Yazılar

Hastaların yarısının hipertansiyonundan haberi yok!

Hastaların yarısının hipertansiyonundan haberi yok!

Sağlıksız beslenme, hareketsizlik, fazla kilo, stres ve zararlı yaşam alışkanlıkları derken son yıllarda hipertansiyon hastalarının sayısı hızla artıyor! Acıbadem Altunizade Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Alper Özkan, ülkemizde her 3 kişiden 1’inin hipertansiyon hastalığıyla karşı karşıya olduğunu belirtirken “Oldukça yüksek olan bu orandan daha da kötüsü ise; yarıya yakın tansiyon hastasının maalesef hastalığının farkında bile olmamasıdır.  Sinsice ilerlediğinden ‘sessiz katil’ diye de anılan hipertansiyon; başta kalp damarları olmak üzere tüm vücutta büyük tahribata yol açıyor” diyor. Hipertansiyonu kontrol altında tutmak için tek yöntemin düzenli ilaç kullanımı olmadığını vurgulayan Prof. Dr. Alper Özkan, yaşam tarzında yapılacak birkaç basit değişikliğin kan basıncını kontrol altına almaya katkı sağlayacağını söylüyor. Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Alper Özkan, hipertansiyona karşı 7 etkili önlemi anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Acıbadem Altunizade Hastanesi

Prof. Dr. Alper Özkan

Tuz tüketimini sınırlandırın!

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre; günlük tuz tüketiminin 5 gramı yani 1 tatlı kaşığını geçmemesi gerekiyor. Zira aşırı tuz tüketilmesi vücutta sıvı tutulmasına ve ödeme yol açarak beraberinde tansiyonun yükselmesine neden olabiliyor. Prof. Dr. Alper Özkan “Bilimsel çalışmalara göre; erken evrede yakalanan hipertansiyon hastalarında sadece tuzun azaltılması ile tansiyonda yaklaşık 10 birimlik düşme sağlanabiliyor. Bu da neredeyse hafif etkili bir ilacın etkisine eşit demek! Ancak doktorunuz ilaç kullanmanızı önerdiği sürece ilacı bırakmayın” diyor.

Şeker ve karbonhidrat tüketimine dikkat edin!

En az tuz tüketimi kadar şeker ve karbonhidrat alımına da dikkat edilmesi gerekiyor. Beyaz ekmek, unlu mamüller ve tatlılar başta olmak üzere ihtiyaç fazlası her türlü karbonhidrat kilo alımına yol açarken, damarlarda sertleşmeye ve tansiyon değerlerinin yükselmesine neden oluyor. Gizli şeker kaynağı olan meyve, meyve suyu ve alkolün de kan şekerini yükselterek kan basıncını olumsuz etkileyebildiğini belirten Prof. Dr. Alper Özkan, meyve tüketimininin günde bir porsiyonu aşmamasını, meyve suyu ve alkolden kaçınılması gerektiğini söylüyor.

Egzersiz yapın

Hipertansiyonun en önemli nedenlerinden biri de; hareketsiz yaşam! Hareketsizlik kan basıncının yükselmesine neden oluyor. Hipertansiyondan korunmak için düzenli egzersizin şart olduğunu, özellikle haftada 3 gün tempolu ve yarım saatlik yürüyüşlerin hipertansiyonu kontrol altına almada büyük rol oynadığını belirten Prof. Dr. Alper Özkan “Egzersiz ve hipertansiyon ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar; kardiyo egzersizleri, pilates, yüzme gibi sporların kan basıncı kontrolünde çok önemli etkisi olduğunu gösteriyor” diyor.

Acıbadem Altunizade Hastanesi

Mutlaka yeterince su için!

Yetersiz sıvı alımı olan kişilerde böbreklere ve kalbe giden kan miktarında zamanla azalma oluyor, damarlar büzüşerek kan basıncı artıyor. Günlük tüketmeniz gereken su miktarını, vücut ağırlığınızı 30 ile çarparak bulabilirsiniz. Örneğin; 70 kg olan bir kişinin günlük tüketmesi gereken su miktarı (70×30=2100 ml) ortalama 8-10 bardağa tekabül ediyor. Çay, kahve veya gazlı içeceklerse suyun yerini tutmazken aksine hem idrar söktürücü etkileri hem de damar içinde kalma sürelerinin düşük olması nedeniyle vücutta sıvı kaybına neden oluyor.

Yeterli ve kaliteli uyuyun

Yapılan çalışmalar; uykusuzluk problemi olan kişilerin kan basıncı kontrolünün daha zor olduğunu ortaya koyuyor. Yeterli ve kaliteli uyku için; her gün aynı saatte yatağa girilmesi,  karanlık bir odada uyunması, cep telefonunun yataktan uzak bir noktaya bırakılması, gerekirse uzman önerisiyle melatonin takviyesi alınması gerekiyor. Prof. Dr. Alper Özkan,  uyku apnesi (uykuda solunumun geçici durması) olup tansiyon dengesi bir türlü sağlanamayan kişilerde uyku laboratuvarında test yapılmasının önemli olduğunu belirterek “Apnenin önlenmesi uyku kalitesini artırırken tansiyonunuzu da dengeye sokacaktır” diyor.

Stresi yönetmeyi öğrenin

Ruh sağlığımızın tansiyonu doğrudan etkilediğini, modern yaşamın yol açtığı stresi mutlaka yönetmeyi öğrenmek gerektiğini belirten Prof. Dr. Alper Özkan “Aşırı stres pek çok tansiyon hastasında etkin kan basıncı sağlanmasını güçleştiriyor” uyarısında bulunuyor. Son dönemlerde hipertansiyon tedavisinde meditasyon ve stresle baş etme yöntemlerine yönelik eğitimler önem kazanıyor.

