Yazılar

Pankreas kanserinde ‘kalıcı iyileşme’ oranı yükseliyor!     

Pankreas kanserinde ‘kalıcı iyileşme’ oranı yükseliyor!                   

Günümüzde ölüme en sık neden olan kanserler arasında 4. sırada yer alan pankreas kanserinin 2030 yılı itibariyle, cinsiyet ayrımı olmaksızın, 2. sıraya yükseleceği öngörülüyor. Pankreas kanserinin en ölümcül kanserlerden biri olmasının başlıca nedeni, kanserin ileri evrelere kadar çok fazla belirti vermeden sinsice ilerlemesi.  Son yıllarda pankreas kanserinde yaşam süresinin uzaması, hatta kalıcı iyileşme sağlanan hasta grubunda ciddi bir artış yaşanması ise yürekleri ferahlatıyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Mert Erkan, son yıllarda ‘tanı konulan her hasta kaybedilir’ düşüncesinin tedavide yaşanan önemli gelişmeler ile yıkılmaya başladığına dikkat çekerek, “Pankreas kanserinde kalıcı bir iyileşme için kemoterapinin yanı sıra tümörün ameliyatla mutlaka çıkarılması gerekiyor. Ancak bu kanser türü genellikle ileri evrelerde tespit edilebildiği için hastaların çoğu ameliyat şansını yakalayamıyorlardı. Son yıllarda folfirinox protokolü olarak adlandırılan üç kemoterapötik ilacın eş zamanlı kombinasyonu ve etkin kemoterapi uygulamaları ile uygun hastalarda tümör küçültülerek ameliyat edilebilir boyuta getirilebiliyor. Bu sayede pankreas kanserinde ameliyat edilebilen hasta oranı yüzde 20’den yüzde 50 gibi yüksek bir orana yükseldi” diyor.  Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Mert Erkan, kanserin görülebilir uzak metastaz yapmadığı aşamada saptanan hastalarda, etkili kemoterapi ve cerrahi tedavi ile 5 yıllık sağ kalım oranının artık yüzde 50’yi aştığına dikkat çekiyor.

Prof. Dr. Mert Erkan

Genellikle ileri evrelerde yakalanıyor, çünkü…

Pankreas kanseri sıklıkla ileri evrelere kadar belirti vermeden sinsi bir şekilde ilerliyor. Ayrıca hazımsızlık ile bel ağrısı gibi en sık görülen belirtileri de safra kesesi taşı, omurga ve böbrek problemleriyle ilgili olduğu sanılarak hastalar tarafından uzun süre ciddiye alınmıyor. Bu sürede pankreas kanseri metastaz yapmaya, yani başka organlara sıçramaya zaman buluyor.

Kalıcı şifa için ‘ameliyat’ şart!

Cerrahi tedavi  veya kemoterapi pankreas kanserini tek başına kalıcı olarak ortadan kaldırmak konusunda yeterli olmuyor. Yani, cerrahi tedavi yapılamayan hastalarda kemoterapi ile sağ kalım süresi uzatılıp hayat kalitesi artırılabilse bile kür şansı maalesef bulunmuyor. Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Mert Erkan, pankreas kanseri tanısı alan hastalarda kalıcı bir iyileşmenin ancak etkili kemoterapi ve etkili cerrahinin bir arada kullanılmasıyla mümkün olduğunu söylüyor.

Bu tedavi protokolü hayat kurtarıyor!

2012 yılında kullanıma giren folfirinox protokolü (üç kemoterapötik ilacın eş zamanlı kombinasyonu) ile başlayan etkin kemoterapi uygulamaları sayesinde pankreas kanserinde ilk defa, hastalığı yavaşlatmanın ötesinde, geriletebilen bir sonuca ulaşıldı. Folfirinox tedavisi öncesinde, ilk tanı anında hastaların yaklaşık yüzde 50’si uzak metastaz nedeniyle, yüzde 30’u ise tümör lokal  olarak ileri olduğu için ameliyat olamıyor ve sadece yüzde 20’si ameliyat şansını yakalıyordu. Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Mert Erkan, üçlü kemoterapi protokolünün pankreas kanserinde tedavinin kurallarını tümden değiştirdiğine dikkat çekerek, sözlerine şöyle devam ediyor, “Etkin kemoterapi sayesinde, lokal ileri hastalığı olan üçte birlik grubun büyük bir kısmı kemoterapi sonrasında tümörleri küçülünce, tekrar ameliyat edilebilir hale gelebiliyor. Bu sayede pankreas kanserinde ameliyat edilebilen hasta oranı yüzde 20’den yüzde 50’ye yükseldi. Üstelik kemoterapi sonrasında ameliyat edilebilen hastalar ile ilk tanı anında ameliyata aday olabilen hastalar arasında sağ kalım açısından da bir fark bulunmuyor”

Prof. Dr. Mert Erkan

Kapalı yöntemle ameliyat sayısı artıyor!

Pankreas kanserinde tümörün yerleşimine göre kabaca ‘üç standart ameliyat’ yapılıyor. Tümörlerin yaklaşık üçte ikisi pankreasın  baş kısmında yerleşik oluyor. Pankreasın baş kısmı, on iki parmak bağırsağı, safra kesesi ve safra yollarının alt ucunun bir arada çıkarıldığı ‘Whipple ameliyatı’ en sık yapılan ameliyatlardan. Ayrıca gövde ile kuyruk yerleşimli tümörler nedeniyle pankreasın gövde ve kuyruğunun sıklıkla dalakla birlikte çıkarılması, özel durumlarda da pankreasın tümünün çıkarılması,  diğer standart ameliyatları oluşturuyor.  Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Mert Erkan, pankreas kanserine yönelik ameliyatların günümüzde giderek artan bir oranda açık cerrahiden ‘minimal invaziv cerrahi’ denilen kapalı türde ameliyatlara kaydığını vurguluyor. Prof. Dr. Mert Erkan, kapalı ameliyatların endikasyonuna göre laparoskopik veya robotik olarak gerçekleştirildiğini belirterek, “Damar ameliyatlarıyla beraber yapılması gereken ileri evre tümörlerde açık cerrahi hala daha etkin bir saha hakimiyeti sağladığı için tercih ediliyor. Ancak artan tecrübe ve gelişen cihazlarla beraber laparoskopik ve robotik olarak yapılan ameliyatların sayısı da günden güne artıyor. Bu ameliyatların kapalı yöntemle yapılabilmesi hastaya sadece kozmetik değil, daha az ağrı ve daha çabuk iyileşme gibi önemli avantajlar sağlıyor” diyor.

Kanser hakkında yanlış bilinenler!

Kanser hakkında yanlış bilinenler!

Son yıllarda görülme sıklığı giderek yaygınlaşan, çağın korkutan hastalığı olmaya devam eden kanser oluşumunda genetik etkenlerin yanı sıra çevresel faktörler de büyük rol oynuyor. Sigara ve alkol kullanımından güneşin zararlı ışınlarına maruz kalmaya, sağlıksız beslenmeden hareketsizliğe, stresten yüksek dozda röntgen ışınları ve kimyasal maddelerle temasa dek bir çok etken kanserin görülme sıklığının artmasına neden oluyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Özge Gümüşay, kanserin dünya genelinde önemli bir sağlık sorunu olmaya devam ettiğini belirterek “2023 yılında yayınlanan istatistiklere göre; erkeklerde hayat boyu kansere yakalanma olasılığı yaklaşık yüzde 41, kadınlarda yüzde 39’dur. Kanser tanısı alan kişiler tanıyı öğrendikten sonra kaygı, korkuya kapılıyor ve akıllarında pek çok soru oluyor. Toplumda kanser tanı ve tedavisinde doğru olmayan bazı inanışlar da bu süreci zorlaştırıyor” diyor. Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Özge Gümüşay, kanser hakkında doğru sanılan 9 yanlışı sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Özge Gümüşay

“Alternatif tedavi” yöntemleri zararsız hatta yararlıdır: YANLIŞ!

DOĞRUSU: “Alternatif tedavi” olarak adlandırılan yöntemler ve bitkisel ürünler, kanser tedavisinde kullanılan tıbbi yöntemlerin yerini alamazlar ve hastalığın seyrini olumsuz etkileyebilirler. Kanser hastalarında en sık kullanılan alternatif tedavi bitkisel ilaçlardır. Bitkisel ürünler, kanser tedavisinin etkinliğini azaltabilir veya yan etkilerini artırabilir. Ayrıca, bazı bitkisel ürünlerin güvenilirliği ve kalitesi konusunda sorunlar olabilir. Bu nedenle kanser tedavisi sırasında onkoloji doktorunuzun önerisi olmadan bu tür ürünleri kullanmamalısınız.

Kanser tedavisi sürecinde sürekli istirahat gerekir: YANLIŞ!

DOĞRUSU:  Yapılan çalışmalar; hastaların kemoterapi alırken kısa yürüyüşler gibi egzersiz yapmasının hem tedaviye uyumunu hem de tedavi başarısını artırdığını göstermektedir.  Hastanın tedaviden sonraki günlerde halsizliği ve yorgunluğu olabileceğinden istirahat etmelerinde sakınca bulunmasa da, tedavi boyunca hareketsiz kalmamaya, kendilerini yormayacak şekilde egzersiz yapmaya dikkat etmeleri önerilir.

