Yazılar

Bu hastalıkta beyindeki değişim 20 yıl önce başlıyor!

Günümüzde çoğumuzun dert yandığı ‘unutkanlık’ özellikle ileri yaşın doğal bir sonucu olarak düşünülse de aslında 65 yaş üzerinde en sık görülen bunama nedeni olan Alzheimer hastalığının ilk sinyali olabiliyor.  Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, bugün dünya genelinde yaklaşık 55-57 milyon kişi demans ile mücadele ediyor ve bu kişilerin büyük çoğunluğunu Alzheimer hastaları oluşturuyor.  Her yıl yaklaşık 10 milyon yeni demans hastaları bildirilirken, uzmanlar bu sayının 2050 yılına kadar iki katından fazla artacağını öngörüyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, günlük yaşam aktivitelerini önleyecek düzeyde bilişsel gerilemeye neden olan Alzheimer hastalığında erken tanı ve tedavinin kritik bir öneme sahip olduğuna dikkat çekerek, “Erken tanı ile tedavi sayesinde Alzheimer’ın ilerleme hızı yavaşlatılabilmektedir. Böylece, hem hastalığın yükü hem de bireylerin ve ailelerin karşılaştıkları zorluklar büyük oranda azaltılabilmektedir” diyor.  Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, erken tanı için unutkanlık günlük yaşamı etkilemeye başladığında, aynı sorular sık tekrarlandığında veya kişilik değişiklikleri fark edildiğinde hemen bir nöroloji uzmanına başvurulması gerektiği uyarısında bulunuyor.

Prof. Dr. Neşe Tuncer

Prof. Dr. Neşe Tuncer

Risk 65 yaşından sonra daha çok artıyor!

Alzheimer, beyinde ilerleyici sinir hücresi kaybına yol açan nörodejeneratif bir hastalık ve demansın en sık görülen nedeni. Hafıza kaybı, zaman ve mekan karışıklığı, dil ile yürütücü işlevlerde bozulma ve günlük yaşam aktivitelerini etkileyen bilişsel gerilemeyle kendini gösteriyor. Türkiye’de net veriler olmasa da 600 binin üzerinde Alzheimer hastası olduğu belirtiliyor. Önemli bir nokta ise Alzheimer riskinin 65 yaşından sonra her beş yılda bir yaklaşık iki katına çıkması. Yani, toplum yaşlandıkça hasta sayısı artıyor. Ancak bu artış, hastalığın daha sık görülmesinden çok demografik yaşlanmadan kaynaklanıyor.

Beyindeki sinsi değişim 20 yıl önce başlıyor!

Alzheimer hastalığının temel patolojik mekanizması; beyinde amiloid-beta proteininin birikimi, tau proteininin anormal şekilde fosforillenerek yayılması, sinir hücrelerinde iletişimin bozulması, nöron kaybı ve kronik iltihabi süreçlerinden oluşuyor. Beyindeki bu patolojik değişiklikler hastalığın belirtileri ortaya çıkmadan 20 yıl kadar önce başlıyor, yani Alzheimer uzun bir ‘sessiz dönem’ geçirdikten sonra klinik sinyaller ile kendini gösteriyor. Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, “Örneğin, hastalık henüz belirti vermeden 20 yıl kadar önce amiloid–beta proteini beyinde birikmeye,  10 yıl öncesinde de tau proteini yumaklar şeklinde çoğalmaya ve yayılmaya başlamaktadır. Bu süreçlerin ardından Alzheimer hafif bilişsel bozulmayla ilk sinyallerini verirken, beş yıl sonrasında ise demans günlük yaşamı olumsuz etkileyecek düzeye ulaşmaktadır” diyor.

Genetik yatkınlık riski 15 kat artırabiliyor!

İleri yaş Alzheimer hastalığı için en önemli risk faktörünü oluşturuyor. Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, bunun yanı sıra genetik yatkınlığın, özellikle APOE ε4 taşıyıcılığının da belirleyici rol oynadığını belirterek, “Bu genin bir kopyasına sahip kişilerde risk 3-4 kat, iki kopyasında ise 8-15 kata kadar çıkabilmektedir. Ancak aile öyküsü Alzheimer riskini anlamlı biçimde artırsa da hastalığın kesin olarak gelişeceği anlamına gelmemektedir” bilgisini veriyor. İleri yaş ve genetik yatkınlığın yanı sıra bazı hastalıklar, yaşam alışkanlıkları ile çevresel etkenler de Alzheimer riskini artıran diğer faktörleri oluşturuyor.  Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer,  bu etkenleri “orta yaş hipertansiyonu, diyabet, obezite, sigara kullanımı, yüksek kolesterol, işitme kaybı, sosyal izolasyon, depresyon ve kafa travmaları” olarak sıralıyor. Dünya lideri bilim insanlarından oluşan Lancet Komisyonu verilerine göre; bu değiştirilebilir risk faktörlerinin kontrolü sayesinde Alzheimer ve diğer demans tablolarının yüzde 40-45 kadarı önlenebiliyor veya geciktirilebiliyor.

Erken tanı kritik bir öneme sahip!

Alzheimer hastalığına henüz demans evresine ulaşmadan önceki  ‘Hafif Bilişsel Bozukluk’ döneminde veya hastalık belirtileri henüz başlamadan önce sadece genetik yatkınlık taşıyan ve hastalık gelişimi beklenen bireylerde tanı konulması büyük önem taşıyor. Zira, bu erken aşamada hastalar günlük yaşam aktivitelerini bağımsız şekilde sürdürebiliyor. Yeni geliştirilen hastalık modifiye edici tedaviler de en çok faydayı (örneğin anti-amiloid antikorları) Alzheimer’ın erken evrelerinde, yani unutkanlık yeni başlamışken veya hafif bilişsel bozukluk aşamasında sağlıyorlar. Ayrıca, erken tanı hastaların ve ailelerinin bakım planlaması yapabilmelerine, hukuki ve sosyal düzenlemeler için zaman kazanmalarına ve risk faktörlerini daha etkin şekilde yönetebilmelerine olanak veriyor.

Yeni geliştirilen testlerle daha erken tanı imkanı!

Günümüzde Alzheimer hastalığının tanısında ayrıntılı klinik öykü, nöropsikolojik testler, laboratuvar tetkikleri ve beyin görüntüleme yöntemleri (MR, BT) kullanılıyor. Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, son yıllarda kan testleri ve görüntüleme yöntemlerinde yaşanan önemli gelişmeler sayesinde Alzheimer hastalığına daha erken dönemde tanı konulabildiğini vurgulayarak, şöyle devam ediyor:  “Görüntüleme biyobelirteçleri olan amiloid ve tau PET yöntemleri Alzheimer’ın kesin tanısının erken dönemde konulmasını sağlamalarının yanı sıra yeni tedaviler için  hastalığın beyindeki yükünü doğrudan göstererek doğru hasta seçimi  yapılmasını da mümkün kılmaktadır. Bu yöntemlerle beyin omurilik sıvısında amiloid ve tau proteinlerinin ölçümü yapılarak erken dönemde tanı konulmaktadır. Bu sıvının analizi ayrıca Alzheimer hastalığı ile karışabilecek olan enfeksiyon ve otoimmün hastalıkların dışlanmasına da imkan tanımaktadır. Bunların yanı sıra son yıllarda kan testleri alanında da büyük ilerlemeler kaydedilmektedir. Kan biyobelirteçlerinin (örneğin p-tau217, Aβ42/40 oranı) kullanıldığı testler hem daha kolay uygulanabilen hem de daha invaziv yöntemler olarak erken tanıda yerini almaktadır”

Hastalığı yavaşlatmak ve hayatı kolaylaştırmak!

Alzheimer’ın tedavisinde tam bir kür henüz mümkün olmasa da semptomatik ilaçlar ve yaşam tarzı önlemleriyle ilerlemesi yavaşlatılabiliyor, hastanın fonksiyonelliğinin korunmasına destek sağlanıyor. Kolinesteraz inhibitörleri ve memantin gibi  tedaviler hafıza ve davranış semptomlarını hafifletirken, yeni geliştirilen antikor tedavileri ise beyindeki amiloid plaklarını temizleyerek bilişsel gerilemeyi yavaşlatabiliyor. Ancak bu tedaviler uygun hasta seçimini, düzenli MR takibini ve yan etkinin izlenmesini gerektiriyor. Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Neşe Tuncer, tedaviden etkin sonuç alınabilmesi için bazı kurallara uyulmasının ise son derece önemli olduğuna işaret ederek, “Tedavi sürecinde hipertansiyon, diyabet ve kolesterol gibi eşlik eden hastalıkların iyi kontrol edilmeleri gerekmektedir. Ayrıca, hastaların ilaçlarını düzenli kullanılmaları, fiziksel ve zihinsel olarak aktif kalmaları, sağlıklı beslenmeleri (Akdeniz tipi diyet) ve sosyal yaşamlarını sürdürmeleri önerilmektedir. Düzenli egzersiz, işitme kaybının tedavisi, sigara ve aşırı alkolden uzak durmak, düzenli ve kaliteli uyku da hem beynin hem damarların sağlığını desteklemektedir” diye konuşuyor.