İlaçlarınızı düzenli ve aynı saatlerde alın

“Bir kere ilaca başlanıldı mı hayat boyu ilaç alınmalı” düşüncesiyle pek çok hasta ilaç kullanımından kaçınıyor, doktorundan habersiz ilacı kesebiliyor. Bu düşüncenin doğru olmadığını, aksine hayati sorunlara yol açabileceğini vurgulayan Prof. Dr. Alper Özkan şöyle konuşuyor: “Tansiyon ilaçları gözlük gibidir ve kullanırsak etki eder. Bırakınca da etkisi geçecektir. Her ilaç her hastada aynı oranda fayda vermeyebilir veya yan etki olabilir. Tansiyon ilaçları tıpkı bir terzinin özel dikim elbise dikmesi gibi hastanın bir takım özellikleri göz önüne alınarak ayarlanmalıdır. Doktorunuzla her türlü etki ve yan etkiyi konuşarak size en uygun tansiyon ilacını bulabilirsiniz.”

Her bel ağrısı, bel fıtığı değil!

Her bel ağrısı, bel fıtığı değil!

Son yıllarda giderek yaygınlaşan hareketsiz yaşam, fazla kilo, bilgisayar karşısında geçirilen uzun saatler ve masa başında yanlış oturma pozisyonu derken, bel ağrısı çekenlerin sayısı hızla artıyor. Ülkemizde bel ağrısı şikayeti nedeniyle hekime başvurma oranı baş ağrısından sonra ikinci, cerrahi olarak tedavi edilme açısından üçüncü sırada yer alıyor. Her bel ağrısının bel fıtığı anlamına gelmediğini belirten Acıbadem Fulya Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı, Spor Hekimi Prof. Dr. Tolga Aydoğ “Yapılan çalışmalar, bel ve boyunda saptanan her fıtıklaşmanın bel-boyun ağrısı yapmadığını, dolayısıyla MR’da saptanan her fıtığın tedavi gerektirmediğini ortaya koymuştur. Buna karşın tedavi gerektiren bel fıtığında, uygulanan çeşitli yöntemlerle yüzde 90-95 oranında cerrahiye gerek kalmadan başarı sağlanabilmektedir. Kişilerin bazı yanlış davranışları ve alışkanlıkları da bel fıtığı riskini artırdığı gibi, tedaviyi de olumsuz etkileyebilmektedir” diyor. Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı, Spor Hekimi Prof. Dr. Tolga Aydoğ, bel fıtığında en sık yapılan yanlışları anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Acıbadem Fulya Hastanesi

Prof. Dr. Tolga Aydoğ

Yatak istirahatine rağmen oturmak!

Bel fıtığı hastalarında en çok gözlemlenen yanlışlardan biri; doktorun yatak istirahati vermesine rağmen, oturmaya devam etmek oluyor. Oysa oturmak, yatak istirahatinin yerini tutmuyor. Prof. Dr. Tolga Aydoğ “Oturan bir kişide disk üzerine düşen basınç oturma ve özellikle oturup yanlara eğilme sonucu ciddi bir şekilde artar. Bu nedenle hastaya verilen istirahat süresince kişi oturarak istirahat etmek yerine yatarak istirahat etmelidir. Oturmak istediği zamanlarda da bel boşluğunu destekleyen bir yastıkla bunu yapmalıdır” diyor.

Kilo vermeye özen göstermemek

Fazla kilonun bel ağrısını artırdığı gibi, ağrının oluşumuna da neden olabildiğini vurgulayan Prof. Dr. Tolga Aydoğ, buna karşın fazla kilolarından kurtulmak için yeterli özen gösterilmemesinin de en sık yapılan hatalar arasında olduğunu söylüyor. Bel ağrısı olan hastanın aktivite düzeyindeki azalışa bağlı olarak kilo alımının hızlanabileceğini belirten Prof. Dr. Tolga Aydoğ, bu nedenle istirahatin ve kontrollü hareketin önemli olduğu ilk günlerde gerekirse diyetisyen desteği alınmasının önemli olduğunu vurguluyor.

‘Çivi çiviyi söker’ diyerek zorlayıcı egzersizler/sporlar yapmak

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı, Spor Hekimi Prof. Dr. Tolga Aydoğ öne çıkan yanlışlardan birini şöyle açıklıyor: “Bel fıtığının tedavisinde egzersiz çok önemli yer tutar. Bu bağlamda bel ve kalça etrafı kısa kasların uzatılması, zayıf kasların kuvvetlendirilmesi, genel kondisyonun artırılmasına özen gösterilmelidir. Ancak zorlayıcı hareketlerden uzak durulmalıdır çünkü zorlayıcı hareketler kaslarda daha büyük kuvvet artışı yapabilse de bunlar disk üzerine düşen basıncı artırıp sorunun daha da artmasına neden olabilir. O yüzden kişinin fiziksel durumuna göre iyi planlanmış bir egzersiz planı yapmak çok önemlidir.”

Hiç kalkmadan uzun süre yatmak

Akut gelişen bel fıtığının tedavisinde disk üzerine düşen basıncı azaltmada yatak istirahati şüphesiz çok önemli bir yer tutuyor ancak dikkat! Hiç kalkmadan çok uzun süre yatmak kaslarda kuvvetsizliğe, eklemlerde hareket kısıtlılığına yol açıyor. Prof. Dr. Tolga Aydoğ bundan dolayı yatak istirahatinin bir haftayı geçmemesi gerektiğini söylüyor.

Sigara içmeye devam etmek

Sigaranın genel vücut sağlığı için kanıtlanmış zararları, bel fıtığında da kendini gösteriyor. Sigara içmenin disk kanlanmasını bozarak bel fıtığı riskini artırabildiğini ve tedaviyi olumsuz etkileyebildiğini belirten Prof. Dr. Tolga Aydoğ, sigaranın yol açtığı öksürük nedeniyle de bel fıtığına zemin hazırlayabildiğine dikkat çekiyor.

Acıbadem Fulya Hastanesi

Sert yatak yerine yerde yatmak

Sert yataklarda yatmak bel fıtığı tedavisinde halen kabul görse de bu, sert zemine/yere yatılması anlamına gelmiyor. Yere yatıp- kalkma sırasında belin istenmeyen zorlayıcı pozisyonlara gelebilmesinden dolayı yere yatmaktan kaçınmak gerektiğini belirten Prof. Dr. Tolga Aydoğ “Yerde değil, normal yükseklikte sert yatağı tavsiye ediyoruz. Günümüzde vücut şeklini alan ‘visko’ yataklar geliştirilmeden önce bel fıtığında hastaların sert yataklarda yatması gerektiği görüşü genel kabul görüyordu. ‘Visko’ yataklar çıktıktan sonra artık ille de sert yataklar değil, hastanın rahat ettiği yatağın doğru olduğu genel kabul görmektedir. Akut gelişen bel ağrısında ilk tercih sert yataklar olsa da kronik dönemde rahat edilen yatak doğru yataktır, diye düşünmekteyiz” diyor.