Sağlıklı yaşam tarzı kanseri tamamen önler: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Kanser, hücrede gelişen bir anormallik sonucu kontrolsüz hücre çoğalmasıdır. Kanser gelişiminde çevresel ve genetik faktörler rol oynar. Bu nedenle kanser riskini tamamen ortadan kaldıramasak da, sağlıklı bir yaşam tarzına sahip olarak ve çevresel risk faktörlerini azaltarak kansere yakalanma riskini azaltabiliriz.

Biyopsi kanserin yayılımına neden olur: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Kanser şüphesi ile başvuran hastadan alınan biyopsi, kanser tanısının konulmasında gerekli bir yöntemdir. Tanının yanı sıra hastalığın alt tipinin belirlenmesi, bazı ilaçların etkinliği için bir takım göstergelerin saptanması ve genetik testlerin uygulanması için de biyopsi yapılması şarttır. Biyopsi ile hastalığın yayılacağı inancı doğru değildir. Biyopsi yapılmadığı zaman tanı ve tedavi gecikir.

Kanser tedavisi sadece kemoterapi ve radyoterapiden ibarettir: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Kanser tedavisinde kullanılan yöntemler, hastalığın türüne, evresine ve hastanın genel sağlık durumuna göre değişebilir. Kemoterapi ve radyoterapi, kanser tedavisinde kullanılan yöntemlerden sadece ikisidir. Bunun dışında hedefe yönelik ilaçlar, immünoterapi gibi tedaviler ile kanser tedavisinde yüz güldürücü sonuçlar elde edilmektedir. Kanser tedavisinde cerrahi müdahale, hastalığın türüne ve evresine göre uygulanmaktadır.

Kanser tedavisi sırasında hasta her istediği gıdayı tüketebilir: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Özge Gümüşay “Kemoterapi tedavisi sırasında ilaçlar ile etkileşimi olan greyfurt ve nar gibi bazı gıdaların tüketilmesi önerilmez. Genel olarak dengeli ve çeşitli bir beslenme, hastanın sağlığını ve bağışıklığını korumaya yardımcı olabilir. Kemoterapi tedavisi sırasında alkol kullanımından kaçınılmalıdır. Vitamin ve mineral takviyeleri de, kanser tedavisinin etkinliğini azaltabileceği veya yan etkilerini artırabileceği için vitamin ve mineraller gıdalardan doğal yolla alınmalıdır. Hastada vitamin eksikliği saptanması halinde kanser tedavisini veren onkoloji uzmanına danışmak gerekir” diyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

Kanser tedavisi sırasında hastalar izole olmalıdır: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Kanser tedavisi için verilen kemoterapi bağışıklık sistemini zayıflatır. Her tedavinin bağışıklık sistemine yan etkisi farklılık gösterir. Hastaların tedavi sırasında enfeksiyon riskini azaltmak için toplu taşıma gibi kalabalık yerlerde maske kullanımına dikkat etmesi, sık sık el yıkaması önem taşır. Ancak hastanın tedavi boyunca tamamen odasında izole olması gerekmez. Enfeksiyonu olmayan yakınları ile birlikte zaman geçirebilir. Hastanın sosyalleşmesi ve sevdikleri ile zaman geçirmesi tedavi sürecine uyuma ve psikolojik açıdan daha iyi hissetmesine yardımcı olacaktır.

Kanser tedavisi sonrasında hastalık tekrar edecektir: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Kanser tedavisi sonrasında hastalığın tekrar edeceği şeklinde bir kaygıyla karamsarlığa kapılmamalıdır. Hastalığın tekrar etme riski olsa da bu risk oranı her hastada farklıdır. Hastalığın başlangıç evresi, tümörün alt tipi, tümörün davranışı ve hastanın aldığı tedaviler kanserin tekrarlama riskini belirler. Hastalar kanserin tekrarlama riskini azaltmak için doktorlarının önerdiği tedavileri almalı ve sağlıklı bir yaşam alışkanlığı oluşturmalıdır.

Kanser olan kişilerin aile üyeleri de kansere yakalanacaktır: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Özge Gümüşay “Kanserin kalıtsal olduğu düşünülse de, çoğu kanserin kalıtsal olmadığı bilinmektedir. Ailede kanser öyküsü fazla olan hastalarda kalıtsal yatkınlık genetik testler ile belirlenebilir. Kanser riskini artıran mutasyona sahip bireyler kanser gelişimi açısından yüksek riskli olup mutasyonun tipine göre özel tarama programlarına alınır” diyor.

Organ naklinin önündeki tek engel nedir?

Organ naklinin önündeki tek engel nedir?

Avrupa’da organ nakillerinin yüzde 80’i kadavradan yüzde 20’si canlıdan yapılıyor. Ülkemizde ise tam tersi bir durum yaşanıyor. Türkiye, canlıdan nakilde yüzde 80 ile dünya lideri olarak başı çekerken, kadavradan nakilde ise sonlarda yer alıyor. Organ bağışının önündeki en büyük engeli yanlış bilgiler oluşturuyor! İşte bu yanlışlara karşı toplumu bilgilendirmek ve organ nakli listesinde bekleyenleri yeniden hayata döndürebilmek için ülkemizde her yıl 3-9 Kasım Organ Bağışı Haftası kapsamında farkındalık etkinlikleri yapılıyor. Ülkemizde halen 26 bin 892 kişinin organ bekleme listesinde yaşama tutunmaya çalıştığını belirten Acıbadem Ataşehir Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Berber “Ülkemizde 2023 yılı itibarıyla toplam 4192 kişiye organ nakli yapılmıştır. Bu nakillerin 3652’ si canlı vericili, yalnızca 540’ı kadavra vericidendir. Kadavradan organ bağışının bu kadar düşük olmasının tek bir nedeni olabilir, o da bu konunun halkımıza tam olarak anlatılamamasıdır” diyor. Prof. Dr. İbrahim Berber ve Prof. Dr. Ülkem Çakır, Türkiye’nin kadavradan organ bağışında Avrupa ülkelerinden çok geride olmasına yol açan, toplumda doğru sanılan 5 hurafeyi anlattı, organ bağışı yapmak isteyenlere ve ailelere çok önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

Prof. Dr. İbrahim Berber

Beyin ölümü gerçekleşmeden organları alabilirler: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Bu yanlış inanış kadavradan nakilin önündeki en büyük engellerden biri. Oysa bitkisel hayatta solunum devam ettiğinden bu hastalar aylarca ya da yıllarca yaşayabilirken, bazen iyileşerek normale dönebiliyorlar. Kişi nefes aldığı müddetçe kendisine bütün tıbbi tedavilerin uygulandığını, beyin ölümünde ise tüm tıbbi desteğe rağmen hastanın hayata dönmesinin kesinlikle mümkün olmadığını belirten Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Berber “Yoğun bakım ünitelerinde beyin ölümü gelişen kişilere verilen tüm tıbbi desteğe rağmen ortalama 24-36 saat sonra tüm organlar fonksiyonlarını kaybederler. Sadece beyin ölümü gerçekleşen bir kişinin organları nakil bekleyen hastalara nakledilebilmektedir. Bu donörlerde organlar fonksiyonlarını kaybetmeden önce, en kısa süre içerisinde organların alınarak bekleyen hastalara nakledilmesi gerekir. Tüm süreç Sağlık Bakanlığı denetimindedir. Bu konuda hiçbir endişeye gerek yoktur” diyor.

Organ bağışı günahtır: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Ülkemizde pek çok kişi günah olduğunu sanarak organ bağışına sıcak bakmıyor. Hatta kişi hayattayken, vefatı sonrası başkalarına can vermek üzere organlarını bağışlamış olsa bile, ailesi izin vermezse gerçekleştirilemiyor. Ancak İslam dini dahil büyük dinlerin çoğu organ bağışını destekliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu her fırsatta organ naklinin caiz olduğunu belirterek, organ bağışı ile bir veya birçok insana hayat vermenin büyük sevap olduğunu vurguluyor.

“Ben organlarımı bağışladım, aileme söylemeye gerek yok”: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Kişinin hayattayken, vefatı sonrası organlarını bağışlamış olması yeterli olmuyor. Zira pek çok organ bağışı, kişinin beyin ölümüne rağmen aile üyelerinin bu bağışı kabul etmemesi nedeniyle gerçekleşemiyor. Prof. Dr. İbrahim Berber, ülkemizdeki yasalar gereğince, kişinin organ bağışı kartı olsa bile aile üyelerinin izin vermemesi durumunda organların alınamadığını belirterek “Bu nedenle hayattayken, organlarınızı bağışladığınızı ailenizden saklamayıp, olası bir vefat durumunda, organlarınızla başkalarına hayat vermek istediğinizi söylemeniz gerekiyor. Organ bağışlamaktan vazgeçerseniz de bunu ailenize söylemeniz yeterli” diyor.