Yazın spor yaralanmalarına karşı önlemler!

Yaz aylarında havaların ısınmasıyla birlikte açık hava aktivitelerine olan ilgi artıyor. Ülkemizde özellikle tatil beldelerinde yüzme, plaj voleybolu, tenis, bisiklet, koşu ve su sporları gibi açık havada yapılan aktiviteler yazın en çok tercih edilen spor dalları arasında yer alıyor. Ancak dikkat! Bilinçsiz yapılan hareketler spor yaralanmalarına davetiye çıkarabiliyor! Acıbadem Ataşehir Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Safa Gürsoy “Özellikle yazın verdiği enerjiyle bazı kurallar göz ardı edilebildiğinden, yaz aylarında spor yaralanmalarında her yaştan kesimde belirgin şekilde artış görülüyor. Üstelik insanlar, tatil ruhu ve ‘bir şey olmaz’ düşüncesiyle oluşan sakatlıkları önemsemeyebiliyor, doktora başvurmaktan kaçınabiliyor. Bu ihmaller küçük bir kas zorlanmasının ileride ciddi tendon ya da bağ yaralanmalarına dönüşmesine neden olabiliyor” diyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Safa Gürsoy, yaz sporlarında en sık yapılan 5 yanlışı anlattı, yazın spor yaralanmalarına karşı alınabilecek önlemleri sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Safa Gürsoy

Prof. Dr. Safa Gürsoy

  • Spor öncesi yeterince ısınmamak

Spor öncesinde yapılan ısınma hareketleri kasları ve eklemleri aktiviteye hazırlar, sakatlanma riskini azaltır. Özellikle plaj voleybolu gibi sıçramalı sporlarda, koşu ve bisiklet gibi tempolu aktivitelerde ısınmadan başlamak, kas gerilmeleri ve bağ yaralanmalarına davetiye çıkarabilir. Isınma süresi en az 5-10 dakika olmalı ve tüm büyük kas gruplarını kapsamalıdır.

  • Doğru ekipman kullanmamak

Her sporun kendine özgü ekipmanları vardır. Plajda çıplak ayakla koşmak, uygun ayakkabı olmadan bisiklete binmek ya da koruyucu gözlük takmadan su sporları yapmak sık karşılaşılan hatalardandır. Spor ekipmanlarının doğru kullanımı sadece performansı artırmakla kalmaz, aynı zamanda güvenliği sağlar. Spor ayakkabısının zemine uygunluğu, bisiklet kaskının sağlamlığı gibi detaylara özen göstermek gerekir.

  • Yeterince su içmemek

Yaz aylarında artan sıcaklıkla birlikte terleme oranı yükselir ve vücut hızla sıvı kaybeder. Bu durum, kas kramplarından bilinç kaybına kadar uzanan ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Spor yapmadan 30 dakika önce su içmek, aktivite sırasında küçük yudumlarla sıvı alımına devam etmek gerekir. Ancak çoğu kişi susamadan su içmeme hatasına ya da şekerli içecekler tüketerek sıvı aldığı şeklinde yanlış bir düşünceye kapılabiliyor. Şekerli veya kafeinli içecekler su yerine geçmediği için, su ve elektrolit içeren içecekler tercih edilmelidir.

  • Yüksek sıcaklığa aldırış etmemek

Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Safa Gürsoy “Yüksek sıcaklıklar, kas ve bağ dokularının normalden daha fazla esnemesine ya da susuzlukla birlikte zorlanmasına yol açabilir. Özellikle asfalt gibi sıcak yüzeylerde yapılan koşular ya da güneş altında uzun süreli antrenmanlar, kas krampları, aşırı zorlanmalar ve sıcak çarpmasına bağlı koordinasyon bozukluklarıyla sonuçlanabilir. Isınan kaslar daha çabuk yorulur, bu da sakatlanma riskini artırır. Sıcak saatlerde doğrudan güneş altında egzersiz yapmaktan kaçınmak, serin zaman dilimlerini ve gölgelik alanları tercih etmek ortopedik sakatlanmaları önlemede önemli bir adımdır” diyor.

  • Vücudu aşırı zorlamak ve ağrıyı göz ardı etmek

Tatilde enerjik hissetmek doğaldır ama kas yorgunluğu hissedildiğinde spora devam etmek yerine dinlenmek gerekir. Aksi halde kas liflerinde zorlanma, bağlarda incelme ve eklem yaralanmaları gibi tablolarla karşılaşmak mümkündür. “Bir iki güne geçer” denilen ağrılar bazen ciddi spor yaralanmalarının habercisi olabilir. Hafife alınan bir diz ağrısı menisküs yırtığına, önemsenmeyen omuz zorlanması rotator manşet yırtığına dönüşebilir. Ağrının şekli ve süresi göz önünde bulundurularak gerekirse ortopedi uzmanına başvurmak ihmal edilmemelidir. Ani tempolu koşular, uzun süreli tenis maçları ya da yoğun fitness programları özellikle spora ara vermiş bireylerde kas ve eklem sakatlıklarına yol açabilir. Spor seviyesi kişisel kondisyona uygun olmalı, aşama aşama artırılmalıdır.

 

#pausesaglik #pausedergi #pausejournal #hanedancity #pausesanat #pausespor #pauseturizm #pausetv #pauseoto

Astım tetikleyen etkenler!

Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de giderek yaygınlaşan astım kronik solunum yolu hastalıklarının başında geliyor. Türkiye’de her 12-13 kişiden birinde astım görüldüğünü ve son yıllarda bu sayının artış gösterdiğini belirten Acıbadem Ataşehir Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Sertaç Arslan “Astım yalnızca genetik geçişli bir hastalık olmayıp,  çevresel faktörlerle ve sağlıksız yaşam alışkanlıkları ile sonradan da gelişebiliyor. Özellikle sigara dumanına maruz kalmak, yoğun hava kirliliği, düzensiz yaşam, hareketsizlik, sağlıksız beslenme ve kapalı ortamlarda uzun süre kalmak gibi yanlış yaşam tarzları astıma zemin hazırlayabiliyor. Ayrıca çocuklukta geçirilen bazı solunum yolu enfeksiyonları, ev tozu akarları, kimyasal temizlik ürünleri, stres ve ani hava değişimleri gibi etkenler de astım gelişiminde rol oynayabiliyor” diyor. Bu nedenle astımın önlenmesi ve kontrol altına alınmasında hem bireysel hem de toplumsal farkındalığın büyük önem taşıdığını vurgulayan  Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Sertaç Arslan, 6 Mayıs Dünya Astım Günü kapsamında yaptığı açıklamada, astım hastalarının uzak durması gereken 10 yaygın tetikleyici etkeni anlattı, astımdan korunmaya yönelik alınması gereken önlemleri sıraladı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Doç. Dr. Sertaç Arslan

Doç. Dr. Sertaç Arslan

  • Sigara dumanı ve elektronik sigaralar

Sigara içmek, elektronik sigara kullanmak ya da sigara dumanına maruz kalmak (pasif içicilik), akciğerleri tahriş ederek astımı tetikleyebiliyor. Tütün dumanında bulunan binlerce kimyasal madde, hava yollarını daraltarak nefes almayı zorlaştırıyor.

  • Temizlik ürünleri, parfümler ve kimyasal maddeler

Ev temizliğinde sık kullanılan çamaşır suyu, sprey temizleyiciler ve parfümlü kimyasal ürünler, solunum yollarını tahriş ederek astım hastalarında boğaz yanması, öksürük, bronşlarda kasılma, ödem oluşumu ve nefes darlığı gibi şikayetlere yol açarak astım krizlerini tetikleyebiliyor.

  • Hava kirliliği

Hava kirliliği, solunum yollarını doğrudan etkileyen en önemli çevresel riskler arasında yer alıyor. Egzoz gazları, sanayi tesislerinden yayılan partiküller ve tozlu hava astım krizlerini tetiklerken, bu etkenlere kronik maruz kalma durumunda hastalık belirtileri şiddetlenip tedaviye yanıt azalabiliyor.

  • Ev tozu akarları

Evlerdeki halılar, yataklar, perdeler ve yastıklar, mikroskobik ev tozu akarları için ideal yaşam alanlarını oluşturuyor. Bu akarlar, astım hastalarında alerjik reaksiyonlara neden olarak nefes darlığı, öksürük ve göğüste sıkışma hissi yaratabiliyor.

  • Polenler

Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Sertaç Arslan “İlkbahar ve yaz aylarında doğada yoğun şekilde bulunan polenler, özellikle çimen, ağaç ve yabani otlardan salınır. Rüzgarlı havalarda polenlerin havadaki yoğunluğu artar ve bu da astım hastalarında burun tıkanıklığı, hapşırık, göz yaşarması ve nefes darlığı gibi belirtilere yol açabilir” diyor.