Uzman olmayanlara başvurmak

Prof. Dr. Tolga Aydoğ, bel ağrısı çekenlerin ve MR’ında bel fıtığı saptananların en sık yaptığı yanlışlardan birinin de kulaktan dolma bilgiler ve önerilerle hareket etmeleri olduğunu belirterek “Çevredekilerin ‘aynı sorun bende de vardı veya bir yakınım şu kişiye gitti belini çektirdi, iki büklüm gitmişti sapasağlam ayrıldı” gibi sözleriyle doktora değil işin uzmanı olmayan kişilere yönelinmesi sonucu kalıcı sakatlıklar ortaya çıkabiliyor” uyarısında bulunuyor.

“Bel fıtığı ameliyatı oldum, bir daha tekrarlamaz” diye düşünmek

Bel fıtığı ameliyatı sonrası günlük yaşamda bazı kurallara dikkat edilmediğinde fıtık sorunu aynı seviyeden veya başka bir seviyeden tekrarlayabiliyor. Bu nedenle kişinin bel fıtığı nedeniyle ameliyat olsa da omurgasını korumak için genel kurallara uyması ve egzersizlerle omurga etrafında yeterli esneklik ve kuvvete ulaşmaya, genel kondisyonunu artırmaya özen göstermesi gerekiyor.

Bel açısından doğru ergonomik hareketleri öğrenmemek

Ağır kaldırma ve zorlayıcı fiziksel hareketler yapma hem bel ağrısını hem de bel fıtığı riskini artırıyor. Prof. Dr. Tolga Aydoğ günlük yaşamda bilinçsizce yapılabilen bazı hareketlerin bel fıtığına davetiye çıkarabileceğini belirterek şu önerilerde bulunuyor;

  • Yerden bir şey almak için belden eğilmek yerine dizlerinizi bükün.
  • Market/pazar alışverişi poşetlerini tek elde değil, iki ele eşit dağıtarak taşıyın.
  • Otururken bel boşluğunu destekleyici yastıkla doldurun.
  • Bar koltuğu gibi çok yüksek yerlere veya yere oturmaktan kaçının.
  • Baş üzeri bir şeyi rafa/dolaba yerleştirirken uzanmak yerine basamak kullanın.
  • Uzun süreli oturarak çalışıyorsanız en geç her saat başı kalkıp dolaşın. Zira; her saat başı kısa süreli dolaşma; bel omurlarının, bel çevresi bağ ve kasların ayrıca disklerin sağlığı açısından çok önemli.

Ameliyatı tek çare olarak görmek

Bel fıtığında ameliyatın son çare olması gerektiğini belirten Prof. Dr. Tolga Aydoğ, ameliyat gerektiren durumları; ‘bacaklarda kuvvet kaybı, idrar ve gaitayı tutamama ve yapılan her tür tedaviye rağmen bel ağrılarının devam etmesi’ olarak sıralıyor. Ameliyat öncesi uygulanan yöntemlerle yüzde 90-95 oranında başarı sağlanabildiğini belirten Prof. Dr. Tolga Aydoğ şöyle konuşuyor: “Bel fıtığı; çok uzun süre olmayan istirahat, ağrı kesici, kas gevşetici ve steroid olmayan antiinflamatuar (bazen steroid) ilaçlar, egzersiz, görüntüleme destekli bele yapılan enjeksiyonlar (transforaminal / epidural enjeksiyonlar), bel korseleri, elle tedavi (manüpilasyon/kayropraksi) sıcak uygulama ve fizik tedavi gibi yöntemlerde yüzde 90-95 oranında tedavi edilebilir. Bel fıtığı hastasında genelde tek bir tedavi seçerek uygulamak yerine bütüncül yaklaşıp, birçok tedaviyi birlikte uygulamak çok daha doğru bir tedavi tarzıdır.”

Türkiye’de her 3 yetişkinden biri obezite hastası!

Türkiye’de her 3 yetişkinden biri obezite hastası!

Dünya Sağlık Örgütü’nün 21. yüzyılın en ciddi sağlık sorunlarından biri olarak ilan ettiği obezite, dünyada her 4 kişiden birinde görülüyor. Türkiye’de de yetişkin nüfusun yüzde 67’sinin fazla kilolu, yüzde 32’sinin obezite hastası olduğu belirtiliyor. Bir başka deyişle, ülkemizde neredeyse her 3 kişiden biri obeziteyle mücadele ediyor! ‘Vücutta sağlığı bozacak ölçüde aşırı yağ birikmesi’ olarak tanımlanan obezitenin artışına paralel olarak başta kalp damar hastalıkları olmak üzere, diyabet, solunum problemleri, kas-eklem hastalıkları ve inme gibi tüm vücudumuzu etkileyen hastalıkların sıklığında ciddi yükseliş görülüyor. Ülkemizde obezite oranlarında yaşanan artış doğrultusunda obezite ameliyatlarına olan başvurular da gün geçtikçe artıyor!

Acıbadem Bakırköy Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, günümüzde obezite cerrahilerinden çok büyük başarılar elde edilebildiğine dikkat çekerek, “Obezite cerrahisinin kilo kaybı için etkili bir tedavi seçeneği olduğu, tip 2 diyabet, hipertansiyon ve uyku apnesi gibi obeziteyle ilişkili sağlık problemlerinde de çok ciddi iyileşmeler sağladığı, yapılan çok sayıda araştırmalarla gösterildi. Üstelik toplumdaki yaygın inanışın aksine, obeziteyle ilgili edinilen tecrübeler ve teknolojik gelişmeler sayesinde, tam teşekküllü hastanelerde ve uzman ellerde gerçekleştiğinde, obezite cerrahisindeki risk safra kesesi ve diz protezi gibi ameliyatlardan daha yüksek olmuyor.” diyor. Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, obezite cerrahisi hakkında en sık merak edilen soruları yanıtladı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Doç. Dr. Eyüp Gemici

Obezite cerrahisi hangi durumlarda uygulanıyor?

