tutarken Yağ Yakabilmeniz Mümkün!

Açlık metabolizmasında; sindirim sistemi yavaşlar, vücut enerji depolarını koruma altına alır ve enerji harcamasını kısıtlar. Bu sebeple bazal metabolizma hızında bir düşüş gerçekleşir. Yemek saatlerinde vücudunuza aşırı derecede besin yüklendiğiniz takdirde, vücut bu enerji fazlasını yağ depolarına gönderecektir. Bunun aksine hafif ve küçük öğünler tüketirseniz ve bunun yanına egzersizi de eklerseniz sindirim sisteminizin çalışması ve kasların harcadığı enerjiyle birlikte metabolizmanız hızlanacaktır. Böylece; bu depolama sürecinin aksine, vücudunuz yağ yakımını gerçekleştirecektir.

Oruçluyken Hafif Sporları Tercih Edebilirsiniz

Oruçluyken spor yapmak mümkün ancak, yaptığınız egzersizin şiddetini azaltmalısınız. Karaciğerinizde ve kaslarınızda depo edilen şeker azaldığı ve terle kaybedilen su artırdığı için, yüksek yoğunluklu egzersizleri tercih etmemelisiniz. Oruçluyken terletmeyen egzersizler, örneğin; pilates, yoga, reformer pilates, düşük tempolu yürüyüş veya yüzme gibi düşük şiddetli aerobik egzersizler yapılabilir. Egzersiz programının şiddetini; antrenman sürelerini kısaltıp, dinlenme sürelerini artırarak, set sayıları ve kullandığınız ağırlıkları azaltarak ayarlayabilirsiniz.

Egzersiz Saatinizi İyi Ayarlayın!

Egzersiz iftardan önce yapılacak ise iftar ve sahur arasında yeterli miktarda sıvı, karbonhidrat ve protein aldığından emin olunmalıdır. Sabah saatlerinde yapacağınız pilates ve yoga ise vücudun kan akışını hızlandırarak kendinizi gün içinde enerjik hissetmenizi sağlayacaktır. İftardan sonra yapılacak egzersiz için de, yemekten sonra 1-1,5 saat beklemelidir. Kısa süreli, düşük yoğunluklu bir egzersiz yapılabilir. Düşük tempolu yürüyüş, bisiklet, yüzme gibi yağ yakımını da uyaracak egzersizler yapılabilir. Pilates, yoga gibi egzersizler sindirim sistemini de harekete geçirerek hazımsızlığını giderecek ve vücudunuzdaki ödemi dağıtacaktır. Eğer yüksek şiddetli kardiyo egzersizi veya ağırlık (özellikle hipertrofi) antrenmanı tercih ediliyorsa, kasların kendini yenilemek için yeterli miktarda besin kaynağı bulamayacağından kas lifleri kendini yenileyemeyecek ve iyileşme yeteneğin azalacağından sakatlanma riski artacaktır.

Yeterince Su İçtiğinizden Emin Olun

Sıvı kaybının en aza indirgenmesi için oruçluyken terletmeyen egzersizler yapılmalıdır. İftarla sahur arasında vücut ağırlığının her kilogramı başına en az 30 ml kadar su tüketmeli ve iftardan spora kadar en az 500 ml su tüketilmiş olunmalıdır. Çay ve kahve gibi idrar söktürücü sıvılar sınırlandırılmalıdır. Sıvıyla birlikte mineral kaybınız olacağından suyun içine limon suyu, maden suyu gibi mineral kaynakları eklenerek kas tonusunun önüne geçebilirsiniz.

 

Diyabet hastaları oruç tutabilir mi?

Diyabet hastaları oruç tutabilir mi?

Dinimiz açısından önem taşıyan bu süre içerisinde sağlık problemi veya farklı nedenler dolayısı ile oruç tutması zor olan kişilerde nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji uzmanı Doç. Dr. Süha Çetin açıklamalarda bulundu.

Dinimiz var olan bir hastalığın kötüleşmesine neden olabilecekse, hamilelerde veya emziren kadılarda ve ergenlik çağına girmemiş olan çocuklarda orucu zorunlu kılmıyor. Aynı zamanda zihni hastalık veya vücutsal engeli, ileri yaşı olan ve zorunlu olarak yorucu seyahatlere çıkan kişilerde bu gruba dâhil.

İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji uzmanı Doç. Dr. Süha Çetin

Doç. Dr. Süha Çetin

Diyabet hastaları oruç tutabilir mi?