Organımı bağışlarsam sağlığım bozulabilir: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Böbrek ve karaciğer nakli canlı vericiden de yapılabiliyor ancak “karaciğerimin bir kısmını ya da böbreğimin birini bağışlarsam sağlığım olumsuz etkilenebilir” endişesi nedeniyle mesafeli bakılabiliyor. Oysa karaciğer kendini yenileyebilen bir organ olduğundan dolayı, canlı bir donörün karaciğerinin bir kısmını bağışlamasının sağlığı üzerine olumsuz bir etkisi olmadığını, yapılan titiz ve detaylı incelemelerde eğer sağlık açısından bir risk tespit edilmezse böbrek vericisi olmanın da ileride hiçbir sıkıntı çıkarmayacağını vurgulayan Nefroloji Uzmanı Prof. Dr. Ülkem Çakır, tek böbrekle de uzun ve sağlıklı bir ömür sürülebileceğini söylüyor.

Yanlış: Vücut bütünlüğü bozulur: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Berber, “Kadavra donörden yapılan nakil operasyonunda kadavra donörün cerrahisi, sanki yaşayan bir hastaymışçasına son derece özenli yapılır, dışarıdan bakıldığında vücut bütünlüğünün bozulmamasına büyük özen gösterilir. Ameliyat kesileri yine aynı özenle, estetik dikişlerle dikilerek kapatılır. Alınan organlar alıcı adaylarının bulunduğu merkezlere getirilir ve burada nakil gerçekleştirilir” diyor.

 Türkiye’de 26 bin 892 kişi organ bekliyor

Prof. Dr. Ülkem Çakır, Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre ülkemizde halen 26 bin 892 kişinin organ nakli listesinde, kadavradan organ bağışıyla hayata dönmeyi beklediğini belirterek “An itibarıyla ülkemizde bekleme listesindeki 26 bin 892 kişi her an bulunacak organla hayata yeniden başlamanın hayalini kurmaktadır. Bu hastalardan 1290’ı kalp, 157’si akciğer, 2376’sı karaciğer, 22.775’i böbrek, 285’i pankreas beklemektedir. Unutmayalım ki bırakacağınız en güzel miras hayatta iken yapacağınız organ bağışıdır” diyor.

‘Meme onarımı’ ameliyatı

‘Meme onarımı’ ameliyatı

2020 yılında dünya genelinde 2 milyon 300 bin yeni meme kanseri tespit edilmiş. Bu sayı, yaklaşık olarak her 8 kadından 1’inin meme kanseri olduğunun da göstergesi. Meme kanserinin görülme oranı geçmiş yıllara göre giderek artıyor. Ancak meme kanseri yaygınlaşırken tedavideki başarı oranlarının yükselmesi de dikkat çekiyor. Uzmanlar bu durumda, kadınların bilinçlerinin artmasının ve tarama programlarına daha sık başvurmalarının önemli bir payı olduğunu söylüyorlar. Tarama programları sayesinde erken teşhis oranı yükseliyor, erken teşhiste tedavi başarısı daha yüksek olduğu için kadınların hayata tutunma oranı artıyor.

Hastalık artıyor ama tedavi başarısı da yükseliyor

Meme kanserinin tedavisinde farklı yöntemler olsa da cerrahi tedavi hala önemli bir yer tutuyor. Tedavide hastaların büyük bir bölümünde, dişilik sembolü olarak algılanan meme korunabiliyor. Ancak yine de bazı durumlarda memenin kısmi veya tümüyle alınması gerekebiliyor. Kanserle savaşmak gibi zorlu bir mücadeleye meme kaybı sonrasında estetik kaygılar de eklenince, hastalarda özgüven kaybından ciddi travmaya kadar uzanan önemli sorunlar gelişebiliyor. Aslında meme kanseri sebebiyle memede oluşan deformasyonlar ve meme kaybı  ‘meme onarımı ameliyatı’ ile başarıyla düzeltilebiliyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Bülent Saçak, meme onarımı ameliyatlarında doğal görünüme oldukça yakın sonuçlar elde edilebildiğine işaret ederek, “Meme onarımı; protez, doku genişletici ve doku transferi gibi çeşitli yöntemlerle yapılıyor. Bu ameliyatların yöntemleri ve zamanlamaları; hastaların genel sağlık durumları, bireysel ihtiyaçları ile tercihleri gibi çeşitli etkenler göz önünde bulundurularak planlanıyor. Meme onarımı ameliyatı sayesinde hastalar özgüvenlerine yeniden kavuşuyor ve yaşamlarına daha sağlıklı devam edebiliyorlar” diyor.

Prof. Dr. Bülent Saçak

Aynı anda veya geç zamanlı onarım

Cerrahi olarak tamamı veya bir kısmı alınan memenin tekrar bir bütün haline getirilmesi ‘meme onarımı’ olarak adlandırılıyor. Meme onarımı; mastektomi (memenin alınması) ile aynı anda ve geç zamanlı olmak üzere iki şekilde yapılabiliyor. Onarımın zamanlamasında kişisel tercihler ve hayat tarzı önemli olsa da; hastanın yaşı, genel sağlık durumu, kanserin evresi, ameliyat sonrası radyoterapi ve/veya kemoterapi alınıp alınmayacağı gibi pek çok nokta da göz önüne alınıyor. Mastektomi ile aynı anda onarımla hastalıklı olmayan meme cildi ve bazı durumlarda meme ucu korunarak normale yakın, oldukça tatmin edici meme görünümü elde edilebiliyor. “Aynı anda yapılan meme onarımıyla hastalar ikinci kez ameliyattan kurtuluyorlar. Daha da önemlisi meme kaybı yaşamadıkları için psikolojik ve sosyal zorluklar çekmiyorlar” diyen Prof. Dr. Bülent Saçak, sözlerine şöyle devam ediyor: “Öte yandan ameliyat ve hastanede yatış süreleri, iş ile normal hayata dönüş zamanları göreceli olarak daha uzun oluyor. Geç onarımda edilen estetik sonuçlar ise mastektomi ile aynı anda onarımla karşılaştırıldığında her zaman daha az tatmin edici kalıyor.”

Meme ucu yapılabiliyor

Mastektomi ile meme ucunun da alındığı hastalarda ameliyattan ve ışın tedavisi de uygulanacaksa ışın tedavisinin bitiminden 4-6 ay sonra, lokal anestezi altında, lokal deri flepleriyle meme ucu oluşturulabiliyor. Meme ucunu çevreleyen ve areola olarak adlandırılan, meme cildinin diğer kısımlarıyla ton farkı olan bölge ise tatuaj işlemiyle başarıyla yapılıyor. İlerleyen dönemde, iyileşme tamamlandıktan sonra belirgin olan asimetriler varsa, bunları gidermek, görünümünü iyileştirmek için iz düzeltimi, meme dikleştirme ve yağ grefti uygulaması yapılabiliyor.

Prof. Dr. Bülent Saçak

Meme onarımında üç yöntem

Meme onarımı; protezler, hastaların kendi dokuları ve her iki yöntemin birlikte kombine edildiği, temel olarak üç yöntemle gerçekleştirilebiliyor. Prof. Dr. Bülent Saçak, bu yöntemleri şöyle özetliyor:

Protezler ile onarım: Vücudun başka bir kısmından doku almadan, silikon protezler ile meme onarımı yapılabiliyor. Bu metot için hastanın isteği kadar uygunluğu da önem taşıyor. En uygun hastalar vücudunda başka bir bölgeden ameliyat istemeyen, meme cebi yeterli, radyoterapi almamış/almayacak hastalar oluyor.

Hastanın kendi dokularıyla onarım: Vücudun başka kısımlarından alınan dokuların taşınarak şekillendirilmesi ile yapılan onarımdır. Hastanın kendi dokularıyla gerçekleştirilen onarım, dokuların benzer nitelikleri nedeniyle doğala en yakın sonuçları veriyor. Vücutta en sık başvurulan doku kaynağı karın bölgesi oluyor. Ayrıca kalça, sırt ve uyluk, diğer özdoku kaynaklarını oluşturuyor.

Her iki yöntemin kombine edilmesi: Her iki tekniğe ait olumsuzlukların diğer metodun yardımıyla ortadan kaldırılması prensibine dayanıyor. İki tekniğin risklerini de içerdiği için günümüzde en az tercih edilen yöntemdir.

İyileşme süresi 3-4 haftayı buluyor

Hastanın günlük yaşam aktivitelerine dönüş süresi, tercih edilen onarım yöntemine bağlı olarak değişmekle birlikte, genellikle 3-4 haftayı buluyor. Birçok onarım yönteminde, ameliyat bölgesindeki kan ve sıvıları dışarı almak için kullanılan drenler 1-2 hafta içinde sonlandırılıyor. Hastanın ilk 3 hafta içinde, işlem yapılan taraftaki omuz ve kol hareketlerini kısıtlaması iyileşmeyi hızlandırıyor ve ağrıyı azaltıyor. Yürüyüş gibi basit egzersizlere hemen ilk günden itibaren başlanabilirken, pilates ve ağırlık kaldırma gibi kompleks egzersizler için 2 ay kadar beklemek gerekebiliyor.

Jinekolojik kanserlere karşı 3 önemli kural!

Jinekolojik kanserlere karşı 3 önemli kural!