  • Evcil hayvan tüyleri

Evcil hayvanların tüyleri, derileri ve tükürükleri duyarlı bazı kişilerde güçlü alerjik reaksiyonlara neden olabiliyor. Bu alerjenler solunum yoluyla alındığında astım krizini tetikleyebiliyor.

  • Nemli ortamlar ve küf sporları

Küf, özellikle nemli, karanlık ve havalandırması yetersiz ortamlarda çoğalıyor. Küf sporları solunum yoluyla alındığında, bağışıklık sisteminde tepkiye yol açarak astım semptomlarını artırabiliyor.

  • Soğuk/ kuru hava ve klima

Doç. Dr. Sertaç Arslan “Ani ısı değişimlerinin yanı sıra soğuk ve kuru hava astım hastalarında bronşların daralmasına ve spazmına yol açabilir. Hava yollarında kasılmalar meydana gelir ve nefes almak zorlaşır. Klima da havayı kurutarak astım ataklarını tetikleyebilir” diyor.

  • Yoğun egzersiz

Egzersiz sırasında özellikle hızlı nefes alıp vermek, hava yollarının kurumasına ve daralmasına neden olabiliyor. Bu durum, egzersize bağlı astım olarak adlandırılan özel bir astım tipine yol açabilirken, özellikle soğuk ve kuru havada yapılan spor aktiviteleri bu riski artırıyor.

  • Aşırı stres ve duygusal travmalar

Psikolojik stresin, bedensel hastalıkları tetikleyebildiği artık bilimsel olarak da kabul ediliyor. Ani korku, üzüntü, öfke ya da travmatik durumlar, solunum kaslarını olumsuz etkileyerek astım atağını başlatabiliyor. Uzun süreli stres altında kalmak, bağışıklık sistemini de zayıflatarak astımın kötüleşmesine neden olabiliyor.

Astıma Karşı 10 Etkili Öneri!

Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Sertaç Arslan “Astımı tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmasa da, tetikleyici faktörlerden uzak durmak krizlerin sıklığını ve şiddetini ciddi oranda azaltır. Kişiye özel korunma stratejileri ve düzenli takip bu süreçte çok önemlidir” diyor. Doç. Dr. Arslan, astıma karşı 10 önerisini şöyle sıralıyor;

  1. Sigara dumanından uzak durun. Hem aktif hem pasif içicilik astımı kötüleştirir.
  2. Kapalı ve nemli ortamlar küf oluşumunu artırdığından evinizi sık sık havalandırın.
  3. Halı, perde, tüylü oyuncak, toz barındıran eşyalar ve evcil hayvan tüyleri gibi alerjen etkenleri azaltın. Nevresimlerinizi yüksek ısıda yıkayın ve sık değiştirin.
  4. Polen dönemlerinde dışarı çıkış saatlerinizi sınırlayın. Özellikle sabahları dikkatli olun.
  5. Temizlik ürünlerini dikkatli kullanın. Kokusuz, doğal içerikli ürünleri tercih edin. Sprey formundaki ürünlerden kaçının ve kokusuz, hipoalerjenik veya doğal temizlik ürünlerini seçin.
  6. Soğuk havalarda ağzınızı atkıyla kapatın. Klimalı ortamlarda serin havanın doğrudan üzerinize gelmemesine dikkat edin.
  7. Stresi yönetmeyi öğrenin, yeterli ve kaliteli uyumaya özen gösterin.
  8. Temizlik yaparken solunum yollarını korumak için tıbbi maske (mümkünse N95 tipi), lateks olmayan eldiven ve gerekirse gözlerinizi korumak için gözlük kullanın. Temizlik yaparken pencere ve kapıları açık tutun. Temizlik sonrası kokular tamamen dağılmadan odaya girmeyin.
  9. Oda spreyleri, kumaş kokulandırıcılar ve parfümlü çamaşır deterjanları da astımı tetikleyebildiğinden bu ürünlerden uzak durun.
  10. Spor öncesi mutlaka ısının. Size uygun olan spor türü ile ilgili doktorunuza danışın.

Her bel ağrısı bel fıtığı değildir!

Günümüzde bilgisayar karşısında geçirilen uzun saatler ve duruş bozuklukları, fazla kilo ve hareketsizlik derken bel ağrısından şikayet edenlerin sayısı hızla artıyor. Öyle ki bu kişilerin büyük bir bölümünde de bel fıtığı gelişebiliyor. Sağlıksız yaşam alışkanlıkları nedeniyle her 100 kişiden 80’inde bel ağrısı görüldüğünü, bunların yüzde 15’inin ise tedavi gerektiren şiddette bir bel fıtığından kaynaklandığını belirten Acıbadem Ataşehir Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar, yaşam kalitesini büyük ölçüde düşüren bel fıtığının tedavisinde erken tanı ve doğru tedavinin büyük önem taşıdığını vurguluyor. Buna karşın toplumumuzda bel fıtığı hakkında bazı yanlış inanışların çok yaygın olması nedeniyle çok sayıda hastanın bazı hatalı yollara yönelebildiğine de dikkat çeken Prof. Dr. Akar “Hemen hepimizin çevresinde bel ağrısından yakınan insanlar bulunuyor. Öyle ki çocuk yaşlarda da bel ağrısı şikayeti ile çok sık karşılaşıyoruz. Her ağrı bel fıtığı demek değildir ancak bel fıtığı teşhisi konulduğunda ise alternatif tedaviler olarak internette ve sosyal medyada çok sık karşımıza çıkan uygulamalar yerine bilimsel tedaviye yönelmek gerekir. Ayrıca günlük yaşam alışkanlıklarını düzenlemek ve sağlıklı alışkanlıklar edinmek de tedavinin başarısında son derece önemlidir” diyor. Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar, toplumumuzda omurga sağlığını riske atan, bel fıtığı hakkında doğru sanılan 7 yanlışı anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Ziya Akar

Prof. Dr. Ziya Akar

  • Bel çekme ve sert masaj fıtığı iyileştirir: YANLIŞ! 

DOĞRUSU: Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar “Kontrolsüz yapılan sert masajlar, bilinçsiz yapılan manuel terapiler ve bel çekme (traksiyon) işlemleri belde ve omurgada çok ciddi zararlara yol açabilir. Bu tür uygulamalar sinir hasarına veya fıtığın daha da kötüleşmesine neden olarak dönüşü olmayan hasarlara neden olabilir” diyor.

  • Bel fıtığı sadece aşırı ağır kaldırmakla olur: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Ani ve yanlış şekilde ağır kaldırmak belin zorlanmasına ve disklerin yerinden kaymasına neden olabilir. Bunun yanı sıra kötü duruş alışkanlıkları, hareketsizlik, obezite gibi birçok neden de bel fıtığı sebebi olabilir. Örneğin; ofis çalışanları uzun saatler masa başında sürekli aynı pozisyonda oturdukları için bel fıtığı gelişimine adaydır. Aşırı kilo omurgaya binen yükü artırır. Sürekli aynı pozisyonda kalmak ve genel olarak hareketsizlik omurgamıza destek olan adale gruplarının zayıflığına yol açarak bel fıtığı gelişimini kolaylaştırır.

  • Bel fıtığı olan kişiler hareket etmemeli ve sert yatakta yatmalıdır: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Bel fıtığı olan kişilerin uzun süreli yatak istirahati yapmaları bel adalelerinde zayıflamaya neden olacağı için tam tersine iyileşme sürecini zorlaştırır. Aşırı sert yataklar omurgamızın doğal eğriliğini bozacağı için ağrıyı artırabilir. Orta sertlikte ve vücudu destekleyen yataklar daha uygundur.

  • Bel fıtığı sadece ileri yaşlarda görülür: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Bel fıtığı her yaş grubunda görülebilir. Gençlerde aşırı fiziksel yüklenme, uzun süre ekran karşısında yanlış duruş bozuklukları, yüksek düzeyde fiziksel aktivitenin yanlış tekniklerle uygulanması, düşme ve kazalara bağlı olarak ortaya çıkabilir. Ancak çocukluk ve genç yaş grubunda agresif tedavi daha nadiren uygulanır.

  • Bel fıtığı olan herkes ameliyat olmalıdır: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Prof. Dr. Ziya Akar, bel fıtıklarının büyük bir kısmının ameliyatsız tedavi edilebildiğini belirterek “Fizik tedavi, egzersiz (bel ve karın kaslarını güçlendirici), ilaç tedavisi (ağrı kesici-ödem giderici, kas gevşetici) ve yaşam tarzı değişiklikleri ile birçok hasta iyileşebilir. Ameliyat sadece ağrı diğer tedavi yöntemleri ile yönetilemediğinde, ciddi nörolojik komplikasyonlar (idrar kaçırma, bacaklarda uyuşukluk veya güç kaybı) geliştiğinde önerilir” diyor.