Tip 2 diyabeti mevcutsa Ramazan Ayı süresince yakın şeker değerleri takibi önemli. Çünkü bu hastalarda kan şekerinin ciddi anlamda düşmesi 7,5 kat daha artıyor. Bu kişilerde kan şekerinin fazla yükselmesi, vücudun tehlikeli manada susuz kalması ve derin ven trombozu geçirme ihtimalide söz konusu olabilir. Tip 2 diyabeti olan kişilerde kan şekeri değerleri kontrol altında ve insülin kullanmıyorlar ise, şeker ilaçlarının dozajı ramazan süresi içerisinde yeniden (hekim tarafından) ayarlanarak oruç tutulmasında tıbbi açıdan bir engel yoktur. Tip 1 diyabeti olan hastalarda ise oruç tutmak genelde önerilmiyor.

Kalp hastalıkları olan hastalara oruç önerilmiyor

Kalp problemi olan hastalarda, örneğin kısa bir süre önce stent takılmış, kalp ameliyatı geçirmiş, kalp krizi hadisesi olan kişilerde veya ciddi kalp yetmezliği bulguları mevcutsa ve hastanın tansiyon değerleri kontrol altında değilse, yine oruç tutmak tıbbi açıdan önerilmiyor.

Kanseri olan hastalarımızın tedavi süreci vücutsal ve zihinsel olarak çok stresli geçebilir. Dolayısı ile bu tür hastalıklarda orucun tutulması sağlık açısından öngörülmüyor.

Genel olarak oruç tutulmasında bir mâni görülmeyen hasta gruplarında ve aynı zamanda sağlıklı olan kişiler için Ramazan Ayı süreci için önerilen husular şunlardır:

  • İftar ve sahur arasında yüksek miktarda su tüketilmesi
  • Kafeinli içeceklerin tüketilmemesi veya kısıtlanması
  • Hazmı kolay olan doymamış yağlarla (örneğin zeytinyağı) yemeklerin yapılması
  • Şekerli gıdaların tüketilmemesi
  • Tuz ve glisemik indeksi yüksek olan (beyaz ekmek, pirinç, makarna mantı gibi) gıdaların tüketilmemesi.

 

Kimler Oruç Tutmamalı?

Kimler Oruç Tutmamalı?

İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. İrem Aksoy, Ramazan ayında beslenme ile ilgili merak edilenleri anlattı.

Ramazan ayı kilo kontrolünü yönetmek ve sağlık açısından çok önemlidir. Su ve besinlerin kıymetinin en çok bilindiği bu dönemde tabii ki akıllara oruçta beslenme ile ilgili birçok soru gelmektedir. Bunlardan en popüler olan birkaç soruya birlikte cevap aramaya başlayabiliriz.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. İrem Aksoy

Ramazan ayında neden kilo alınır?

Sahur ve iftar arasındaki ortalama 15-16 saatlik sürede besin alımı yapılmaması gereken bu ibadette genel olarak en sık yapılan hataların başında tek öğün beslenmek geliyor. Tek öğün beslenmek öğün yapıldıktan birkaç saat sonrasından başlayarak gün boyu devam eden düşük kan şekeri anlamına gelir. Dolayısıyla uzun süre açlıktan sonra yapılan ilk öğünde daha hızlı, fazla ve basit karbonhidratları içeren besinlerle beslenmek kilo almaya sebep olabilir. Diğer yandan metabolizma hızı uzun süreli açlıklarda yavaşlar ve bu durumda kilo almak mümkün hale gelebilir.

Genel olarak oruç tutulan dönemde enerji düşüklüğü sebebiyle hareketsiz kalmak da kilo kazanımının diğer nedenleri arasında yer alabilir. Gün içerisinde yapılan fiziksel aktivitenin oruç tutarken azalması vücudun enerji harcamasını olumsuz etkilediğinden her ne kadar besin alımı aynı düzeyde olsa da kilo kazanımı kaçınılmaz olacaktır.

Toplumumuzda geleneksel hale gelmiş bol çeşitli iftar davetleri ve iftardan sonra tüketilen genellikle porsiyonu abartılan şerbetli tatlılar da kilo almaya sebep olan etmenler arasında yer almaktadır.

Sahurda ve iftarda hangi besinleri tercih etmeliyiz?