Dünyada kadınlarda görülen her beş kanserden birini jinekolojik kanserler oluşturuyor. Jinekolojik kanserler her yıl kabaca bir milyon kadında teşhis ediliyor ve yüzbinlerce ölüme neden olabiliyor. Rahim, yumurtalık ve rahim ağzı kanserleri, jinekolojik kanserlerin yüzde 95 gibi büyük bir oranını kapsıyor. Ülkemizde de sık görülen jinekolojik kanserlerde ölüm oranı yüksek olsa da aslında erken teşhis ve tedavi hayat kurtarıyor! Acıbadem Ataşehir Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Fuat Demirci, her yıl düzenli olarak yapılan jinekolojik muayenelerin kadın kanserlerinin önlenmesinde veya erken teşhis edilmesinde en önemli faktörü oluşturduğuna dikkat çekerek, “Bu nedenle, her kadının hiçbir yakınması olmasa dahi 21 yaşından itibaren jinekolojik muayene yaptırmayı ihmal etmemesi gerekiyor. Ayrıca adet düzeninde değişiklik, anormal kanama, ağrı, akıntı ve ilişki sırasında oluşan kanamalarda mutlaka hekime başvurulmalı. Bunların yanı sıra jinekolojik kanserlere yol açan risk faktörlerinin bilinmesi ve bu yönde önlem alınması önem taşıyor. Bu üç faktör jinekolojik kanserlerde yaşam kurtarıyor” diyor.

Prof. Dr. Fuat Demirci

RAHİM KANSERİ

Rahmin iç dokusundan kaynaklanan ve genellikle menopozdan sonra oluşan rahim kanseri erken dönemde tespit edilebilen bir hastalık. Ülkemizde yumurtalık ve rahim ağzı kanserinden daha sık görülen rahim kanserinin tedavisine erken dönemde başlandığında başarı oranı oldukça yükseliyor.

Belirtileri: Menopoz döneminde oluşan vajinal kanama, adet gören kadınlarda ise düzensiz kanamalar ve ara kanamalar, rahim kanserinin tipik belirtilerini oluşturuyor.

Erken tanı için: Rahim kanseri hastaların yüzde 75’inde erken dönemde teşhis edilebiliyor. Dolayısıyla adet gören kadınların düzensiz veya ara kanamalarda, menopoz sonrasında ise bir kez oluşsa dahi vajinal kanamalarda hekime başvurmaları büyük önem taşıyor.

Tedavisi: Erken dönemde rahmin alınması yeterli geliyor ve hayat kurtarıcı oluyor. İleri evrelerde ise rahim, yumurtalıklar, omentum ve lenf düğümlerinin alınması gerekiyor. Prof. Dr. Fuat Demirci, cerrahi tedaviye destek için radyoterapi ve kemoterapi yöntemlerine de başvurulduğunu belirterek, “Son yıllarda hastaları pelvik ve paraaortik (karında büyük damarların etrafındaki lenf düğümleri) lenf düğümünün alınmasından korumak amacıyla laparoskopik sentinel lenf nod örneklemesi yapılıyor. Ayrıca moleküler tekniklerle gerçekleştirilen değerlendirmelerde konvansiyonel yöntemlerle atlanma olasılığı olan hastalar etkili biçimde tedavi edilebiliyor. Sentinel lenf nod örneklemesi hastayı hem olası ameliyat komplikasyonlarından hem de lenf bezlerinin alınmasından kaynaklanan ayaklarda şişlik ve ödem gibi komplikasyonlardan koruyor” diyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

RAHİM AĞZI KANSERİ

Tıp dilinde ‘serviks kanseri’ olarak adlandırılan rahim ağzı kanseri, dünyada kadın kanserleri arasında 4. sırada yer alıyor. Dünyada her yıl yaklaşık 570 bin kadın, etkeni human papilloma virüsü (HPV) olan rahim ağzı kanserine yakalanıyor ve bu kadınların yarısı yaşamını yitiriyor. Bunun nedeni ise erken dönemde belirti vermeyen bir hastalık olması. Rahim ağzı kanseri aslında önlenebilen veya erken evrelerinde başarıyla tedavi edilebilen bir hastalık. Ülkemizde de uygulanan HPV aşısı rahim ağzı kanserinden korurken, smear testi de kanser öncülü lezyonların erken dönemde yakalanmasına yardımcı oluyor.

Belirtileri: Rahim ağzı kanserinde erken dönemde belirtiler görülmüyor. Geç dönemde ise kanlı akıntı, ilişki sırasında kanama ve düzensiz adet kanamaları şeklinde kendini belli ediyor.

Erken tanı için: Hiçbir yakınması olmasa bile 21 yaş üzerinde ve cinsel yaşamda aktif olan kadınların düzenli aralıklarla smear testi yaptırmaları şart! Smear testinden şüpheli bir sonuç çıkarsa, HPV araştırması, kolposkopi ve biyopsi ile kanserin öncül lezyonları saptanabiliyor. Ayrıca 30 yaş üzeri kadınlarda her 5 yılda bir birlikte yapılan smear ve HPV testi de taramada kullanılıyor. Prof. Dr. Fuat Demirci, günümüzde rahim ağzı kanserinden korunmak için en önemli yöntemin HPV aşıları olduğuna işaret ederek, “HPV aşıları kız ve erkek çocuklarda 9 yaşın üzerinde yapılıyor. Ülkemizde de 9 HPV virüsünden koruyan aşıdan üst yaş sınırı olmadan tüm kadınlar faydalanabiliyor. Ancak aşı yaptıran kadınların da smear testini ihmal etmemeleri gerekiyor” diye konuşuyor.

Tedavisi: Erken dönemde rahim ağzının küçük bir kısmının koni şeklinde alınması yeterli gelirken, ileri dönemlerde ise ameliyatın müdahale alanı genişliyor. Hastalığın ilerlemiş olduğu durumlarda ameliyatın yanı sıra radyoterapi ve kemoterapi tedavisi de gerekebiliyor.

YUMURTALIK KANSERİ

Yumurtalık kanseri ülkemizde jinekolojik kanserler arasında rahim kanserinden sonra 2. sırada yer alıyor. Sinsice ilerlemesi nedeniyle hastaların büyük çoğunluğunda tanı ileri evrede konulabildiği için ölümcül kanser olarak ifade ediliyor. Aslında erken teşhis edildiğinde tedavide yüzde 80-90’lara varan başarılı sonuçlar elde edilebiliyor. Yumurtalık kanserinin yüzde 10-15’inde genetik geçiş etkili oluyor. Dolayısıyla genetik öykü varlığında gen araştırması yapılarak kadının sıkı takibe alınması büyük önem taşıyor.

Belirtileri: Yumurtalık kanseri erken dönemde belirti vermeyen bir kanser türü. İleri evrelerde ise daha çok hazımsızlık, karında şişme, bulantı ve kilo kaybı gibi mide-bağırsak sistemiyle ilişkili sorunlara yol açıyor. Gastrit, ülser ve kolit gibi hastalıklara özgü belirti vermesi nedeniyle zaman kaybı oluyor; her 3 kadından 2’sinde hastalık ileri evrede (Evre 3-4) teşhis ediliyor.

Erken tanı için: Yumurtalık kanserinde en önemli erken tanı yöntemi düzenli aralıklarla yapılan jinekolojik muayene ve ultrasonografidir. Riskli olduğu saptanan kadınlarda ise bazı kan testleri (tümör belirteçleri) ve ultrasonografik takip önem taşıyor. Ayrıca genetik risk saptanarak muayene ve takip sıklığı belirleniyor.

Tedavisi: Prof. Dr. Fuat Demirci, cerrahi yöntemin yumurtalık kanserinin temel tedavisini oluşturduğunu belirterek, “Ameliyatta amaç gözle görülebilir kanser hücrelerinin tümünü almaktır. Bu amaçla gerekirse bağırsaklardan bir kısım ve dalak da alınabiliyor. Yumurtalık kanserleri kemoterapiye iyi cevap veren tümörlerdir. Ameliyat sonrasında kemoterapiyle tedavi destekleniyor.” diyor 

Lenfoma tedavi edilebilen bir kanser türü!

Lenfoma tedavi edilebilen bir kanser türü!

Son yıllarda görülme sıklığı giderek yaygınlaşan lenfoma, bir başka deyişle lenf bezi kanseri, erişkin kanserleri arasında 7. sırada yer alıyor. Genellikle ergenlik döneminde ve 55 yaş sonrasında gelişen lenfomanın yürekleri ferahlatan özelliği ise günümüzde tedaviden oldukça başarılı sonuçlar elde edilebilmesi. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Ayşen Timurağaoğlu, lenfomanın nadir görülen bazı türleri dışında, erken teşhis ve tedaviyle tamamen iyileşme sağlanabilen bir kanser türü olduğuna dikkat çekerek, “Son yıllarda hedefe yönelik akıllı moleküllerin de kullanılmasıyla birlikte lenfoma tedavisinde önemli başarılar elde edilebiliyor. Öyle ki bazı lenfoma türlerinde yüzde 95 oranında başarı sağlanabiliyor. Ayrıca agresif türlerinde dahi hastalık kontrol altına alınabiliyor. Ancak erken tanı için tarama yöntemi olmaması nedeniyle lenfomanın belirtilerini bilmek ve zamanında hekime başvurmak gerekiyor. Lenfomanın ilk sinyali ise genellikle boyun, koltuk altı ve kasık bölgelerinde sebepsiz yere gelişen ağrısız şişlik oluyor. Bu belirtide zaman kaybetmeden hekime başvurmak yaşamsal önem taşıyor” diyor.