Obezitenin belirlenmesinde pratik bir ölçüm olan vücut kitle indeksinden (VKİ) faydalanılıyor. Bu yöntemle obezite; kilogram cinsinden kilonun, kişinin metre cinsinden boyunun karesine (kg / m2) bölünmesiyle belirleniyor. Buna göre vücut kitle indeksi 25 ile 30 arasında olanlar fazla kilolu, 30 veya daha yüksek olanlar ise obez olarak tanımlanıyor. Ancak bu yöntem fazla kilosundan yakınan herkese uygulanmıyor. Diyet ve egzersize rağmen başarılı kilo veremeyen, ameliyat olmasında tıbbi açıdan engeli olmayan, yeme bozukluğu sorunu yaşamayan ve psikolojik açıdan dengede olan kilolu kişilere obezite cerrahisi öneriliyor. Kişinin obezite cerrahisine uygun olup olmadığı uluslararası rehberler tarafından belirlenmiş. Buna göre;

  • Vücut Kitle İndeksi ≥ 40 kg/m² olan veya
  • Vücut Kitle İndeksi 35- 39.9 kg/m² olan ve obeziteyle ilişkili bir veya daha fazla hastalığı olanlar (Hipertansiyon, Tip 2 diyabet, uyku apnesi, yağlı karaciğer, kemik eklem hastalıkları gibi) veya
  • Vücut Kitle İndeksi 30- 34.9 kg/m² olup optimal tedaviye rağmen düzelmeyen tip 2 diyabeti olanlar, obezite ameliyatına uygun adaylar olarak kabul ediliyor.

Obezite cerrahisi sağlığı nasıl etkiliyor?

Obezite cerrahisinin temel amacı, fazla kilonun neden olduğu metabolik hastalıkları iyileştirmek, hastanın çok daha sağlıklı bir bedene kavuşmasını sağlamak. Obezite cerrahisiyle besin alımı ve/veya besin emiliminin kısıtlanması sonucunda vücutta bir dizi hormonal ve sinirsel değişimler gelişiyor. Böylece obezitenin neden olduğu sağlık sorunlarında çok ciddi oranlarda iyileşmeler görülüyor. Ayrıca cerrahi sonrasında istikrarlı bir şekilde kilo kaybı oluşuyor. Birçok bilimsel çalışma, ameliyattan hemen sonra kan şekeri ve kan basıncı düzeylerinde çok hızlı iyileşmeler görüldüğünü tespit etmiş. Öyle ki tip 2 diyabette yüzde 85’e, hipertansiyonda yüzde 80’e ve tıkayıcı uyku apnesinde yüzde 90’a varan düzelmeler bildirilmiş. Bunun yanı sıra obeziteyle ilişkili kanser riskinde azalma görüldüğü, kalp-damar hastalıkları, kas-eklem hastalıkları, sinir sistemi hastalıkları, hormonal hastalıklar ve psikolojik bozuklukların da gerilediği kaydedilmiş.

Obezite cerrahisinde hangi yöntemler uygulanıyor?

Obezite cerrahisinde uygulanan teknikler 3 başlık altında sınıflandırıyor. Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, bu yöntemleri şöyle özetliyor:

  • Gıda alımını kısıtlayan teknikler: Dünyada en sık kullanılan ve herkes tarafından bilinen bir teknik olan tüp mide ameliyatı bu sınıfta yer alıyor. Bu yöntemde amaç, mide hacmini azaltmak için mideyi küçük bir tüp haline getirip, alınan besin miktarını azaltmak
  • Gıda emilimini azaltan teknikler: Bu yöntemde amaç, besinin ince bağırsaklardan emildiği yüzey alanını azaltarak vücuda daha az kalori alınmasını temin etmek. Biliopankreatik saptırma ameliyatı bu yöntemler arasında yer alıyor.
  • Gıda alımını kısıtlayan ve gıda emilimini azaltan kombine teknikler: Mini Gastrik Bypass ve Roux-en-Y Gastrik Bypass ameliyatları örnek olarak verilebilir. Bu ameliyatlarda mide hacmi azaltılarak ve belirli bir miktar ince bağırsak da emilim alanı dışında tutularak kalori alımı kısıtlanıyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Hangi yöntemin uygulanacağı nasıl belirleniyor?

En az riskle en yüksek başarıyı elde edecek tekniği belirlemek obezite cerrahisinde büyük önem taşıyor. İlk olarak hastanın beklentilerinin net olarak ortaya konulması gerekiyor. Eşlik eden diyabet, hipertansiyon, crohn ve ülseratif kolit gibi hastalıkların, kullanılan ilaçların, alkol tüketiminin, yeme alışkanlığının, fiziksel aktivitelerin ve psikolojik durumunun belirlenmesi büyük önem taşıyor. Daha önce uygulanan müdahaleler ve/veya ameliyat öyküsü varsa ayrıntılarıyla öğreniliyor. Ardından yapılan kan tahlilleriyle vücut rezervleri ortaya konuluyor. Tüm bu bilgiler değerlendirilerek kişiye uygulanacak olan en uygun cerrahi teknik, standart uygulama adımlarıyla yapılıyor.

Obezite cerrahisi riskli bir yöntem mi?

İnsan bedenine yapılan tüm cerrahi müdahalelerde olduğu gibi obezite cerrahisinde de bazı riskler olabiliyor. Ancak obezite cerrahisi uzun yıllardır yapılan, etkinliğini ve güvenliğini ispat etmiş, sonuçları net olarak belirlenmiş bir tedavi yöntemidir. Ayrıca bilimsel çalışmalara göre; obezite cerrahisi günümüzde safra kesesi ya da diz protezi ameliyatlarından daha fazla risk içermiyor. Uygun hasta seçimi, hastanın yeterli seviyede değerlendirilmesi, tecrübeli hekim ve multidisipliner yaklaşım gösteren ekibin varlığı, kaliteli ve teknolojik malzeme kullanımı, sıkı hasta takibi, sorumluluklarının farkında olup ödevlerini yerine getiren hasta, obezite cerrahisinde başarıyı sağlayıp riski azaltan en önemli parametreleri oluşturuyor.