İlk olarak sahur ihmal edilmeyerek sağlıklı bir sahur yapılmalıdır. Sahurda, uzun süre tok kalmanıza fayda sağlayacak yeterli protein ve bol lif içeren bir öğün yapılmalıdır. Örnek vermek gerekirse; kaliteli protein kaynaklarından yumurta, peynir, yoğurt, süt ve kefir gibi gıdalardan biri veya birkaçı mutlaka sahur menünüzde yer almalıdır. Bol lif ve sağlıklı besin ögeleri içeren yulaf ezmesi gibi tahıllar, sebzeler ve meyveler de sahur menünüzde yer almalıdır.

İftarda ise hafif iftariyeliklerle başlangıç yapılabilir. Örneğin; peynir, zeytin, kuru domates, ceviz gibi çiğ kuruyemişler, kuru kayısı, hurma gibi kuru meyveler. Devamında besleyici bir çorba tüketilerek bir süre ara verilmelidir. Ana ve yardımcı yemekler gayet hafif olmalı ve çok tuzlu, baharatlı ve yağlı olmamalıdır. Yeşil sebzeleri yoğunlukla barındıran bir salata, günlük ihtiyacı karşılamak için gerekli olan protein kaynakları iftar menüsünde mutlaka olmalıdır.

İftar sonrasında en az bir ara öğün yapılmalıdır. Bağışıklığa destek sağlayacak antioksidanlar içeren meyveler, sağlıklı yağlar içeren yağlı tohumlarla birlikte bir ara öğün yapılabilir. Haftada 1-2 gün hafif bir sütlü veya meyveli tatlı tercih edilebilir. İftardan sonra sindirim sisteminin rahatlamasına destek olacak bitki çayları içilebilir.

Son olarak en önemli olan günlük su ihtiyacı doğru zamanlarda ve miktarda içilerek karşılanmalıdır.

Kimler oruç tutmamalı?

Oruç ibadeti yerine getirilirken sağlığı olumsuz etkileyecek durumlarda ara verilmeli ya da sağlık durumu elverişli olmayan bireyler oruç tutmakta ısrar etmemelidir.  Akut veya kronik hastalıklara sahip olan insanlar için oruç ibadeti muaf sayılırken bazı bireyler yine de oruç tutmayı isteyebilirler. Bu durumda sağlık takiplerini yapan hekimlerin ve diyetisyenlerin önerilerine uyarak hareket etmeleri gerekmektedir.

Oruç tutması riskli olanlar arasında en başta diyabet hastaları, hipoglisemi takları yaşayan bireyler, hamileler ve emziren anneler gelmektedir.

Glokom nedir?  Nasıl tedavi edilir?

Glokom nedir?  Nasıl tedavi edilir?

İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Göz Sağlığı ve Hastalıkları uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Serdar Özateş, “Erken teşhis ile görme kaybını önlemek mümkün mü?, Kimler risk altında?, Tanı için neler gerekli?” ve birçok soruyu yanıtladı.

Glokom, göz sinirinin hasarıyla karakterize olan ve kalıcı görme kaybına sebep olabilen bir hastalıktır. Tüm dünyada yaklaşık 80 milyon glokom hastası bulunmaktadır. Glokom kalıcı görme kaybı nedenleri arasında 2. sırada yer almaktadır. Glokom sinsi seyirli ve ilerleyici bir göz hastalığıdır. Glokom hastalarında göz sinirinde meydana gelen hasar belirli bir düzeye ulaşmadıkça hastalarda herhangi bir şikâyete yol açmayabilir.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Dr. Serdar Özateş

  • Erken teşhis ile görme kaybını önlemek mümkün mü?

Glokomda erken tanı ve tedavi, görmenin korunması açısından çok önemlidir. Artmış göz içi basıncı, 40 yaş üzerinde olmak, yüksek miyop ya da hipermetrop olmak ve aile bireylerinde glokom hikayesi olması başlıca risk faktörleridir. Risk faktörlerine sahip olan hastaların yılda en az 1 kez muayene olmaları tavsiye edilmektedir. Glokom hastalarının büyük çoğunluğunu glokom olduğunu bilmeyen kişilerin oluşturduğu düşünüldüğünde rutin göz muayenesinin önemi çok daha iyi anlaşılmaktadır.

  • Glokom için kimler risk grubunda?

Artmış göz içi basıncı, 40 yaş üzerinde olmak, yüksek miyop ya da hipermetrop olmak ve aile bireylerinde glokom hikayesi olması, şeker hastalığı, ince kornea kalınlığı, kortizon kullanımı glokom için önemli risk faktörleridir.