  • Bel fıtığı tamamen iyileşmez, tekrarlar: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Bel fıtığı doğru ve zamanında yapılan tedavi ile düzelen bir hastalıktır. Cerrahi tedavi sonrası büyük oranda hastanın yaşam tarzına, hareketlerine bağlı olarak yüzde 5-6 oranında tekrar fıtık ortaya çıkabilir. Uygun tedavi (konservatif veya cerrahi) yapıldıktan sonra egzersizler, yaşam tarzı değişiklileri ile bel fıtığını hayatınızdan çıkartabilirsiniz.

  • Bel fıtığı olan kişi spor yapamaz, sürekli korse takması gerekir: YANLIŞ!

DOĞRUSU: Bel fıtığı tanısı alan ve/veya bu tanı ile tedavi gören kişilerin hayatında sportif aktivite çok önemli bir yer tutar. Özellikle bel ve karın kaslarını güçlendirici egzersizler çok önemlidir. Yüzme ve ağırlık çalışması olmadan plates gibi sportif aktiviteler yaşam kalitesini artırdığı gibi tekrarlama riskini de azaltır. Ancak tedaviden sonra bir süre için ani bel hareketi gerektiren sporlar (tenis, kayak, boks vs), aşırı zorlayıcı egzersizler (ağırlık çalışmaları) yapılmamalıdır.

Bel fıtığı cerrahisinde yeni yöntemler

Beyin ve Sinir Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Ziya Akar, cerrahi yöntemin hastanın durumuna, fıtığın yerine ve sinirler üzerindeki baskıya göre değiştiğini belirterek, günümüzde en sık uygulanan cerrahi yöntemleri şöyle açıklıyor: “En sık kullanılan yöntem; mikrocerrahidir. Küçük bir kesiden mikrocerrahi aletler ve ameliyat mikroskobu kullanılarak fıtıklaşan disk materyali temizlenir. Dokulara minimal zarar verildiği için iyileşme süresi kısadır. ‘Endoskopik diskektomi’ denilen, daha küçük kesilerle endoskop kullanılarak yapılan yöntemde de hastalar hızlı iyileşir ve az ağrı hissedeler. Ancak bu yöntem her fıtık için uygun değildir. Laminektomi yönteminde ise; fıtığa ulaşabilmek için omurganın arka bölgesinde bulunan kemik yapı çıkarılır veya kemikte pencere açılarak cerrahi uygulanır. Girişimsel uygulamalarda ise; amaç sinir üzerine bası yapan diskin küçültülmesidir. Ancak bu yöntem küçük ve kabartı şeklindeki fıtıklar için uygundur. Hangi tedavi yönteminin uygun olduğuna Nöroşirürji Uzmanı hastanın MRI ve klinik bulgularına göre karar verir. Minimal invaziv yöntemler daha hızlı iyileşme sağlamalarına rağmen bazen daha büyük cerrahi uygulamalar gerekebilir.”

Alerjik hastalıkların görülme sıklığı artıyor!

Öksürük, boğazda gıcık hissi, hırıltılı solunum, nefes darlığı, burun tıkanıklığı, gözlerde kızarıklık ve hapşırık gibi belirtilerle kendini gösteren alerjik hastalıklar ülkemizde son yıllarda giderek yaygınlaşıyor. Ancak ne yazık ki çoğunlukla ortak belirtilere sahip olan üst solunum yolu enfeksiyonları, akut bronşit ve mevsimsel grip gibi sık görülen hastalıklarla karışabildiğinden tanı konulması uzun zaman alabiliyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. İlim Irmak, çoğu hastanın bu belirtileri hafife alıp, geçmesini beklediği için doktora başvurmayı geciktirdiğini belirterek “Ülkemizde alerjik hastalıkların görülme sıklığı giderek artıyor. Astım hastalarının yaygınlığı yüzde 5-10 civarındayken, alerjik rinit yüzde 20’lere ulaşıyor. Geç tanı veya yanlış tanı nedeniyle hastalar yıllarca doğru tedaviyi alamıyor hatta tedavisiz kalabiliyor. Öyle ki çoğu kez hastalar şikayetlerinin alerjen maruziyetinden olduğunu dahi bilmiyor. Tedavisiz kalan alerjik hastalıklar ise solunum yollarında geri dönüşümsüz hasara, havayolu daralmasına ve ilerleyici solunum yetmezliğine yol açıyor” diyor. Oysa alerjik solunum yolları ve alerjik akciğer hastalıklarının erken tanı ve doğru tedavi ile kontrol altına alınabileceğini vurgulayan Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. İlim Irmak, yaşam kalitesini büyük ölçüde düşüren hatta yaşamı tehdit edebilen alerjik hastalıklara karşı alınabilecek 6 etkili önlemi anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Doç. Dr. İlim Irmak

Doç. Dr. İlim Irmak

·        Alerjenlerden korunun!

Polen, ev tozu ve küf mantarı gibi yaygın alerjenlerden korunarak semptomları azaltmak mümkün. Doç. Dr. İlim Irmak “Bu konuda her zaman hastalarıma söylediğim bir sağlık mottom var: Genetik yatkınlık olmasa da hayat boyu kendimizi maruz bıraktığımız şeylere göre karşılaşacağımız hastalıkları aslında biz belirliyoruz. Bu etkenlerin başında da sigara dumanı, hava kirliliği, mesleki maruziyetler (fırıncılık, pastacılık, hayvan laboratuarlarında çalışma, veterinerlik, deterjan endüstrisi vb.), kedi, köpek vb. hayvan epiteli, viral enfeksiyonlar ve stres gibi faktörler rol oynuyor. Bu nedenle sizi rahatsız eden alerjenleri tespit ederek bu alerjenlerden korunmak gerekir” diyor.

  • Çevresel maruziyetlere karşı önlem alın

Hayvan sahiplenen kişilerin sevimli dostlarını yatak odalarına almamaları/ birlikte yatmamaları, temas ettikleri kıyafetlerle güne devam etmemeleri ve bu kıyafetlerle yatağa yatmamaları, sık duş almaları, sık kıyafet değiştirmeleri, parfüm, deterjan ve yemek kokularına maruz kalmamaları ve gerektiğinde okyanus suyu, serum fizyolojik gibi uygun materyallerle nazal yıkamalar yapmaları faydalıdır.

  • Sigara ve dumanından kaçının

Alerjik hastalıkların çevresel maruziyetler nedeniyle sonradan da gelişebildiğini, bunu bilerek gereken önlemleri almak gerektiğini belirten Doç. Dr. İlim Irmak, alerjik etkenlerin en önemlilerinden birinin sigara ve hava kirliliği olduğunu vurgulayarak “Sigara ve hava kirliliğine maruziyet solunum yollarında inflamasyona ve alerjenlere daha da duyarlı hale gelinmesine yol açar, hastalık şiddetini artırabilir. Unutmayın; nedene yönelik önlemler alınmadığı sürece ilaç tedavileri yetersiz kalacaktır. Buna verilebilecek en iyi örnek; kişinin sigara içmeye devam ederek astım ilaçları ile tedavi başarısı şansını azalttığı gerçeğidir” diyor.

  • Bulunduğunuz ortamı alerjenlerden arındırın

Halı, kilim gibi ev tozu akarlarına kaynak oluşturabilecek eşyaları azaltmak ve açıkta değil  kapalı dolapta tutmak, hava filtreleri ve hava temizleme cihazı kullanmak, düzenli temizlik yapmak ve bulunulan ortamı sık sık havalandırmak alerjen yükünü azaltarak belirtileri hafifletebilir.

  • Dengeli ve sağlıklı beslenin

Alerjik hastalıkların beslenme düzeni ile de yakından ilişkili olduğunu ancak bunun toplumda çoğunlukla bilinmediğini vurgulayan Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. İlim Irmak “Yapılan çalışmalar; tüketilen bazı besinlerin vücutta inflamasyona neden olarak alerjik hastalıklara zemin hazırladığını ve atakları tetiklediğini göstermektedir. Bu nedenle bu besinlerin farkına vararak uzak durmak önemlidir. Akdeniz tipi beslenme ve antioksidanlar bağışıklık sistemini güçlendirerek alerjik inflamasyonu azaltmaya destek olduğundan dolayı sağlıklı ve dengeli beslenmeye özen göstermek gerekir” diyor.

  • Düzenli egzersiz yapın

Akciğer kapasitesini artıran egzersizler ve doğru nefes alma teknikleri ile stresi yönetmenin yollarını öğrenerek uygulamak alerjik solunum yolu hastalıkları ve alerjik akciğer hastalıklarının semptomlarını hafifletmede önemli rol oynar. Haftada en az üç gün, birer saat düzenli yürüyüş yapmak da bağışıklık sistemini güçlendirerek alerjenlere karşı vücudun daha dirençli olmasına katkı sağlar. Ayrıca akciğer kapasitesini artırır ve daha verimli çalışmasına destek olur. Stres alerjik reaksiyonları tetiklediğinden dolayı düzenli yürüyüş sayesinde bu semptomların da kontrol altına alınması sağlanır.