Obezite cerrahisi sonrasında ne kadar sürede kaç kilo veriliyor?

Kaybedilen kilo; uygulanan ameliyat tekniğine, eşlik eden hastalığa, kişinin sağlıklı beslenme programına uyum göstermesine, fiziksel aktivitesine ve bireysel özelliklerine göre değişkenlik gösteriyor. Obezite cerrahisi sonrasında genel olarak ilk 6 ayda fazla kilonun yarısı, birinci yılın sonunda da fazla kilonun yüzde 70-80’i kaybediliyor. Yani kabaca bir örnek verilirse; boyu 170 cm olup vücut ağırlığı 120 kg olan bir kişi obezite cerrahisi sonrasında ilk 6 ayda ortalama olarak 30-35 kg, ilk yılın sonunda da 40-45 kg kaybediyor.

Obezite cerrahisinden sonra tekrar kilo alma riski var mı?

Sağlıklı beslenme alışkanlığının kavranması ve daha aktif bir yaşamın tercih edilmesi kilo kaybının kalıcı olarak sağlanmasında en büyük etkeni oluşturuyor. Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, obezite cerrahisi sonrasında ortalama olarak 1.5 – 2 yıl istikrarlı bir şekilde kilo kaybı görüldüğüne işaret ederek, “Yeniden kilo alımı da ağırlıklı olarak 2 yıldan sonra ortaya çıkıyor. Bilimsel çalışmalarda, ameliyat sonrasında yüzde 20 oranında geri kilo alımı bildiriliyor. Yetersiz cerrahi teknik, kişinin ameliyat sonrasındaki sürece uyum gösterememesi ve duygusal yeme bozukluğunun varlığı, geri kilo alımında en önemli faktörleri oluşturuyor.” bilgisini veriyor.

Obezite cerrahisinden sonra takibin önemi nedir?

Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, obezite cerrahisi sonrasında hasta takibinin en az başarılı bir ameliyat yapmak kadar önem taşıdığına dikkat çekerek, “Zira obezite cerrahisi sonrasında takip edilmeyen hastalarda; yeme bozukluğu, vücutta sarkma, saç dökülmeleri, metabolik ve psikolojik sorunlar ile geri kilo alımı gibi problemler daha sık görülüyor.” diyor. Cerrahi sonrasında birinci hafta, birinci ay, üçüncü ay, altıncı ay, birinci yıl ve sonrasında yıllık takip öneriliyor. Bunun yanı sıra kişinin ihtiyaçlarına göre, ara takiplerle sürekli bağlantı halinde kalmak gerekiyor. Bu takip sürecinde; hastanın vücut yapısının değerlendirilmesi, aralıklı olarak kan değerlerinin takip edilerek ihtiyaç halinde hızlıca takviye edilmesi, hastanın motivasyonunu ve uyumunu en üst seviyede tutması büyük önem taşıyor. Sağlıklı beslenme alışkanlığının benimsenmesi ve fiziksel aktivitenin artırılması sürecinde hastaya sunulan profesyonel destek başarıyı getiriyor.

LGS Sınavı öncesi öğrencilere ve ailelere önemli tüyolar!

LGS Sınavı öncesi öğrencilere ve ailelere önemli tüyolar!

Bir milyonu aşkın öğrenci ve ailesi için heyecan dorukta… 4 Haziran Pazar günü gerçekleştirilecek LGS sınavında öğrenciler hayalindeki liseye girebilmek için yarışacak! Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi Uzman Psikolog Duygu Kodak, özellikle ailelerin sınava yönelik tutum ve davranışlarının, çocukların psikolojik durumları için son derece önemli bir belirleyici olduğunu belirterek “Çoğu ailenin farkında olmadan kişisel kaygılarını çocuklarına yansıtmaları, çocukların sınav sırasında çok daha yoğun strese girmelerine neden olmaktadır” diyor. Sınav stresinin çocukta; öğrenilenleri kullanamama, okuduğunu anlamama, düşünceleri ve duyguları düzenlemede zorluk, dikkatin azalması, bilişsel faaliyetlerde durgunluk ve fiziksel yakınmalar olarak ortaya çıkaracağını söyleyen Uzman Psikolog Duygu Kodak öğrencilere sınav stresini yenmenin 5 püf noktasını sıraladı, ailelere sınav öncesi ve sonrası doğru yaklaşım önerilerini anlattı, önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Uzman Psikolog Duygu Kodak

Rahatlama egzersizleri yapın

Sınava sayılı günler kala bedensel ve ruhsal rahatlama için nefes egzersizi ve kas gevşetme teknikleri büyük fayda sağlıyor. Bunun için; nefesinizi burnunuzdan alıp ağzınızdan yavaşça uzunca verin. Kaslarınızı belli bir süre sıkarak duyumsayın, ardından serbest bırakarak rahatlayın. Açık havada yürüyüş yapın. Bu tür egzersizler düşüncelerin netleşmesine, güvende hissetmeye, sakinleşmeye ve dikkatinizi bulunduğunuz an’a getirmeye yardımcı olacaktır.

Kendinizle ilgili olumsuz düşünceleri değiştirin

“Gelecekte mutlu olmak için sadece bu sınavı kazanmam gerekiyor başka bir yolu yok; kazanamazsam ailemin de çevremin de yüzüne bakamam; hayatım biter; sınav sonucu kim olduğumu ve değerimi belirleyecek; eğer istediğim sonucu alamazsam bu benim yetersiz biri olduğumu gösterir” gibi düşüncelerden kurtulun. Çünkü mantıklı ve gerçekçi olmayan bu düşünceler stresi artırarak performansı olumsuz etkiliyor.

Güçlü yanlarınızı hatırlayın  

“Sınava hazırlıksızım, bilgiler çok gereksiz ve saçma, konuları anlayamıyor olmam aptal olduğumu gösterir, bu sınavda başarılı olamayacağım, sınav kötü geçecek” yerine; “yapmam gerekeni ve yapabildiğimin en iyisini yapabilirim, başarırsam hayatımın önemli bir dönüm noktasını geçeceğim fakat istediğim sonucu alamamam beceriksiz olduğum anlamına gelmez sadece daha fazla çalışmam gerektiği anlamına gelir” şeklinde olumlu söylemlerde bulunun. Zorluklarla baş ederken kullandığınız güçlü yanlarınızı, başarılarınızı hatırlayın.