  • Glokom tanısı için neler gerekli?

Glokom tanısı ayrıntılı bir göz muayenesi, göz içi basıncı ölçümü, görme alanı muayenesi ve göz sinirinin ayrıntılı değerlendirilmesi ile koyulabilir. Tek bir muayene glokom tanısını koymada yeterli olmayabileceğinden düzenli aralıklar muayene önem kazanmaktadır.

  • Glokom tedavisi görmeyi iyileştirmede etkili mi?

Glokom ilerleyici görme alanı kaybı yarattığından glokom tedavisi ile bu ilerleme yavaşlatılabilir ya da durdurulabilir. Tedavi ile glokoma bağlı gelişen görsel fonksiyon kaybı geriye döndürülemez.

  • Yeni doğan bebeklerde glokom görülür mü?

Glokom, yeni doğan bebekler dahil her yaş grubunu etkileyebilmektedir. Özellikle yeni doğan bebeklerde aile hikayesi, ışığa karşı hassasiyet, gözde sürekli sulanma ve normalden daha geniş kornea çapı varlığında glokom akla gelmelidir.

Ekonomik kaygı ile nasıl başa çıkılır?

Ekonomik kaygı ile nasıl başa çıkılır?

Son zamanlarda cevabını bilemediğimiz sorularla belirsizlikler içerisindeyiz. ‘’Kazandığım para ile geçimimi sağlayabilecek miyim? İhtiyaçlarımı rahatlıkla karşılayabilecek miyim? Keyif alanlarıma yer ayırabilecek miyim? ’’ gibi cevabını aradığımız belirsiz düşüncelere yoğun bir şekilde maruz kalmaktayız.  İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Psikoloji Uzmanı Kln. Psk. Müge Leblebicioğlu Arslan, ekonomik kaygı hakkında açıklamalarda bulundu.

 Kişiler olumlu ya da olumsuz fark etmeksizin yeni bir durumla karşılaştıklarında kaygı belirtileri gösterebilirler. Kaygı duygusu, dışarıdan gelen tehdidin tam olarak ne olduğunun bilinmemesi ve geleceğe yönelik sınırların belirsiz olmasından kaynaklı hissettiğimiz bir duygudur. Buradan baktığımızda kişilerin algıladıkları ekonomik durumlarının ve yaşadıkları ülkenin ekonomik dalgalanmalarının, ruh sağlıkları üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu söylenilebilir.

Pause Sağlık, Pause Dergi

Psikoloji Uzmanı Kln. Psk. Müge Leblebicioğlu Arslan

Ekonomik dalgalanmalar kişilerin yaşamlarını olumsuz etkiliyor

Hayat aslında belirsizlikler üzerine kuruludur. Bu belirsizlikler ister olumlu olsun ister olumsuz, belirsiz olan her durum kişilerde bir takım olumsuz duyguları tetikleyebilir. Belirli düzeyde hissedilen kaygı aslında sağlıklı bir duygudur. Bizi motive eder, tehlikelere karşı kendimizi ve çevremizdekileri korumamıza ve önlemler alarak hayatta kalmamıza yardımcı olur. Örneğin; bu durumda kaygı kişiyi çalışmaya, planlamaya, sorgulamaya, gelişmeye ve birikim yapmaya itebilirken daha yoğun hissedilen kaygı ise kişinin yaşamdan aldığı doyumu olumsuz yönde etkileyebilecek düşünce ve davranışlara itebilir. Dolayısıyla hissedilen kaygının yoğunluğu ve kişinin günlük hayatındaki işlevselliği üzerindeki etkisinin, ruh sağlığı üzerinde belirleyeci bir faktör olduğu söylenebilir. Rutinler kişilerin olumsuz duygularla baş edebilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Kişiler içinde bulundukları belirsizliği gün içindeki rutinleriyle farkında olarak ya da farkında olmadan belirli hale getirirler. Örneğin, sabah belli saatlerde uyanmak, işe gitmek, işten sonra dışarıda bir şeyler içmek ya da yemek yemek, spor yapmak, sosyal aktivitelerde bulunmak, belirli zamanlarda seyahat etmek, alışveriş yapmak, hobileriyle ilgilenmek gibi tüm bu aktiviteler kişilerin hayatındaki motivasyonel rutinler arasında yer alabilir. Kişilerin yaşamlarındaki bazı faktörler mevcut rutinleri üzerinde engelleyici ya da bozucu rol oynayabilmektedir. Ne yazık ki günümüzde gerek Pandemi koşulları gerekse mevcut ekonomik dalgalanmalar, kişilerin günlük rutinlerini gerçekleştirebilmesini zorlaştırabilmekte hatta rutinleri üzerinde bozucu etkiye neden olabilmektedir.