Sahura mutlaka kalkın! Çünkü…

‘Ben akşamdan yiyip yatıyorum, uykum da bölünmemiş oluyor’, ‘sahura kalkmama gerek yok, açlığa dayanıyorum’, ‘sahur yapınca daha çok acıkıyorum’, ‘vücudum alışık, sahursuz da rahat oruç tutuyorum”… Bu ve benzeri söylemleri Ramazan’da çok sık duyuyoruz. Ancak dikkat! Sahura kalkmadan oruç tutmak, gün içerisinde baş ağrısından kan şekeri düşüklüğüne, sindirim sorunlarından halsizliğe ve konsantrasyon kaybına dek bazı sorunlara neden olabiliyor. Tabi sahurda tüketilen besinlerin seçimi de büyük önem taşıyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Aybala Dönmez “Oruç sürecinde vücudumuz için en önemli öğünlerden biri olan sahura kalkmak, sağlıklı bir Ramazan geçirmenin temel taşlarındandır. Bununla birlikte oruç tutan kişilerin gün boyu enerjilerini koruyabilmesi, susuzluk hissini hafifletmesi ve açlıkla başa çıkabilmesi için sahurda doğru gıda seçiminin yapılması da son derece önemlidir” diyor. Sağlıklı ve dengeli bir sahur alışkanlığının Ramazan boyunca kişiyi daha enerjik ve sağlıklı tutacağını belirten Beslenme ve Diyet Uzmanı Aybala Dönmez, sahurda sağlıklı beslenmenin 6 püf noktasını anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Aybala Dönmez

Beslenme ve Diyet Uzmanı Aybala Dönmez

  • Tok tutan besinleri tercih edin

Sahurda yüksek lifli, protein açısından zengin ve sağlıklı yağlar barındıran peynir, domates, salatalık, yoğurt, tam tahıllı ekmekler, ceviz, badem ve zeytinyağı gibi gıdalar tüketmek tokluk hissi sağlayarak uzun süreli açlığa karşı dayanmayı kolaylaştırır. Sebzeler, meyveler, tam tahıllı ürünler ve baklagiller lif açısından zengindir ve sindirimi yavaşlatarak tokluk hissini artırır. Örneğin; bir kase yoğurt ve yulaf ezmesi üzerine dilimlenmiş meyve ve badem eklenmesi veya bir dilim ekşi maya ekmeği üzerine haşlanmış yumurta, peynir ve avokado dilimleri ile tercih edeceğiniz alternatifler ile gün boyunca tok kalma sürenizi ve enerji seviyelerinizi koruyabilirsiniz.

  • Yağlı ve şekerli gıdalardan kaçının

Sahurda yağlı yiyecekler ve şekerli besinler tüketmek, sindirim sistemini zorlar ve mide problemlerine yol açar. Ayrıca, bu tür yiyecekler kan şekerini yükseltip ardından düşüreceği için daha erken acıkmanıza, gün boyunca halsizlik ve baş ağrılarına sebep olur. Özellikle kavrulmuş, kızarmış yiyecekler yerine haşlama veya ızgara tarzı pişirme yöntemlerini kullanabilirsiniz. Doğal tatlılar (hurma veya kuru kayısı) ve sağlıklı yağlar (zeytinyağı gibi) tercih edin.

  • Protein kaynakları tüketin

Beslenme ve Diyet Uzmanı Aybala Dönmez “Protein açısından zengin besinler, uzun süre tok tutar ve enerji seviyenizi yükseltir. Yumurta, peynir, yoğurt, süt, baklagiller gibi protein kaynakları sahur için ideal besinlerdir” diyor.

  • Kompleks karbonhidratlar tercih edin

Kan şekerini hızlı bir şekilde yükselten beyaz ekmek veya hamur işi yerine tam buğday ekmeği, yulaf, esmer pirinç gibi kompleks karbonhidratlar, sindirimi yavaşlatarak uzun süre tokluk sağlar. Bu tür besinler, kan şekerinin dengelenmesine yardımcı olur ve posa içeriği ile tokluk süresini uzatır.

  • Bol su için

Vücudun su ihtiyacını karşılamak için sahurda en az 2-3 bardak su içmek çok önemlidir. Sahurda tüketilen su, gün boyunca yaşanabilecek dehidrasyonu (susuzluk) önler. Sahurda kahve, çay ya da kafeinli içecekler tüketmek, idrar söktürücü özelliği nedeni ile oruç sırasında daha fazla su kaybına yol açar. Bu nedenle su, kafeinsiz içecekler veya bitki çayları daha doğru seçimler olacaktır. Ayrıca iftardan sahur bitimine kadar düzenli aralıklarla 2 litre su tüketmeye çok dikkat edin.

  • Aşırı tuzdan kaçının

Beslenme ve Diyet Uzmanı Aybala Dönmez “Sahurda aşırı tuzlu gıdalar (zeytin, tuzlu peynir gibi) tüketmek, vücudun su kaybetmesine neden olur ve susuzluk hissini artırır. Bu nedenle, tuz alımını mutlaka sınırlandırın” diyor.

Akne hangi bölgede neye işaret ediyor?  

Günümüzde en sık görülen cilt hastalıkları arasında yer alan akne, diğer adıyla sivilce, ergenlik döneminin kabusu olarak bilinse de aslında erişkinlerde de yaygın görülen bir hastalık. Öyle ki yetişkinlerin, özellikle de 25 yaş ve üzerindeki kadınların yaklaşık 20’si, bir başka deyişle her 5 kadından biri, akne sorunu yaşıyor.  Genetik, hormonal ve çevresel faktörler neden olurken, hatalı alışkanlıklar da akneyi artırabiliyor. Akne hafif bir cilt sorunu olarak görülse de ağrılı kist ve nodüller ciltte kalıcı izler ile lekelerin oluşumuyla sonuçlanabiliyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Özlem Akın Çakıcı, bu nedenle aknelerin erken dönemde tedavi edilmesinin son derece önemli olduğuna dikkat çekerek, “Tedaviye erken başlamak, aknenin ilerlemesini ve kalıcı iz ile leke bırakmasını önleyebiliyor. Tedaviden etkin sonuç alabilmek için ilaçları hekimin önerdiği şekilde ve sürede, düzenli olarak kullanmalı. Unutulmamalı ki akne tedavisi emek ve sabır istiyor; ilaçların düzenli bir şekilde kullanılması ‘tedavi işe yaramadı’ düşüncesiyle asla bırakılmaması gerekiyor. Ayrıca akne dinamik yapısı gereği tekrarlayıcı inflamatuar bir hastalık olduğu için çeşitli topikal veya sistemik tedavilerle uzun süre kontrol altında tutulabilse de çoğu hastada hafif ya da şiddetli alevlenmeler gelişebiliyor. Tetikleyici faktörleri iyi tanımak ve alışkanlıklarımızı bunlardan kaçınacak şekilde değiştirebilmek, tedavinin başarısında önemli bir etkeni oluşturuyor” diyor.

Dr. Özlem Akın Çakıcı

Dr. Özlem Akın Çakıcı

Alın, çene veya sırt bölgesinde… Hangi bölgede neye işaret ediyor?  

Akne, özellikle yüz, sırt, göğüs ve omuzlarda görülen; ciltteki yağ salgısının artması, kıl foliküllerinin tıkanması ve bakterilerin çoğalması sonucunda gelişen iltihabi bir hastalık. Akne beyaz noktalar, kırmızı kabarıklıklar ve ağrılı kistler gibi farklı lezyonlarla kendini gösterebiliyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Özlem Akın Çakıcı, vücutta  görüldüğü bölgelere göre aknenin farklı tetikleyicileri olabildiğine işaret ederek,  sözlerine şöyle devam ediyor: “Örneğin, alın, saçlı deri ve ense bölgesinde lezyonların belirgin olması foliküllerin tıkanmasına yol açan yağlı saç ürünlerinin kullanımına, bölgede mekanik travma ve terlemeye neden olan şapka ve kask gibi aksesuarlara bağlı gelişebiliyor. Çene bölgesinde yoğunlaşan lezyonlar kadın hastalarda hormonal bozukluklara işaret edebiliyor. Sırt ve kalça gibi bölgelerdeki dirençli aknelerde ise aşırı terleme, derinin nemli bırakılması ve dar kıyafetler akla gelebiliyor. Yine mesleki nedenli uzun süre oturan kişilerde ve hareketi kısıtlayıcı rahatsızlıklar sebebiyle uzun süreli yatan kişilerde bası altında kalan bölgelerde ve diş tedavileri sonrası ağız çevresinde mekanik travmaya bağlı da akne gelişebiliyor”

AKNEYE KARŞI 3 ÖNEMLİ ÖNERİ!