Lenfoma

Prof. Dr. Ayşen Timurağaoğlu

Çok sayıda alt grubu var

Vücudumuzun çeşitli bölgelerinde yer alan ve enfeksiyon hastalıklarına karşı bariyer görevi yapan lenf düğümleri bağışıklık sistemimizin önemli bileşenlerinden birini oluşturuyor. Lenfoma, lenfosit olarak adlandırılan hücrelerde gelişen kötü huylu hastalıklar olarak tanımlanıyor. Bu lenfositler vücudumuzun hemen her bölgesinde bulunuyorlar, ancak lenfomalar lenf düğümlerinin primer hastalığı oluyor. Sıklıkla da boyun, koltuk altı, kasık, göğüs ve karın boşluğunda yer alan lenf düğümlerine yerleşiyorlar. Lenfoma toplumdaki yaygın inanışın aksine tek bir kanser türü değil. Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Ayşen Timurağaoğlu, lenfomanın aslında Hodgkin ve Hodgkin dışı lenfoma olmak üzere iki ana gruba ayrıldığını belirterek, “Bunların da kendi içlerinde alt tipleri bulunuyor. Öyle ki özellikle Hodgkin dışı lenfomanın onlarca alt grubu mevcut” diyor.

Ağrısız şişlik ilk belirtisi olabilir!

Lenfomanın ilk belirtisi genellikle boyunda, kasıkta veya koltuk altında yer alan lenf düğümlerinde ele gelen şişlik oluyor. Prof. Dr. Ayşen Timurağaoğlu, lenf düğümünün büyüme hızının ise hastalığın alt tipine göre değişiklik gösterdiğine işaret ederek, şöyle devam ediyor: “Yavaş seyirli tiplerinde tümör yıllar içinde çok yavaş büyürken, hızlı seyirli lenfomalarda ise büyüme günler içinde fark edilebiliyor. Lenfomalarda, lenf düğümlerinde ağrı olması beklenmiyor, ancak lenf bezi çok hızlı büyümüşse, ağrı yapabiliyor. Yüksek ateş, gece terlemesi ve kilo kaybı lenfomalarda gelişebiliyor. Bu belirtiler genellikle hastalığın evresi ilerlediğinde ortaya çıkıyor. Hodgkin lenfomada ek olarak sebebi açıklanamayan kaşıntı olabiliyor. Bazen tanı hastanın hiçbir yakınması olmayıp başka bir hastalık için yapılan incelemelerde tesadüfen de konulabiliyor”

Pek çok etken riski artırıyor!

Lenfoma, hangi dokudan kaynaklanırsa kaynaklansın, hücrenin kendi genetiğinde olan bozukluklar nedeniyle kontrolsüz olarak çoğalmasıyla ortaya çıkıyor. Herbisit (yabani bitki öldürücü ilaçlar) ve pestisitler ile (zararlı mikroorganizmaları kontrol altına almakta kullanılan ilaçlar) uğraşmak, AIDS hastalığı, organ nakli yapılması ve genetik geçişli immün yetmezlik riski artırıyor. Helikobakter Pilori (mide mikrobu), Hepatit C ve  Ebstein Barr virüsü (öpücük hastalığı etkeni) gibi bazı virüsler de lenfoma riskini arttıran faktörlerden. İmmün sistemini etkileyen bazı ilaçlar ve bazı otoimmün hastalıklar, kronik antijenik uyarı, lenfoid sistemin sürekli sabit bir uyaranla uyarılması da lenfomanın gelişme riskini artıran etkenler olarak biliniyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

Tedavi edilebilen bir kanser türü!

Lenfomanın tanısı, büyümüş olan lenf bezlerinden birinin cerrahi olarak tamamen çıkartılarak patolojik incelenmesiyle konuyor. Uygulanacak olan tedavi protokolü alınan bu patoloji sonucuna göre planlanıyor. Hodgkin dışı lenfomaların bir kısmı çok yavaş seyirli olup, yıllarca tedavisiz izlenebiliyor. Bir kısmı ise çok hızlı ilerliyor, bu nedenle tanı konulduktan sonra hemen tedaviye başlanması büyük önem taşıyor. Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Ayşen Timurağaoğlu, günümüzde nadir görülen bazı türleri dışında lenfomaların tedavisinde yüksek başarı oranları elde edildiğini belirterek, “Lenfomalarda cerrahi tedavi hemen hiç uygulanmıyor. Kemoterapinin yanı sıra akıllı ilaçların da bulunduğu ilaç protokollerine başvuruluyor, bazı hastalarda ışın tedavisi de gerekebiliyor. Akıllı ilaçlar sayesinde yan etkiler çok azalırken, tedavinin etkinliği de bir o kadar artıyor. Bazı alt tiplerinde ise ilk tedavi sürecine yanıt alınsa bile yüksek doz tedaviyle birlikte hastanın kendi kök hücrelerinin verildiği otolog kök hücre nakline ihtiyaç duyulabiliyor” diyor.

Dünya yaşlanıyor, Sepsis oranı artıyor!

Dünya yaşlanıyor, Sepsis oranı artıyor!

Sepsis için kısa bir tanımlama gerekirse “vücuttaki en ağır enfeksiyon hali” denilebilir. Sepsiste vücut, ağır enfeksiyonlara aşırı tepki verir. Bu, öyle ileri düzeyde bir tepki olur ki, organ yetmezliğinden hayat kaybına kadar önemli sonuçlara yol açar. Halk arasında “kan zehirlenmesi” olarak da bilinen sepsisin nedeni; virüs ya da bakteriler. Peki, hayatımızın çeşitli dönemlerinde farklı nedenlerle enfeksiyon atlattığımız halde, enfeksiyon nasıl en ağır hale gelerek sepsise dönüşüyor? Hayatı nasıl tehdit edebilir hale geliyor? Önlem almak mümkün mü? Bu soruları Acıbadem Ataşehir Hastanesi Yoğun Bakım Sorumlusu Prof. Dr. İsmail Cinel’e sorduk ve sepsis hakkında bilinmesi gerekenleri öğrendik.

Dünyada her 5 kişiden birinin ölüm nedeni, sepsis! Hal böyle olunca, sepsis riskini bilmek, düşünmek ve önlem almak gerekiyor. Üstelik yalnızca tıp dünyasının değil, bireylerin de aktif olarak alabileceği önlemler var. Covid-19 pandemisi, dünya çapında enfeksiyonların yol açabileceği büyük riskleri hepimize hatırlattı. 2 yıl boyunca milyonlarca cana mal olan ve hayatımızı alt üst eden pandemi sürecinde pek çok hasta yoğun bakım tedavisi gördü. Ancak Covid-19 nedeniyle yoğun bakımda tedavi gören ve hayatını kaybeden her yüz hastadan 95’inin ölüm nedeni, Covid ilişkili sepsis oldu. Prof. Dr. İsmail Cinel, “Sepsiste vücut, enfeksiyonlara karşı anormal ve düzensiz yanıt veriyor; organların işlevi bozuluyor ve yetersiz kalıyor. Dolayısıyla sepsis, yaşamı tehdit eden klinik bir tablo haline geliyor. Sepsis, ancak yoğun bakım servislerinde tedavi edilecek bir hastalık ve yine yoğun bakımların en ölümcül hastalığı olarak kabul ediliyor” diyor.

Prof. Dr. İsmail Cinel

Bağışıklık düzeyini yükseltin

Sepsis, dünyada her yıl 12 milyon insanın ölümüne yol açıyor. Üstelik bebeklikten yaşlılığa kadar her dönemde kişinin karşılaşabileceği bir risk. Tıp dünyasında sepsis riskini düşürecek yeni tedavi yöntemleri kadar önleyici yöntemlerin de araştırıldığını belirten Prof. Dr. İsmail Cinel önemli uyarılarda bulunuyor. “Kişilerin de bu riskten uzak durmak için yapması gerekenler var. Öncelikle kişisel temizliğe dikkat etmek gerekiyor. Elleri yıkamak çok ama çok önemli. Araştırmalar enfeksiyon etkenlerinin en sık eller yoluyla vücudumuza girdiğini gösteriyor. Elleri yıkamak kadar damlacık yoluyla bulaşın artığı salgın dönemlerinde maske kullanımı da yaşamsal öneme sahip. Onun dışında bağışıklığını güçlü tutacak; sağlıklı beslenme, düzenli uyku, egzersizi hayatının olmazsa olmazları haline getirmesi gerekiyor. Zira enfeksiyonlar bağışıklığın düşük olduğu zamanlarda daha ağır seyrediyor” diyor. Ancak her zaman bağışıklığı bu yollarla yükseltmek mümkün değil. Bazı genetik ya da kronik hastalıklarda ve bazı durumlarda bağışıklık düşük seyrediyor ki bu da enfeksiyonlara davetiye çıkması, bazen de sespis gelişmesi anlamına geliyor.

Kimler risk altında?