Beslenme ve uykunuza dikkat edin!

Sınav gününde kan şekerinin yükselmesine ve hemen sonrasında düşmesine sebep olabilecek şeker oranı yüksek yiyecek ve içeceklerin kaygınızı yükseltmesine izin vermeyin. İyi bir uykunun akademik başarıyı artırdığına dair birçok araştırma var. Sınav öncesi dönemde yeterince uyumaya, uyku öncesi telefon ve tablet kullanımını azaltıp zihninizi dinlendirmeye özen gösterin.

Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi

Sınavda bu önerilere dikkat edin!

Uzmanı Psikolog Duygu Kodak öğrencilere sınav esnasında stresi önlemeye yönelik şu önerilerde bulunuyor;

  • Sınav esnasında diğer öğrencilerin sayfa çevirme sesini duyarsanız geç kaldığınız düşüncesiyle endişeye kapılmayın. Çünkü her adayın soru çözme yöntemi ve sınav stratejisi birbirinden farklıdır yani kimin, hangi bölüme, kaçıncı sorudan başladığını bilemezsiniz.
  • Sınav sırasında sürekli saate bakmak yerine bölümler arasında saatinize bakın. Sürekli zaman kontrolü yapmak telaşlandırabilir.
  • Burnunuzdan derin bir nefes alıp birkaç saniye tutun ve yavaş yavaş ağzınızdan nefesinizi verin. Bu sayede ihtiyaç duyulan oksijen beyne giden kan damarlarını genişleterek bilişsel faaliyetleri olumlu etkiler.

Çocuğunuza değerli olduğunu hissettirin!

Çocuğun sınav stresini yenmede ailesine de büyük görevler düştüğünü belirten Uzman Psikolog Duygu Kodak şöyle konuşuyor: “Kaygı ve stresin yanında çocukların bu dönemde sınav sonucuna bağlı ebeveynlerini üzeceklerini, hayal kırıklığı yaşatacaklarını düşünüp yoğun bir suçluluk duygusu yaşadığını gözlemliyorum. İyi niyetle söylenen “senin için çabalıyoruz, okuyup başarılı olman için her şeyi yapmaya razıyız” cümleleri hayatlarının bu sınava bağlı olduğunu düşünmelerine neden olabiliyor. Bu nedenle çocuğunuza sınav sonucu ne olursa olsun onu herhangi bir koşula bağlı olmadan sevdiğinizi ve yanında olacağınızı, sizin için çok değerli olduklarını hissettirin. Sınav sonrası akranlarıyla karşılaştırmayın. Olumlu ve sıcak yaklaşımınız hem ilişkinizi geliştirecek hem de çocuğunuzun yalnızlık duygusuna kapılmadan sonraki adımlarında cesaretlendirici olacaktır.”

Spor yapmak sakıncalı mı?

Spor yapmak sakıncalı mı?

Multipl Skleroz, etkisini sinir sisteminde gösteren ve ataklarla gelişen kronik bir sinir sistemi hastalığı olarak tanımlanıyor. Vücudu dışarıya karşı korumakla görevli olan bağışıklık sistemi kendi hücrelerini tanıma özelliğine sahip. Ancak bilinmeyen bir etken nedeniyle sistem bozulursa, bağışıklık sistemi özellikle sinir iletimini sağlayan beyin ve omurilikteki hücrelere karşı saldırı düzenliyor. Sinir hücreleri arasındaki iletimi sağlayan miyelin kılıfının hasarı sonucunda da Multipl Skleroz oluşuyor. MS hastalığının dünya çapında 2 milyondan fazla, ülkemizde de yaklaşık 50 bin kişiyi etkilediği tahmin ediliyor. Bu hastalık güçsüzlük, uyuşma, yürüme bozukluğu, dengesizlik ve görme bozukluğu gibi durumlara yol açtığı için hastaların günlük yaşamlarını olumsuz etkileyebiliyor. Aslında günümüzde erken teşhis, doğru tedavi, düzenli takip ve yaşam tarzında yapılan değişiklerle MS hastaları uzun ve kaliteli bir yaşam sürebiliyor. Acıbadem Altunizade Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu, ancak Multipl Skleroz ile ilgili toplumda doğru sanılan hatalı bilgilerin teşhis ve tedavi açısından gecikmelere yol açtığına dikkat çekerek, “Bu gecikme de hastaların günlük yaşam aktivitelerinin olumsuz etkilenmesine ve hastalığın daha kötü seyretmesine neden olabiliyor. Dolayısıyla MS hastalığının belirtilerini bilmek ve zamanında hekime başvurmak çok önemlidir” diyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu, toplumda Multipl Skleroz hakkında doğru sanılan hatalı bilgileri anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Acıbadem Altunizade Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu

Dr. Ezgi Yakupoğlu

Multipl Skleroz erken dönemde teşhis edilemez. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Multipl Skleroz, nöroloji hekimlerine doğru zamanda başvurulduğu takdirde, ayrıntılı bir hasta hikayesi ve muayene ile gerekli tetkikler sonrasında, erken dönemde rahatlıkla teşhis edilebiliyor. Kol ve/veya bacaklarda güçsüzlük ile uyuşma, dengesizlik, yorgunluk, çift görme ve görme bulanıklığı, konuşma bozukluğu gibi yakınmalar, Multipl Skleroz’un sık görülen belirtilerinden. Dolayısıyla bu yakınmalarda zaman kaybetmeden hekime başvurmak, hastalığın erken teşhis edilmesinde kilit rol üstleniyor.

Kontrol altına alınamayan bir hastalıktır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Toplumdaki yaygın inanışın aksine, Multipl Skleroz günümüzde ilaç tedavisiyle kontrol altına alınabiliyor. MS hastalığına yönelik, ataklar sırasında ve uzun dönem koruyucu olarak etki eden ilaç seçenekleri mevcut. Son yıllarda artan çalışmalar doğrultusunda, hastalığın seyrine veya hastanın bireysel özelliklerine göre çok sayıda ilaç seçeneklerinden yararlanılıyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu, ilaçların enjeksiyon ve tablet formu olmak üzere iki gruba ayrıldıklarını belirterek, “Seçilecek olan ilaçlarda hastaya özgü bireysel özellikler ve tercihler göz önünde bulunduruluyor. Düzenli bir takiple birlikte ilaçlar arasında geçişler yapılabiliyor ve bu sayede yöntemler çok daha etkili olabiliyor” diyor.