Akne oluşumunu önlemek veya var olan akneleri hafifletmek için cilt bakımına dikkat etmek, sağlıklı beslenmek, bazı hatalı alışkanlıklardan uzak durmak gerekiyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Özlem Akın Çakıcı, akne oluşumuna karşı almanız gereken önlemleri şöyle anlatıyor:

Doğru cilt bakımı alışkanlıkları edinin

  • Alkali sabunlarla ve sık aralıklarla cilt temizliği yapmak derinin pH’ını değiştirerek akne gelişiminde rol oynayan bakterilerin artışına, deri bariyerinin bozulmasına ve yağ bezlerinin daha fazla çalışmasına yol açabiliyor. Dolayısıyla cildinizi günde en fazla 2 kez, cilt pH’ına uygun jel ya da köpük formunda bir                    temizleyici ile yıkayın.
  • Yüzü sert cisimler ile ovalamak ya da yıkamak mekanik travma ile inflamatuar lezyonları arttırabiliyor.  Bu nedenle cildinizi tahriş eden sert peelingler kullanmayın.
  • Yağ bazlı nemlendiriciler, kapatıcı özellikteki pudra, fondöten gibi kozmetik ürünler gözenekleri tıkayarak akne oluşumuna neden olabiliyor. Yağsız, komedojenik olmayan (gözenekleri tıkamayan) ürünler kullanın.
  • Kuruluk yağ üretimini artırabildiği için cildinizi kurutmayın, düzenli olarak su bazlı ürünlerle nemlendirin.
  • Makyaj uygulamasında kullandığınız fırça ve süngerlerinizi düzenli olarak temizleyin.

Sağlıklı bir beslenme rutini oluşturun

  • Beyaz ekmek, pirinç, mısır, patates, şekerli içecekler gibi yüksek glisemik indeksli gıdalar insülin seviyelerini artırarak derideki yağ üretimini tetikleyebiliyor. Bu nedenle tam tahıllar ve sebzeler gibi düşük glisemik indeksli besinler tüketin.
  • Akne oluşumuna katkıda bulunan süt ve süt ürünlerini fazla tüketmekten kaçının.
  • Peynir altı suyu ve kazein içeren protein tozlarından kaçının.

 Yaşam tarzınızı düzenleyin

  • Yetersiz uyku stres hormonlarının düzeyini artırarak akneyi şiddetlendirebiliyor. Kaliteli ve yeterli uyumaya özen gösterin.
  • Stres hormonu olan kortizol akneyi tetikleyebildiği için stresi kontrol altına almaya çalışın.
  • Makyaj artıkları, saç bakım ürünleri ve çeşitli bakterilerin birikebilmesi nedeniyle yastık kılıfınızı haftada 1-2 kez değiştirin.
  • Egzersiz sonrasında yüzünüzü ve vücudunuzu yıkayın, ıslak kalmasını önleyin.
  • Derideki kıl köklerinde mekanik travmaya ve terleme artışına neden olabilen dar ve sentetik kıyafetlerden kaçının.

Tedavi hastaya özel planlanıyor

Aknenin tedavi şeması, aknenin şiddetine ve tutulum alanına, hastanın yaşı ile tercihine göre planlanıyor.  Tedavide amaç,  olabildiğince erken müdahale ederek  aknenin yoğunluğunu azaltmak ve oluşturacağı uzun vadeli sorunların önüne geçmek. Hafif ve orta dereceli aknelerde krem tedavilerine başvuruluyor.  Orta ve şiddetli aknelerde veya cilde uygulanan kremlerin yetersiz kaldığı durumlarda sistemik antibiyotikler, hormonal tedaviler (doğum kontrol hapları, antiandrojenler) ve bazı ağızdan alınan ilaçlar faydalı oluyor.  

Akne izleri bu yöntemlerle hafifletiliyor

Dermatoloji Uzmanı Dr. Özlem Akın Çakıcı, hafif ve orta dereceli aknelerdeki yüzeyel akne izlerinde ve renk tonu düzensizliğinde; salisilik asit, glikolik asit veya triklorasetik asit içerikli peelinglerin hekim kontrolünde uygulanabileceğini belirtiyor. Lazer ve ışık sistemleri ile diğer enerji bazlı yöntemlerin akne izlerinin tedavisinde en sık tercih edilen yöntemler olduğunu aktaran Dr. Özlem Akın Çakıcı, “Akne tablosunda en çok yoğun pulse ışık kaynakları (IPL), pulse dye lazer, fraksiyonel lazer ve iğneli radyofrekans yöntemlerine başvuruluyor” diyor. Dermatoloji Uzmanı Dr. Özlem Akın Çakıcı, mikroiğneleme (Dermapen, dermaroller) ve plateletten zengin plazma (PRP) gibi işlemlerin de akne izlerini hafifletmek ve cildin kolajen üretimini desteklemek amacıyla uygulanabildiğini sözlerine ekliyor.

Bu belirtilerde zaman kaybetmeyin! Kalp krizi olabilir!

Dünya genelinde ve ülkemizde kalp krizi ile diğer kardiyovasküler hastalıklar ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer almaya devam ediyor. Ülkemizde yılda yaklaşık 200 bin kişinin kalp krizi geçirdiği ve bu hastaların önemli bir kısmının hayatını kaybettiği belirtiliyor. Modern yaşamın getirdiği hareketsiz yaşam tarzı, sağlıksız beslenme, obezite ve stres, kalp krizinin temel nedenleri arasında yer alıyor. Acıbadem Ataşehir Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek, ayrıca kış aylarında soğuyan havanın da kalp krizi riskini artırdığına dikkat çekerek, “Bunun nedeni ise soğuk havalarda vücudun sıcaklığını korumak için damarları daraltması ve bu durumun kan basıncını artırarak kalbin daha fazla çalışmasına neden olmasıdır. Özellikle kalp hastalığı olan kişilerde bu ek yük kalp krizine yol açabilmektedir. Ayrıca kış aylarında azalan fiziksel aktiviteler  ve beslenme değişiklikleri de risk faktörlerini artırmaktadır” diyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi

Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek

Soğuk havada risk 3 kat artıyor!

Kış aylarında kalp krizinin 3 kat daha fazla görüldüğüne işaret eden Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek, kalp sağlığını korumak için alınması gereken önlemleri ise  şöyle özetliyor:  “Günde en az 3-5 porsiyon mevsimine uygun sebze ile meyve tüketmek, kaliteli ve yeterli süre uyumak, vücut ısısının daha iyi korunması için tek bir kalın kıyafet yerine ince ve kat kat giyinmek önem taşımaktadır.”

En sık sabah saatlerinde yaşanıyor! 

Kalp sağlığı için kış aylarında da sporu aksatmamak büyük bir öneme sahip. Ancak soğuk havalarda sabahları ağır spor yapmaktan kaçınmak gerekiyor. Zira, yapılan araştırmalara göre, kalp krizi en sık sabah saatlerinde yaşanıyor!  Bunun sebebi ise sabahları 09:00’a kadar olan süreçte vücudun stres hormonu (kortizol) seviyesinin yükselmesi ve kan basıncının artması. Sabah saatlerinde kanın pıhtılaşma eğilimi de daha yüksek olduğu için damar tıkanıklıkları daha kolay gelişebiliyor. Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek, bu nedenle özellikle risk grubunda bulunan kişilerin sabah saatlerinde aşırı fiziksel efor sarf etmemeleri gerektiği uyarısında bulunarak, “Örneğin, özellikle sabah saatlerinde yoğun tempolu yürüyüş, kas güçlendirme egzersizleri ve bisiklet sürmek gibi ağır efor gerektiren hareketlerden kaçınmak gerekmektedir. Spor mümkünse öğleden sonra yapılmalıdır. Sabah saatleri dışında zaman yoksa, hafif tempolu yürüyüşler veya gevşeme egzersizleri tercih edilmelidir” diyor.

Risk faktörlerine dikkat! 

Kalp krizi, kalbi besleyen koroner damarların ani tıkanması sonucu kalp kasına yeterli oksijen gitmemesiyle oluşan ciddi bir durum. Tıkanıklık genellikle ateroskleroz (damar sertliği) sonucu gelişen pıhtılar nedeniyle meydana geliyor. Kalp kası yeterince oksijen alamadığında hücreler ölmeye başlıyor ve ciddi kalp hasarı oluşabiliyor. Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek, erken müdahale edilmezse kalp krizinin hastanın kaybıyla sonuçlanabileceğine işaret ederek, “Yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, sigara kullanımı, diyabet, obezite ve hareketsiz yaşam tarzı bu tıkanıklığa yol açan önemli risk faktörleri arasında yer almaktadır.   Sağlıksız beslenme, stres ve genetik yatkınlık da kalp krizi riskini artıran diğer etkenlerden. Bu faktörlerin bir araya gelmeleri damarları zamanla tıkayarak kalp krizine neden olabilmektedir” bilgisini veriyor.