Hastanede yatan hastaların ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer alan sepsisin hastaneye tekrar yatışlarda da yine listenin başında yer aldığını belirten Prof. Dr. Cinel, risk altındaki gruplar hakkında şu bilgileri veriyor:

“1 yaş altı bebekler veya 75 yaş üzeri kişiler, kronik hastalar, hamileler, kanser gibi bağışıklık sistemini baskılayan hastalar, organ nakli ameliyatı geçirenler ve uzun süre yoğun bakımda ya da hastanede yatan kişiler daha fazla risk altında oldukları için bu gruplarda enfeksiyon gelişmesi açısından belirli zamanlarda risk faktörlerinin değerlendirilmesi, immunizasyon ya da bağışıklamanın gözden geçirilmesi ve tamamlanması sepsis riskinin gelişmesini önlemek açısından çok önemli!”

Dünyada giderek yaşlı nüfusun artmasının sepsis riskini artıracağını belirten Prof. Dr. İsmail Cinel, bu durumun genellikle yaşlılarda bağışıklığın gençlere göre daha düşük olmasından kaynaklandığına dikkat çekerken “Sepsis gelişen hastaların 2/3 kadarının yaşlılar olduğu tahmin ediliyor. Sepsis tanısı konduktan sonra 28 gün içinde hayatını kaybeden 75 yaş üstü hastalarda,  sepsise yanıt olarak görülen klinik ve laboratuvar değişikliklerin orta yaşlılara göre daha hafif veya yüzeysel olduğu görülüyor. Bu hastaların üçte birinde kan ve enfeksiyon yerinden alınan kültürler de negatif sonuçlanıyor yani yaşlılarda sepsis tanısı daha zor konuyor” diyor.

Prof. Dr. İsmail Cinel

8 önemli belirti var!

Acıbadem Ataşehir Hastanesi Yoğun Bakım Sorumlusu Prof. Dr. İsmail Cinel sepsisin önemli 8 belirtisini şöyle sıraladı:

  • Titreme, ateş veya vücut ısısında düşüklük,
  • Şiddetli halsizlik/kas ağrıları,
  • “Ölecek gibi” hissetme,
  • Bilinç değişikliği/sersemlik,
  • Sık nefes alıp verme/nefes darlığı,
  • Öksürük,
  • Kalp çarpıntısı/nemli ve soğuk cilt,
  • Gün boyu idrar yapamama

Bunlardan bir ya da bir kaçının görüldüğü durumlarda acilen en yakın sağlık kuruluşuna gitmek gerekiyor.

Erken tanı hayat kurtarıyor

Çok ciddi hayati riskler taşıyan sepsiste, pek çok hastalıkta olduğu gibi erken tanı çok önemli. Bunun için toplumda öncelikle sepsis farkındalığının artırılması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. İsmail Cinel şunları söylüyor: “Toplumsal farkındalık, önlenebilir ölüm nedenlerinin başında gelen sepsisin görülme sıklığını da düşürecektir. Farkındalık şu şekilde olmalı: Öncelikle kişisel temizlik konusundaki bilinç yükselmeli. Sık sık ellerin yıkanması, yiyecek ve içeceklerin hijyenine dikkat edilmesi gibi. Enfeksiyonlara karşı aşı olmak da olası hastalık risklerini bertaraf eder. Ayrıca özellikle bağışıklığı düşük kişilerin enfeksiyon belirtilerini ciddiye alması, hastaneye başvurmayı ötelememesi erken tanı olanağını da artırarak, tedavi başarısının yükselmesini sağlar.”

Kurumlara düşen roller de var!

Prof. Dr. İsmail Cinel, kişiler kadar, tüm dünyadaki kurum ve kuruluşlara da bu konuda rol düştüğünü belirterek “Temiz su kaynaklarının sağlanması, kamusal temizliğe dikkat edilmesi gibi yönetimlerin yapacağı görevlerin yanı sıra hastanelerde doğum yapılan ortamların hijyeni, özellikle yoğun bakımlar ve ameliyathaneler başta olmak üzere enfeksiyon önleyici uygulamalara sıkı şekilde uyulması, doğru tedavilerle hastanede yatış sürelerinin kısaltılması, hastanelerdeki sağlık çalışanlarının, değişim hızının az olması, hastanelerde havalandırma sistemlerinin son teknoloji ile donatılmış olması gibi faktörler de sepsis gelişme oranını düşürecek önlemlerdendir” diyor.

Çocuklarda ‘miyopi’ riski artıyor!

Çocuklarda ‘miyopi’ riski artıyor!

Günümüzde özellikle dijital teknoloji kullanımının artması ve açık havada geçirilen zamanın azalması, çocuklarda önemli sağlık sorunlarına neden olabiliyor. Örneğin, çocuklarda en yaygın görülen ve göz sağlığını ciddi şekilde etkileyebilen miyopi, bir başka deyişle uzağı net görememe sorununa yol açması gibi! Üstelik son yıllarda çocuklarda miyopi görülme oranında ciddi artış olduğu belirtiliyor. Yapılan çalışmalar, miyopinin her dört çocuktan birini etkisi altına aldığını gösterse de Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2050 yılında nüfusun yaklaşık yarısının miyop olması bekleniyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Eraslan, miyopinin çocukların okul başarısını ve sosyal hayatını olumsuz yönde etkileyebileceğine işaret ederek, “Öyle ki tahtayı göremeyen çocuğun zamanla derslere olan ilgisi azalıyor ve notları düşmeye başlıyor. Oysa erken teşhis ve uygun tedaviyle uzağı görme sorununun ilerlemesi kontrol altında tutulabiliyor, hatta önlenebiliyor. Dolayısıyla çocukların her 6 ayda veya yılda bir, okul çağında ise özellikle okullar açılmadan önce göz muayeneleri olmaları ve sağlıklı yaşam tarzı alışkanlıkları kazanmaları yönünde ebeveynleri tarafından teşvik edilmeleri gerekiyor” diyor. Prof. Dr. Muhsin Eraslan, miyopi riskini azaltmak için çocukların daha fazla açık hava aktivitelerine katılmaları ve ebeveynleri tarafından ekrana bakma sürelerinin kontrol edilmesi gerektiğine de dikkat çekiyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Eraslan

Prof. Dr. Muhsin Eraslan

Miyopi için 6 önemli kural!

Tedavi ve takipte önemli olan, miyopinin ilerlemesini kontrol altında tutmak. Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Eraslan, miyopi sorununda ebeveynlerin dikkat etmeleri gereken kuralları şöyle sıralıyor:

  • Gün içerisinde, akıllı telefon ve tablet kullanımı gibi yakın aktivitelerini olabildiğince kısıtlayın.
  • Yakın aktivite sürecinde 20 dakikada bir 20 saniye mola vermesini ve 20 metre kadar uzağa bakarak gözünü dinlendirmesini sağlayın.
  • Günde en az bir saat açık havada ve gün ışığında, tercihen kalabalık spor aktiviteleriyle zaman geçirmesi için teşvik edin.
  • Evde, özelikle çalışma odasının iyi aydınlatılmış olmasına dikkat edin.
  • Üç yaşındaysa akıllı telefon ve tablet kullanmasına izin vermeyin. Dört-altı yaş grubundaysa akıllı telefon ve tablet kullanımının 45 dakikayı aşmamasına özen gösterin. Daha uzun kullanım söz konusuysa iki-üç ayrı zaman diliminde olacak şekilde düzenleyin.
  • En önemlisi, 6 ayda bir veya senelik olarak göz muayenesini alışkanlık haline getirin.

Dijital alışkanlıklar miyopi riskini artırıyor!

Miyopi, gözün optik sisteminin bozulması sonucunda uzak nesnelerin bulanık, yakın nesnelerin ise daha net göründüğü bir göz problemini ifade ediyor. Gözün en ön tabakası olan kornea yoluyla göze giren ışık ışınları, gözbebeği aracılığıyla göz merceğine ulaşıyor. Kornea ve göz merceği ışık ışınlarını kırıyor, böylece ışık tam olarak retinanın üzerine düşüyor. Normalde, göz ışığı retina üzerinde odaklandığında, net bir görüntü oluşuyor. Uzağı net görememe durumu, yani miyopide ise göze giren ışık ışınları retinanın üzerine değil, bir miktar önüne düşüyor ve bunun sonucunda bulanık görmeye neden oluyor. Çocuklarda miyopinin ana nedeni genellikle genetik yatkınlık oluyor. Dolayısıyla ailesinde miyopi öyküsü olan çocuklar daha yüksek risk altındalar. Prof. Dr. Muhsin Eraslan, ancak modern yaşam tarzının da miyopiyi tetikleyebildiğini vurgulayarak, “Uzun süreli bilgisayar, tablet ile cep telefonu kullanımı ve açık hava aktivitelerinden yoksun bir yaşam tarzı da miyopi riskini artırabilir” diyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Eraslan

Erken dönemde tedavi ilerlemeyi durduruyor!