Ekonomik kaygıyla başa çıkmada neler yapılabilir?

Geçmişe ve geleceğe yönelik hatalı düşünceler yerine gerçekçi ve işlevsel düşüncelere odaklanın. Olumsuz duygular karşısında duygusal yeme ya da duyguları bastırma gibi işlevsel olmayan tutumlardan uzak durmak son derece önemlidir. Bu süreçte duygu ve düşünceleri ifade etmek, aile ya da yakın arkadaşlardan maddi veya manevi destek talep etmek, duygu paylaşımında bulunmak ve sevdiklerimizle vakit geçirmek gibi aktivitelerin olumsuz duygunun azalmasında önemli bir faktör olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte yeterince iyi uyumak, düzenli beslenmek, kişiyi rahatlatacak yoga, meditasyon ya da gevşeme egzersizleri gibi tekniklerden faydalanmak da işlevsel baş etme yöntemleri arasında yer almaktadır.

  • Ekonomik durumunuzu daha verimli bir şekilde yöneteceğiniz yolları değerlendirin

Ekonomideki belirsizlik ve tutarsızlıklar karşısında kişilerin ekonomik durumlarına göre yeniden planlama yapmaları oldukça önemlidir. Planlamalar başlangıçta kişide endişe ve ümitsizlik uyandırsa dahi özellikle öncelikli ödeme planlarının yapılması ve giderlerin yeniden değerlendirilmesi gibi çözüm arayışlarının kişiyi uzun vadede rahatlatabildiği görülmektedir.

  • ‘’Ya Hep Ya Hiç” yapmak yerine rutinlerinizi yeniden düzenleyin

Mevcut sürdürülebilir rutinlere mümkünse devam edebilirsiniz. Devam edilmesi maddi ya da manevi açıdan güçlük oluşturan rutinler yerine yeni rutinler oluşturmak kişilerin olumsuz duygu durumları üzerinde rahatlatıcı bir etki oluşturabilmektedir. Örneğin; maliyeti yüksek bir spor salonuna gitmekten tamamen vazgeçmek yerine ekonomik durumunuza uygun bir spor salonuna gitmek, evde spor yapmak ya da açık alanda yürüyüş yapmak gibi yeni rutinler oluşturmak kişilerin iyi olma halinde önemli bir rol oynamaktadır.

  • Sosyal medyanın aşırı kullanımından uzak durun!

Gün içerisinde gerek gazetelerde gerekse televizyon gibi kitle iletişim araçlarında ve sosyal medya kanallarında ekonominin durumu hakkında çok fazla olumsuz habere maruz kalmaktayız. Olumsuz bir durum, duygu ya da düşünceye sürekli olarak maruz kalmak kişilerde kaygıyı tetikleyebilmekte hatta var olan kaygıyı arttırabilmektedir. Bu noktada sınırlandırmanın, kaygı belirtileri üzerinde olumlu bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Burada kast edilen var olan gerçekliği inkâr etmek ve görmezlikten gelmek değildir. Tabii ki de kişiler birtakım bilgiler edinmeli ve gündemi takip etmelidirler. Ancak yoğun kaygı oluşturacak içeriklere sınır getirmek ve aşırı maruz kalmaktan kaçınmak kişilerin iyi olma halinin artmasında önemli bir etkiye sahiptir. Örneğin, ‘’ sabahları kalktığımda 10 dakika haberlere bakacağım.’’ şeklinde kişi kendi yaşam düzenine göre medya kullanımına sınırlama getirebilir.

Ancak tüm bunlara rağmen kişi mevcut durumla baş etmekte güçlük yaşıyorsa, kişinin duygu yoğunluğunda bir azalma olmuyorsa ya da duygunun şiddeti giderek artıyorsa, ve bu durum kişinin günlük hayatını ve işlevselliğini olumsuz yönde etkilemeye başladıysa psikoterapi desteğinin alınması kişinin psikolojik iyi olma hali açısından oldukça önemlidir.