Kalp krizi görülme yaşı 30’a indi!

Kalp krizi eskiden ileri yaştaki kişilerde görülürken, son yıllarda 30’lu genç yaştaki kişilerde de daha sık görülmeye başlandı. Modern yaşamın getirdiği hareketsiz yaşam tarzı, sağlıksız beslenme alışkanlıkları, sigara ile alkol tüketimi, obezite ve stres, kalp krizinin genç yaş gruplarında yaygınlaşmasının başlıca nedenlerini oluşturuyor. Ayrıca, diyabet ve hipertansiyon gibi hastalıkların gençlerde son yıllarda daha fazla görülmesinin de bu artışa katkıda bulunduğuna işaret eden Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek,  genç yaşta kalp krizi riski olan kişilerin düzenli sağlık kontrolleri yaptırmalarının yaşamsal önem taşıdığına dikkat çekiyor.

Bu belirtilerde zaman kaybetmeyin!

Kalp krizinde erken tanı ile tedavi hayat kurtarabiliyor ve kalp dokusunun korunmasını sağlayabiliyor.  Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek, “Bu nedenle 20 dakikadan uzun süren göğüs ağrısı, nefes darlığı ile çene, boyun, sırt veya kola yayılan ağrı, mide bulantısı, baş dönmesi ve soğuk terleme gibi sorunlar yaşandığında vakit kaybetmeden acil servise başvurulmalıdır” uyarısında bulunuyor.

Kalp krizinde ilk 2 saat çok önemli!

Kalp krizinde “altın saatler” olarak adlandırılan ilk iki saat içinde yapılan müdahaleler hastanın hayatta kalma şansını önemli ölçüde artırıyor. Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek, “Erken müdahale sayesinde damar tıkanıklığı açılabilir ve kalp kasına giden kan akışı tekrar sağlanabilir. İlk saatlerde yapılan tedavi, kalp kası hasarını en aza indirerek hastanın ölüm riskini azaltır ve takip eden yıllarda yaşam kalitesini korumasına yardımcı olabilir” diyor. Doç. Dr. Mustafa Aytek Şimşek,  sağlıklı ve dengeli beslenmenin, düzenli egzersiz yapmanın ve sigaradan uzak durmanın kalp krizi riskini önemli ölçüde azalttığını söylüyor.

“Alerjisi geçmiştir” düşüncesiyle bu hatayı asla yapmayın!

Çağımızın önemli bir sorunu olan besin alerjisi son yıllarda çocuklarda daha yaygın görülüyor. Yapılan araştırmalar;  çocuklarda besin alerjisinin son 20 yıl içinde 2-3 kat arttığını gösteriyor. Bu artışla birlikte, dünyada ve ülkemizde her 100 çocuktan yaklaşık 8’inde besin alerjisi oluştuğu belirtiliyor. Özellikle gelişmiş ülkelerde şehirleşme, hareketsiz yaşam gibi yaşam tarzındaki değişiklikler, hava kirliliği ve kimyasal maruziyet gibi çevresel faktörler, çocukların mikroorganizmalar ile yeterince temas etmemesi, cilt veya bağırsak gibi koruyucu yapıların zarar görmesi ve beslenme alışkanlıklarındaki değişiklikler, çocuklarda gelişen besin alerjisinin temel nedenlerini oluşturuyor.  Acıbadem Ataşehir  Hastanesi Çocuk Alerjisi Uzmanı Dr. Ezgi Topyıldız,  bağışıklık ve sindirim  sistemi henüz tam olarak olgunlaşmadığı için besin alerjisine en sık bebeklik ve erken çocukluk dönemi olan ilk 3 yaşta rastlandığına dikkat çekerek,   “Besin alerjisi çocuğun beslenmesini kısıtlayarak büyüme ile gelişmeyi olumsuz etkileyebiliyor ve yaşam kalitesinde düşüşe yol açabiliyor, dahası nefes darlığı gibi ciddi reaksiyonlar oluşturabiliyor. Bu nedenle çocuğunda besin alerjisi olduğunu düşünen ebeveynlerin hemen bir çocuk alerji hekimine başvurmaları gerekiyor. Besin alerjisi ebeveynleri çok kaygılandırsa da aslında doğru tanı, güvenli bir diyet ve acil durum hazırlığıyla çocukların sağlıklı bir yaşam sürmeleri sağlanabiliyor” diyor.

Dr. Ezgi

Dr. Ezgi Topyıldız

Alerjiye neden olan 170’ten fazla besin tanımlanmış!

Günümüze kadar, besin alerjisine neden olabilen 170’ten fazla besin tanımlanmış. Çocuk Alerjisi Uzmanı Dr. Ezgi Topyıldız, ancak bu besinlerin sadece bazılarının yaygın olarak alerjiye yol açtığını belirterek, “Çocuklarda en sık alerjiye neden olan besinler; inek sütü, yumurta, soya, buğday, yer fıstığı, kuruyemişler, balık ve kabuklu deniz ürünleridir. Bunlar arasında yer fıstığı ve kabuklu deniz ürünleri daha ciddi reaksiyonlar oluşturabiliyor” bilgisini veriyor.

Sadece koklamak bile yeterli gelebiliyor!

Bazı besin alerjileri ilerleyen yaşla birlikte kaybolabiliyor. Özellikle süt, yumurta ve buğday alerjisi olan çocukların önemli bir kısmında bu alerjenler gerileme eğiliminde oluyor. Bununla birlikte yer fıstığı, kuruyemiş, balık ve kabuklu deniz ürünleri gibi besinlere karşı olan alerjiler yaşam boyu devam edebiliyor. Besin alerjisi oluşması için her zaman besinin yenmesi gerekmiyor. Bazı durumlarda besinin kokusunu solumak veya deriye temas etmesi de alerjik reaksiyonlara yol açabiliyor.

Alerjisi geçmiştir düşüncesiyle “az miktarda” da olsa asla!

Çocuklarda besin alerjisinde bazı kurallara dikkat etmek ise yaşamsal önem taşıyor. Çocuk Alerjisi Uzmanı Dr. Ezgi Topyıldız, alerjen içeren besinleri “Çocuğumun besin alerjisi artık geçmiştir” düşüncesiyle “az miktarda” da olsa asla denememeniz gerektiği uyarısında bulunarak, “Zira, alerjen besinler çok küçük miktarlarda bile ciddi reaksiyonlara neden olabiliyor. Besin alerjisi olan çocuklar hekimleri tarafından genellikle 3-6 ay aralıklarla takip ediliyor. Alerjinin zamanla geçtiğine ancak doktor kontrolünde karar verilebiliyor. Diğer taraftan, besinleri diyetten çıkarmak çocuklarda beslenme yetersizliklerine yol açabiliyor. Bu nedenle hekim önerisi olmadan gelişigüzel diyet uygulamaktan da kaçınmak gerekiyor” diyor.

En sık cilt sorunları yaşansa da, dikkat!

Besin alerjisinde ilk belirtiler sıklıkla kızarıklık, kurdeşen, şişlik ve kaşıntı şeklinde cilt bulgularıyla ortaya çıksa da diğer sistem tutulumları da sık görülüyor. Besin alerjisinin belirtileri hafif başlayabiliyor, ancak ilerleyerek ciddi reaksiyonlara dönüşebiliyor. Özellikle dudak, dil ve boğaz şişmesi, nefes darlığı veya bilinç değişikliği gibi belirtiler acil müdahale gerektiriyor.  Dr. Ezgi Topyıldız, besin alerjisinin en yaygın belirtilerini şöyle sıralıyor:

Ciltte: Kurdeşen (ürtiker), egzama alevlenmeleri, kaşıntı, kızarıklık, döküntü.

Sindirim sisteminde: Karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal veya kanlı, mukuslu dışkı.

Solunum sisteminde: Burun akıntısı, hapşırık, öksürük, nefes darlığı, hırıltılı solunum, boğazda kaşıntı hissi.

 

Belirtiler günler sonra bile başlayabiliyor! 

Besin alerjisi, besinlerin içerdiği proteinlere karşı bağışıklık sistemimizin verdiği anormal yanıt sonucu oluşuyor. IgE aracılı ve non-IgE (IgE dışı) aracılı olmak üzere iki mekanizmayla gelişiyor.

IgE aracılı mekanizma: Bağışıklık sistemi, besin proteinlerini tehdit olarak algılayarak IgE antikorları üretiyor. Besin alerjeni vücuda tekrar girdiğinde, IgE antikorları mast hücrelerinden histamini ve diğer kimyasalları serbest bırakıyor. Bu kimyasallar genellikle dakikalar veya saatler içinde pek çok reaksiyona neden olabiliyor.