Miyopi nedeniyle uzağı bulanık görme sorunu genellikle gözlük veya lens kullanımıyla düzeltiliyor ve çocuğun net görmesi sağlanıyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Eraslan, net görmeyi mümkün kılan ve miyopinin ilerlemesini durduran tedavi seçeneklerini şöyle sıralıyor:

  • Gözlük ve kontakt lensler: Her iki yöntem, çocukların görüş yeteneğini düzeltmek için yaygın olarak kullanılıyor. Gözlük uygulamasında, merkezde tam numaraya sahip olan ve çevreye doğru numaranın azaldığı yeni gözlük camlarıyla miyopinin ilerlemesi durdurulabiliyor.
  • Damla tedavisi: Atropin türevi damlaların çok düşük konsantrasyonlarda kullanımıyla miyopide ilerleme durdurulabiliyor. Ancak bu damlaların kullanılmasına karar verildiğinde çocuğun sistemik hastalık ve yatkınlıklarının mutlaka araştırılması gerekiyor. Zira, kalp hastalıkları ve astım varlığında yan ekiler oluşturabildiği biliniyor.
  • Ortokeratoloji: Gece boyunca takılan özel lensler miyopinin geçici olarak düzelmesini sağlıyor.
  • Lazer Cerrahi: Belirli bir yaşa geldiklerinde lazer cerrahisi bazı çocuklar için seçenek olabiliyor, ancak genellikle yetişkinlik dönemine erteleniyor.

Miyopinin 5 önemli sinyali!

  • Uzakta bulunan yazıları okumakta zorlanmak
  • Okumak için yazıya yaklaşma ihtiyacı duymak
  • Televizyon izlerken veya uzaktaki nesneleri görmeye çalışırken sürekli gözleri kısmak
  • Gözleri sık sık kırpma ihtiyacı duymak
  • Baş ağrıları veya göz yorgunluğu sorunu yaşamak

 Alzheimer’ın 10 erken sinyali!

 Alzheimer’ın 10 erken sinyali!

Günümüzde çoğumuzun dert yandığı  ‘unutkanlık’  özellikle ileri yaşın doğal bir sonucu olarak düşünülse de, aslında 65 yaş üzerinde en sık görülen bunama nedeni olan ‘Alzheimer hastalığının ilk uyarılarından biri de olabiliyor! Türkiye’de net veriler olmasa da 600 binin üzerinde Alzheimer hastası olduğu ve uzayan insan ömrüyle birlikte bu sayının 65 yaş üzerinde her beş yılda bir iki katına çıktığı belirtiliyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Demans ve Davranış Nörolojisi Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, Alzheimer hastalığında erken tanı ve tedavinin büyük önem taşıdığı uyarısında bulunarak, “Erken tanı sayesinde hastalığın ilerleme hızı belirli bir süre yavaşlatılabiliyor, hatta bazı tablolarda durdurulması bile mümkün olabiliyor. Alzheimer en sık unutkanlık gibi yakın bellek sorunlarıyla başlıyor. Hastalığın özelliği, önce yeni olaylar unutulurken eski yaşantıların detaylı bir şekilde hatırlanması. Bu durum hasta yakınlarını şaşırtabiliyor ve unutkanlığın gerçek olup olmadığının sorgulanmasına neden oluyor. Yıllar içinde hastanın belleğindeki bilgiler en yeniden en eskiye doğru bir bir siliniyor ve en eski anılar da kayboluyor. Dolayısıyla erken tanı için özellikle 65 yaş üzerindeki kişilerde oluşan  ‘unutkanlık’ sorununda zaman kaybetmeden konunun uzmanı bir nöroloji hekimine başvurmak gerekiyor” diyor.

Prof. Dr. Neşe Tuncer

Alzheimer’ın 10 erken sinyali!

Alzheimer hastalığına erken tanı konulması tedaviden etkin sonuç alınmasında büyük öneme sahip.  Prof. Dr. Neşe Tuncer, Alzheimer’ın erken dönem belirtilerini şöyle sıralıyor:

·         Unutkanlık giderek artıyorsa ve günlük yaşamı artık etkiler hale geldiyse

  • Konuşmada bozulma varsa
  • Zaman ve yer algısında kayıp başladıysa
  • İç görü ve yargılamada bozulma varsa ve hastalık inkar ediliyorsa
  • İş planlama ve takipte zorluk başladıysa
  • Aynı soruları tekrar tekrar sorma, eşyaları yanlış yere koyma dikkat çeker hale geldiyse
  • Kişilik ve davranış değişikliği gözleniyorsa
  • Yol, yön bulma güçlüğü nedeniyle artık dışarı çıkmak zor oluyorsa
  • İçe kapanma, sosyal ortamlara girememe sorunu başladıysa
  • Hobi ve uğraşlardan vazgeçme olduysa

 

Beyindeki değişimler 20-30 yıl önce başlıyor

Alzheimer hastalığının nedenleriyle ilgili çok sayıda çalışma ve teori mevcut. Beyinde asetil kolin azalması bir neden olarak biliniyor. Yapılan çalışmalara göre; beynin kabuk kısmında hücre içi ve hücreler arasında anormal protein birikimi oluyor, buna bağlı olarak hücreler ölüyor ve hücreler arası bağlantılar geri dönüşümsüz kayboluyor. Bunun sonucunda beyinde hafızayla ilgili görev yapan aracı kimyasalların (asetil kolin) düzeyi azalıyor. Alzheimer hastalığında beyindeki bu değişimler belirtiler ortaya çıkmadan 20-30 yıl önce başlıyor. Dolayısıyla hastalık bulguları ilerledikten sonra tedavilerin faydası sınırlı kalıyor.

Aile öyküsü önemli bir risk faktörü

Beyindeki proteinlerin neden bazı kişilerde biriktiği tam olarak bilinmese de hastalığa yatkınlık oluşturan etkenler üzerine tıp dünyasının kapsamlı çalışmaları sürüyor. Alzheimer’de en önemli risk faktörünün ilerleyen yaş olduğu belirtiliyor. Bunun yanı sıra düşük eğitim düzeyi ve sedanter yaşam, ağır beyin travmalarına maruz kalmak, hipertansiyon ve diyabet gibi damar yapısını bozan hastalıkların kontrolsüz şekilde var olması, kadın cinsiyeti, tedavi edilmemiş depresyon, obezite, sigara ve alkol tüketimi, hatta hava kirliliği ve zehirli gazlar gibi pek çok etken hastalığın başlamasında etkili oluyor. Prof. Dr. Neşe Tuncer, aile öyküsünün Alzheimer’da önemli bir risk faktörü olabileceğine işaret ederek, Alzheimer hastalığının bazı ailesel formlarında hastalığa yakalanma riskinin normal popülasyona göre 3-4 kat fazla görülebileceği belirtiliyor. Üstelik ailesinde Alzheimer hastalığı olan kişilerde hastalık 65 yaş öncesinde başlayabiliyor ve bu tablo ‘erken başlangıçlı Alzheimer’ olarak nitelendiriliyor. Bu nedenle aile öyküsü olan kişilerde genetik araştırma yapılması önem taşıyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

Yeni tedaviler umut veriyor!

Alzheimer hastalığının tedavisinde Amerika Birleşik Devletleri’nde onay alan, henüz Avrupa’da onay almamış bazı yeni ilaçlar mevcut. Amiloid aşıları olarak geçen bu moleküller beyinde biriken anormal proteinleri temizleyerek etkili oluyorlar. Bilim dünyası her gün bu tedavileri geliştiriyor; etkinliğini arttıran ve yan etkilerini azaltan formlar üzerinde çalışıyor. Çalışmaları yakından takip ettiklerini belirten Prof. Dr. Neşe Tuncer, “Yakın bir dönemde ülkemizde de hastalarımıza verebileceğimiz yeni tedaviler için umutluyuz.” diyor.

Hastalığın ilerleme hızı yavaşlatılabiliyor

Halihazırda kullanılan ilaç tedavisi ve yaşam alışkanlıklarında yapılan düzenlemelerle hastalığın ilerleme hızı yavaşlatılarak hastanın fonksiyonel kapasitesi artırılabiliyor. Demans ve Davranış Nörolojisi Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, ancak tedaviden etkin sonuç alınabilmesi için ilaç kullanımına mutlaka erken dönemde başlanması gerektiğine dikkat çekerek, “Özellikle, hastalığın bulgularını yavaşlatmakta etkili olduğu yapılan çalışmalarla kanıtlanmış olan ilaçların tedavisine erken dönemde başlandığında, tedavinin etkinliği daha uzun süreli oluyor. Erken teşhisin bir başka önemi ise bunamaya neden olan Alzheimer dışındaki tiroit hastalıkları, vitamin yetmezlikleri, depresyon ve diğer sistemik hastalıkların tedavi edilmesidir” bilgisini veriyor.

Bedensel ve zihinsel yöntemler önemli

Prof. Dr. Neşe Tuncer, ilaç tedavisinin yanı sıra bilişsel stimülasyon, hastanın zihinsel kapasitesinin arttırılmasına yönelik hobiler, faaliyetler, egzersizler, sosyalliğin arttırılması, fiziksel egzersiz programları, beslenme alışkanlıklarında yapılan düzenlemeler (yeşil sebze, meyve, tahıllardan zengin kolesterolden  fakir Akdeniz diyeti ile beslenme) gibi bedensel ve zihinsel yöntemlerin de hastalığın ilerlemesini önlemede etkili olduğunu belirtiyor.