Her MS hastası tekerlekli sandalyeye mahkumdur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Multipl Skleroz; klinik izole sendrom, ataklarla seyreden ve ilerleyici seyreden olmak üzere temelde 3 alt gruba ayrılıyor. Klinik izole sendrom ile ataklarla seyreden MS iyi seyirli oluyor ve hastalarda yüzde 85 gibi yüksek bir oranda görülüyor. Kötü seyirli olan ilerleyici tip MS ise hastaların yüzde 15 oranını etkiliyor. Dolayısıyla uygun tedavi ve düzenli takiplerle çoğu hastanın bulguları rahatlıkla kontrol altına alınabiliyor. Böylece hastalar etkin tedaviyle günlük yaşamlarına sorunsuz bir şekilde devam edebiliyor.

Genetik geçişli bir hastalıktır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Ailesel bir geçiş söz konusu olsa da Multipl Skleroz’un genetik geçişli bir hastalık olduğu net olarak kanıtlanmamış. Genetik ve çevresel etkenler hastalığın gelişiminde birlikte rol alıyor. Ailesinde MS olan bir kişi normal popülasyona göre daha riskli olmakla birlikte bu durum hastalığın genetik geçişli olduğunu göstermiyor. Sigara, diyet, güneş ışığına fazla maruz kalmak, stres, D vitamini eksikliği ve geçirilmiş enfeksiyonlar çevresel etkenler arasında yer alıyor.

Multipl Skleroz hastaları yazın dışarı çıkmamalıdır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Multipl Skleroz’un semptomları yoğun egzersiz veya ısı artışı durumlarında şiddetlenebiliyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu,  ancak bu durumun hastaların yaz aylarında asla dışarı çıkamayacakları anlamına gelmediğine işaret ederek, “Hastalar, saunaya gitmemek veya tatillerde sıcakların çok yoğun yaşandığı ayları tercih etmemek gibi önlemlerle aşırı sıcak ortamlardan olabildiğince kaçınarak, günlük hayatlarına devam edebilirler. Günlük hayatın içinde olmak aynı zamanda psikolojik olarak da destek sağladığı için hastalığın tedavisinde de önem taşıyor.” bilgisini veriyor.

Acıbadem Altunizade Hastanesi

MS hastası kadınların hamile kalmaları sakıncalıdır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Hormonal denge açısından farklı özellikler taşımak gibi bazı etkenler nedeniyle kadınlarda erkeklere nazaran iki kat fazla görülen MS, özellikle 20-40’lı yaşlar arasındaki doğurganlık çağında gelişiyor. Dolayısıyla MS hastası kadınların en büyük endişelerinden biri, anne olma şansını yitirmek oluyor. Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu, Multipl Skleroz’un hamile kalmaya ve doğum yapmaya kesinlikle engel oluşturmadığını vurgulayarak, “Hastalık aktivitesini kontrol altına alan ilaçlar sayesinde hastalar hem doğum yapabiliyor hem de emzirebiliyorlar. Bu noktada önemli olan asıl konu, hastaların hamilelik planlamalarını kendilerini takip eden nöroloji hekiminin kontrolünde yapmalarıdır.” bilgisini veriyor.

Multipl Skleroz’da egzersiz yapmaktan kaçınılmalıdır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Multipl Skleroz hastaları kendilerini diğer kişilere göre daha yorgun hissedebiliyorlar. Ancak bu sorunla başa çıkmak için yapılabilecek en önemli şey düzenli egzersiz yapmaktır. Zira egzersiz sağladığı faydaların yanı sıra hareketsiz kalmanın yol açabileceği pek çok sorunu önlemesi açısından da değer taşıyor. “Kaliteli bir yaşam için MS hastalarına düzenli egzersiz yapmaları, sağlıklı beslenmeleri ve sigara içmemeleri konusunda mutlaka gerekli bilgilendirmeler yapılıyor” diyen Dr. Ezgi Yakupoğlu, sözlerine şöyle devam ediyor: “Ancak egzersizin hem sıklığı hem de tipi açısından hasta ve doktor mutlaka iletişim halinde olmalıdır. MS hastaları için en ideal egzersiz türleri ise yürüyüş, yüzme ve bisiklet gibi aerobik egzersizleridir.” diyor.

Multipl Skleroz hastaları çalışamaz. YANLIŞ!

DOĞRUSU: MS hastalarının çok büyük bir kısmı günlük yaşamlarına aynı şekilde devam edebiliyor ve işlerini rahatlıkla yapabiliyorlar. Nöroloji Uzmanı Dr. Ezgi Yakupoğlu, “Önemli olan, doktor ile hasta arasında güven içeren bir iletişimin kurulması ve düzenli takiplerin yapılmasıdır” diye konuşuyor.

Ağız ve dişlerde ihmale gelmez 5 sorun!

Ağız ve dişlerde ihmale gelmez 5 sorun!

Ülkemizde 5 yaş altı çocukların yüzde 80’inin ağzında çürük diş olduğunu biliyor muydunuz? Peki okul çağındaki çocuklarda bu oranın yüzde 90’ı bulduğunu? Acıbadem Ataşehir Hastanesi Çocuk Diş Hekimi (Pedodontist) Işıl Can, diş çürüklerinin çocuklarda en sık görülen kronik hastalık olduğunu vurgulayarak “Ağız ve diş sağlığındaki sorunlar tüm vücudu olumsuz etkiliyor. Yapılan araştırmalar; ağız ve diş hastalıklarının diyabetten kalp rahatsızlıklarına dek bir çok önemli hastalıkla ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca çocuğun ağrı çekmesi, beslenmemesi, uyku sorunu yaşaması, güvenle konuşamaması, gülümseyememesi hatta özgüven eksikliği gibi yaşam kalitesini olumsuz etkileyen birçok fizyolojik, sosyal ve psikolojik sorunlara yol açmaktadır” diyor. İlk diş hekimi ziyaretinin en erken 6 aylıkken, en geç de 12 aylıkken yapılması gerektiğini vurgulayan Uzm. Dt. Işıl Can çocuklarda giderek yaygınlaşan ağız ve diş sorunlarını anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Çocuk Diş Hekimi (Pedodontist) Işıl Can