Non-IgE aracılı mekanizma: IgE antikorları rol oynamıyor, alerjik reaksiyon bağışıklık sistemindeki T hücreleri gibi farklı hücresel mekanizmalar üzerinden gerçekleşiyor. Alerjik reaksiyonlar daha geç ortaya çıkıyor ve belirtiler besin alerjenine maruz kaldıktan saatler veya günler sonra görülüyor.

TEDAVİDE 5 KRİTİK KURAL!

Besin alerjisinin tedavisinde en temel hedef, çocuğun güvenliğini sağlamak ve yaşam kalitesini artırmak. Çocuk Alerjisi Uzmanı Dr. Ezgi Topyıldız, besin alerjisinin tedavisinde 5 kritik kuralı şöyle özetliyor:

Alerjen besinin diyetten çıkarılması

Alerjiye neden olan besin veya besinler diyetten tamamen çıkarılıyor. Ebeveynlere etiket okuma alışkanlığı kazandırılıyor ve besinlerin gizli kaynakları hakkında bilgi veriliyor. Çocuğa, yaşına uygun şekilde, hangi besinlerden kaçınması gerektiği anlatılıyor.

Beslenme ve takviye planı

Alerjen besinin diyetten çıkarılmasıyla gelişebilecek besin eksikliklerini önlemek amacıyla çocuğa özel beslenme planı oluşturuluyor. Örneğin, süt alerjisi olan çocuklarda kalsiyum ve D vitamini takviyeleri gerekebiliyor.

Acil durum yönetimi

Ciddi reaksiyon riski taşıyan çocuklar için adrenalin oto-enjektörleri reçete ediliyor. Aileler, bakıcılar ve okuldaki yetkililer çocuğun besin alerjisi konusunda bilgilendiriliyor ve acil durumlarda nasıl müdahale edileceği öğretiliyor.

Oral immünoterapi (OIT)

Tercihen 4 yaş üzerinde, besin alerjisi gerilememiş olan çocuklarda, doktor kontrolünde, düşük dozlarla başlanarak, alerjen besinin toleransının artırılması hedefleniyor. Dr. Ezgi Topyıldız, bu sayede bağışıklık sisteminin zamanla alerjen besini “tanımaya” başladığını ve tepkilerini azalttığını belirterek, “Bu yöntemle, özellikle yer fıstığı, süt ve yumurta gibi yaygın alerjenlere karşı kazara maruziyet durumunda oluşabilecek hayati tehlikenin azaltılması sağlanıyor. Yöntem sayesinde çocuk ve ailesinin günlük yaşam kalitesi önemli ölçüde artıyor” diyor.

Düzenli takip

Besin alerjisi zamanla kaybolabildiği için çocuğun düzenli olarak çocuk alerjisi uzmanı tarafından takip edilmesi gerekiyor.

Rahim ağzı kanseri sinsi ilerliyor!

Rahim ağzı kanseri dünyada üreme çağındaki kadınlarda en sık görülen kanser türü. Dünyada her yıl yaklaşık 600 bin ülkemizde de 2 binden fazla kadına rahim ağzı kanseri tanısı konuluyor. Temel nedenini Human Papilloma Virüsü’nün oluşturduğu rahim ağzı kanseri, ülkemizde en sık görülen 3’üncü jinekolojik kanser olarak karşımıza çıkıyor. Rahim ağzı kanseri ileri evrede tespit edilirse hastalığın tedavi edilme şansı düşerken, erken teşhis ise hayat kurtarıyor! Acıbadem Ataşehir Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum / Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Engin Çelik, düzenli muayenelerini olan kadınlarda ileri evre rahim ağzı kanserinin neredeyse hiç görülmediğine dikkat çekerek, “Zira, rahim ağzı kanserinde aşı ve testlerden oluşan 3 yöntem hayat kurtarmaktadır.  Öyle ki bu kanser türü HPV aşılarıyla önlenebilmekte ve aynı zamanda PAP smear ile HPV testleri sayesinde hücreler kansere dönüşmeden tedavi edilebilmektedir. Dolayısıyla, kadınların 21 yaşından itibaren hiçbir yakınmaları olmasa bile hekim aksini önermedikçe her 3 yılda bir PAP smear (rahim ağzı sürüntüsü) testi ve 30 yaşından sonra her 5 yılda bir Human Papilloma Virüsü taraması yaptırmaları büyük bir önem taşımaktadır.  Ayrıca HPV aşısı da yüzde 90’lara varan etkinliği sayesinde kanseri önleyebilmektedir. En uygun dönem 11-12 yaşları olsa da aşı 9-46 yaş arasında da etkili olabilmektedir” diyor.

Doç. Dr. Engin Çelik

Doç. Dr. Engin Çelik

Vücut virüsü genellikle temizliyor, ancak…

DNA virüsü olan İnsan Papilloma Virüsü’nün (HPV) cilt ve mukozayı enfekte eden 200 kadar farklı tipi mevcut. En sık ciltte siğil yapan HPV tip 1 görülüyor. Bunun dışında, genital bölgede HPV tip 6 ve HPV tip 11’e rastlanıyor.  HPV en sık cinsel temas yoluyla bulaşıyor. Çok nadiren başka bir nedenle geçebiliyor. Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Engin Çelik, kadınların yüzde 80’inin hayatlarının bir döneminde HPV ile karşılaştıklarını belirterek, “Vücudun savunma sistemi, çoğunlukla 2 yıl içerisinde Human Papilloma Virüsü’nü temizlemektedir. Ancak kanser yapan Tip 16 – 18 başta olmak üzere bazı HPV tipleri bağışıklık sisteminden kaçtıktan sonra rahim ağzı hücrelerinin genomunu değiştirerek kansere neden olabilmektedir. Türkiye’de 30 yaş üstü 7 milyon kadına yapılan HPV taramasında, kanser yapan tiplerin yaklaşık yüzde 5 oranında olduğu görülmektedir” diyor.

Bu etkenler riski artırıyor!

Sigara, bağışıklık sistemini bozan hastalıklar veya ilaç kullanımı, çok sayıda doğum yapmak, erken yaşlarda cinsel birliktelik yaşamak ve birden fazla cinsel partnerin olması rahim ağzı kanserinin risk faktörlerini oluşturuyor.  Ancak rahim ağzı kanseri düzenli jinekolojik muayene olmayan ve rahim ağzı kanseri taraması yaptırmayan kadınlarda görülüyor. Zira, erken teşhis sayesinde kanser öncüsü lezyonlar cerrahi müdahaleyle alınarak, kanserin oluşumu önlenebiliyor.

En sık görülen 3 belirtisine dikkat!

Human Papilloma Virüsü bulaştıktan sonra kansere ilerlemediği sürece belirti vermiyor. Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Engin Çelik, rahim ağzı kanserinin çoğunlukla HPV enfeksiyonundan yıllar sonra geliştiğini belirterek, “Lezyon oluşan kadınlarda en sık görülen şikayetler ise cinsel ilişki sonrası kanama, akıntı ve düzensiz vajinal kanamadır” diyor.

21 yaşından itibaren PAP Smear testi şart!

Rahim ağzı kanseri taraması, 21 yaşından itibaren,  hekim aksini önermedikçe, her 3 yılda bir, jinekolojik muayene sırasında yapılan PAP Smear (rahim ağzı sürüntüsü) testiyle gerçekleştiriliyor. HPV taramasının da ülkemizde 30 yaşından sonra her 5 yılda bir yapılması öneriliyor. Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Engin Çelik, rahim ağzı kanseri taramasında ana hedefin rahim ağzı kanserine dönüşebilecek kanser öncülü lezyonların tespit edilmesi olduğunu vurgulayarak, “PAP Smear ve HPV testleri tarama testleri olup, anormal tarama testi sonuçları kanser varlığını göstermez. Tarama testlerinin sonuçları normal değilse tanı için rahim ağzının mikroskop benzeri bir aletle büyütülerek incelenmesini içeren kolposkopi işlemi yapılmaktadır. Kolposkopik inceleme sonrasında kanser öncülü lezyonlar tespit edilirse tedavi aşamasına geçilmektedir” diye konuşuyor.

Erken evrede ameliyatla tedavi ediliyor!

Rahim ağzı kanserinin tedavisi; hastanın yaşı, çocuk isteği ve hastalığın evresine göre planlanıyor. Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Engin Çelik, çok erken evrede tespit edilen ve rahminin korunmasını isteyen kadınlarda rahim ağzının koni şeklinde çıkarılmasının yeterli olabildiğini söylüyor. Hastalık çevre dokulara yayılmamışsa radikal histerektomi olarak adlandırılan ve rahmin alınmasını içeren ameliyatın yapıldığını belirten Doç. Dr. Engin Çelik, “İleri evrede ise cerrahi tedaviden ziyade kemoterapi ve radyoterapi tedavisi uygulanmaktadır” diyor.