Ergenlikte kişisel bakım ve hijyen için altın öneriler!

Ergenlikte kişisel bakım ve hijyen için altın öneriler!

Günümüzde kişisel bakım ve hijyen konusunda bilinçlenme hızla artarken, ergen gençlerin olduğu ailelerde ise özellikle kozmetik kullanımı konusunda ebeveynlerle çocuklar arasında fikir ayrılığına düşülebiliyor. Birçok anne baba, çocuğunun bedensel ve hormonal değişimlerle karşı karşıya kalmasıyla kişisel bakım konusunda kozmetik ürünleri kullanmasına sıcak bakmıyor ve doğal yöntemler arayışına giriyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Armağan Kutlay “Ergenlik dönemi birçok fiziksel ve duygusal değişimin yaşandığı bir evredir. Bu süreçte, gençler bedensel ve hormonal değişimlerle karşı karşıya kalırken, kişisel bakım da büyük önem kazanır. Dış görünüşün benlik algısında önem kazandığı bu dönemde gençlerin sağlıklı bir yaşam tarzı ve hijyen alışkanlıkları geliştirmesi fiziksel görüntüleri kadar sağlıkları ve özgüven gelişimi için önemlidir” diyor. Peki, ergenlikte kişisel bakım nasıl olmalı? Nelere dikkat edilmeli? Hangi yanlışlardan kaçınılmalı? Dermatoloji Uzmanı Dr. Armağan Kutlay ergenlik döneminde kişisel bakım hakkında bilinmesi gereken 8 önemli bilgiyi anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Dr. Armağan Kutlay

  1. Her gün yüzünüzü temizleyin

Ergenlikte hormonların etkisiyle yüzde ve vücutta belirli bölgelerde sebum (yağ) üretiminin arttığını belirten Dr. Armağan Kutlay şöyle konuşuyor: “Artan sebum üretimi ve ölü deri artıkları derideki gözeneklerin tıkanması ve akne oluşumuna neden olan başlıca faktörlerdir. Cildi fazla yağ ve kirden arındırmak için cilt yapısına uygun bir temizleyiciyle sabah ve akşam olmak üzere iki kez yüzü yıkamak, akne oluşumunu engellemekteki en önemli basamaktır. Temizleyiciler jel, köpük ya da sabun formunda olabilir. Cildin yağ dengesini bozmadan nazikçe temizleyecek bir yüz temizleyici ile yıkanıp temizlenen cildin nem dengesini korumak için hafif ve yağsız bir nemlendirici kullanmak da gerekebilir. Bu yaş grubunda cildin genellikle karma ya da yağlı yapıda olduğu göz önünde bulundurularak yağsız ve su bazlı ürünler tercih edilmelidir.”

  1. Sivilce ve aknede bu yanlışlardan kaçının!

Ergenlik döneminde hormonal faktörlerle ortaya çıkan ve gençlerin yüzde 90’ını etkileyen akne, özgüven sorunlarına da yol açabilen bir sağlık sorunu. Deride siyah ve beyaz noktalar, iltihaplı sivilceler, derin nodüller şeklinde görülebilen aknede tedavinin temelini; yüz temizliği, sağlıklı beslenme ve kaliteli uyku oluşturuyor. Ayrıca yüze fazla dokunmamak, sivilceleri kesinlikle sıkmamak, gözenekleri tıkayan kozmetik ürünler kullanmamak gerektiğini vurgulayan Dermatoloji Uzmanı Dr. Armağan Kutlay “Akne tedavisi kişinin ihtiyacına göre dermatolog tarafından düzenlenmelidir. Sosyal medya gibi yerlerden görülen çeşitli kozmetik ürünlerin bir uzmana danışmadan kullanılması ciltte tahriş ve leke gibi olumsuz etkilere neden olabilir” diyor.

  1. Tüy dökücü krem kullanacaksanız!

Ergenlikte kız ve erkeklerde istenmeyen tüyleri azaltmak için epilatör, tüy dökücü krem, ağda ve tıraş gibi yöntemler kullanılabiliyor ancak dikkat! Dr. Kutlay “Ergenlikte kız ve erkeklerde farklı bölgelerde tüylenme ortaya çıkar. Kızlarda genital, koltukaltı ve bacak bölgelerindeki tüylerin artışı olağandır. Erkeklerde sakal ve bıyık bölgesi, göğüs ve karın çevresi gibi bölgelerde tüylenme olması beklenir. İstenmeyen tüyleri azaltmak için kullanılan her yöntem her cilt tipine uygun olmayabilir. Örneğin; batık oluşumuna yatkın, hassas ve kolay tahriş olan ciltlerde ağda kullanımı önerilmez, ağda sonrası güneş maruziyetinden kesinlikle kaçınılmalıdır. Hassas ciltlerde tüy dökücü kremler tahrişe neden olabilir. Ergenlik süreci biten ve tüylenmesi tamamlanan gençlerde lazer epilasyon etkili bir seçenektir. Epilasyon sonrası cildi nemlendirmeye dikkat edilmelidir” diye konuşuyor.

  1. Terlemeye karşı bu önlemleri alabilirsiniz!

Ergenlik döneminde hormonların etkisiyle koltukaltı, saçlı deri, genital bölge gibi yerlerde ter bezlerinin gelişmesiyle terleme artışı görülürken, bu bölgelerde yerleşen bakteriler kötü koku oluşumuna neden oluyor. Gençlerin özgüvenini etkileyebilen bu durumla baş etmek için özellikle yaz aylarında sık banyo yapmanın çok önemli olduğunu belirten Dr. Armağan Kutlay şöyle konuşuyor: “Koltukaltı ve genital bölgedeki tüyler de teri hapsederek koku oluşumuna neden olduğundan dolayı bu bölgelerdeki tüylerin temizlenmesi önemlidir. Kıyafet seçimi ter kokusunu azaltmada önemli rol oynar; nefes alabilen, pamuklu veya diğer doğal liflerden yapılmış kıyafetler giymek terin buharlaşmasını kolaylaştırırken, sentetik kumaşlar kötü koku oluşumuna neden olabildiğinden sentetik kumaşlı kıyafetlerden kaçınılmalıdır.”

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

  1. Deodorantta dikkat!

Yaz aylarında sık duş alınsa bile kısa süre içinde tekrar ter kokusu oluşabildiğinden, ergenlik dönemindeki gençlerin deodorant kullanmak istemesi anne babaların ‘acaba ileride zararlı etkileri olur mu?’ endişesine yol açıyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Armağan Kutlay “Antiperspiran deodorantlarda bulunan alüminyum tuzlarının kanserojen olup olmadığı tartışma konusudur. Bilimsel araştırmalarda net bir kanıt ortaya konmamakla beraber alüminyum bileşenlerinin koltukaltı derisinden emilip meme kanseri, Alzheimer gibi hastalıkları tetikleyebileceği şüphesiyle aileler bu ürünleri kullanmaktan çekinmektedir. Bu durumda magnezyum tuzları içeren antiperspiran deodorantlar alternatif olarak kullanılabilir” diyor.

  1. Saç düzleştirici ve jöleyi sık kullanmayın!

Ergenlikte saçlı deride yağlanma ve terleme artışı nedeniyle saç bakım ihtiyacı artarken, kışın iki üç günde bir banyo yapmak yeterli ancak yaz aylarında her gün duş almak gerekebiliyor.  Saç spreyi ve jöle gibi maddelerin çok sık kullanılmaması, kullanıldığı zaman da saçta uzun süre kalmadan yıkanması gerektiğini belirten Dr. Kutlay, saç düzleştirme gibi uygulamalar da saça zarar verebileceğinden sık yapılmamasının doğru olacağını söylüyor.

  1. Bu yiyeceklerden kaçının!

Dengeli ve sağlıklı bir beslenmenin cilt sağlığı üzerinde de son derece etkili olduğunu belirten Dermatoloji Uzmanı Dr. Armağan Kutlay şöyle konuşuyor: “Sebze, meyve, protein ve tam tahıllar içeren bir diyet ve bol su tüketimine özen gösterilmelidir. Glisemik indeksi yüksek gıdalar, özellikle şeker tüketiminin fazla olması ciltte yağlanma ve akne artışına neden olacağından kontrollü tüketilmelidir. Baharatlı yiyeceklerin fazla tüketilmesi kötü koku oluşumuna katkıda bulunabilir. Hem genel sağlık için hem cilt sağlığı için sigara ve alkolden kesinlikle kaçınılmalıdır.”

  1. Güneşe çıkarken bu kurallara dikkat edin!

Kontrolsüz güneş maruziyeti güneş yanığı riskinin yanı sıra leke oluşumuna da neden oluyor.  Özellikle akne izleri ve böcek ısırığı izleri güneş maruziyeti sonrası koyulaşıp leke bırakabiliyor. Dr. Kutlay, güneşin zararlı UV ışınlarına maruz kalmamak için güneş ışınlarının en yoğun ve dik geldiği 11:00-16:00 saatleri arasında mümkün olduğunca dışarı çıkılmaması, çıkılırsa gölgede olmaya dikkat edilmesi, şapka takılması ve minimum SPF 30 içeren bir güneş koruyucu sürülmesi gerektiğini belirtiyor.