Diş ağrısı

Diş ağrısı çocuklarda gözardı edilmemesi gereken önemli bir sorun. Diş kaynaklı ağrılar bazen de diş yerine baş ve kulak ağrısı şeklinde kendini gösterebiliyor. Ebeveynler özellikle küçük çocuklarda “süt dişi nasıl olsa düşecek” diyerek ağrıyı önemsemeyebiliyorlar ancak süt dişi çürükleri hızlıca kökte enfeksiyona neden olup çene, yüz bölgelerinde şiddetli apse ile sonuçlanabiliyor. Çocukta enfeksiyon yayılım hızı yetişkinden daha hızlı bir şekilde endişe verici boyutlara gelebilirken, şiddetli enfeksiyon tablolarında çocuğun hastaneye yatması ve damaryolu açılması gerekebiliyor.

 Travma

Özellikle ergenlik çağındaki çocuklarda düşme, kaza, şiddet içerikli hareketler ve çeşitli spor aktiviteleri sonucunda çene, yüz bölgesinde travmaya sık rastlanırken, dişler de bundan zarar görüyor. Yapılan çalışmaların; travmaya genellikle 8-12 yaş aralığında maruz kalındığını söyleyen Pedodontist Işıl Can şöyle konuşuyor: “Bunun bizim için önemi; bu yaş grubunda genellikle etkilenen dişler daimi ve kök gelişimi tamamlanmamış dişlerdir. Bu dişlerin çeşitli nedenlerle enfekte olması durumunda tedavileri büyük önem taşımaktadır. İlgili dişlerin erken kaybı durumunda ileri dönemlerde yapılacak olan implant, protez gibi uygulamalar zorlaşmaktadır. Travma sonucunda görülen dişin yerinden çıkması, gömülmesi vb. durumlarda dakikaların bile önemi oldukça fazladır. Bu nedenle bu çocukların kaza sonrası hızlıca diş hekimine getirilmesi büyük önem taşımaktadır.”

Lezyon ve yara

Tekrarlayan aftlar çocuklarda vitamin ve mineral eksikliğinin bir işareti olabiliyor. Ağız içinde görülen lezyon ve yaraların takibinin çok önemli olduğunu vurgulayan Uzm. Dt. Işıl Can “Bazı viral ve bakteriyel enfeksiyonlarda da ağız içinde görülen semptomlar sistemik belirtilerden önce seyredebilmektedir. Ağız içinde görülen iyileşmeyen lezyonlar ağız içi kansöröz oluşumların habercisi de olabildiğinden, bu lezyonların takibi ve görülen değişiklikleri diş hekimine bildirmek oldukça önemlidir” uyarısında bulunuyor.

Acıbadem Ataşehir Hastanesi Çocuk Diş Hekimi (Pedodontist) Işıl Can

 Diş kayıpları

Çocukların ağız ve diş sağlığı açısından göz ardı edilmemesi gereken önemli bir sorun da diş kayıpları. Süt dişlerinin kendiliğinden düşmesi sağlıklı bir durum ancak bazen enfeksiyon, çürük ya da travmaya bağlı erken kayıplar yaşanabiliyor. Bu durumlarda ‘altından zaten yeni diş çıkacak’ diye düşünmemek gerekiyor. Çünkü erken süt dişi kayıplarında kaybedilen dişin önündeki ve arkasındaki dişler zamanla çekim boşluğunu kapatmaya, üst diş de boşluğa doğru uzamaya başlıyor. Çekim boşluğu kapanmaya başladığı zaman gelecek olan daimi diş, vakti geldiğinde doğru pozisyonda çıkamıyor ya da gömülü kalıyor.

Bebeklik dönemindeki bazı alışkanlıklar

Çocukların bebeklik döneminde görülen bazı alışkanlıkları da tavsiye edilen yaşlarda bırakılmadığı takdirde dişlerde ve çene-yüz yapısında bazı bozukluklara yol açabiliyor. Örneğin; uzun süreli emzik emme ve parmak emme gibi alışkanlıklar üst dişlerin daha önde konumlanmasına, ısırma sırasında ön dişlerin kapanmamasına neden olabiliyor. Çocuk Diş Hekimi Işıl Can “Bu sorun süt dişlerinde ve alışkanlığın ilerleyen yaşlarda da devam etmesi durumunda daimi dişlerde görülmektedir. Bu nedenle 2.5-3 yaşlarına gelmeden bu alışkanlıkların bırakılması çok önemlidir. Alışkanlığın bırakılmasında çocuğun ikna edilemediği durumlarda ortodontik apareylerden yararlanılmaktadır.” diye konuşuyor.

Kışın yıpranan saç ve cildin canlandırılmasına “nemli” çözüm

Kışın yıpranan saç ve cildin canlandırılmasına “nemli” çözüm
Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Özlem Su Küçük, ilkbahar mevsimine girdiğimiz bu günlerde kışın yıprattığı saç ve cildin nemlendirici ürünlerle onarılıp yenilenebileceğini söyledi.
Kışın soğuk, kuru ve sert havasında yıpranan saçlarımızı ve cildimizi baharla tazeleyip yenilemek ve onarmak için nemlendirici ürünlerin kullanılmasını öneren Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Özlem Su Küçük, kullanılacak ürünün saç ve cilt tipine göre, dermatolog rehberliğinde seçilmesi ve kullanılması gerektiğini söyledi.
“Cildimiz kışın etkileriyle kurur”
Mevsim değişikliklerinde saç ve deride de değişikliklerin yaşandığını hatırlatan Prof. Dr. Su Küçük, “Saç ve cilt, kışın soğuk ve kuru hava, yağmur, kar ve rüzgar gibi etmenler nedeniyle yıpranır. Kıştan çıkılıp ilkbahara girildiğinde kuru bir deriyle karşı karşıya kalmış oluruz. Bu durumda nemlendirici ve nemi hapsedici ürünler ağırlıklı bir bakım önerilir. Özellikle hızlı emilen, çok aşırı yoğun olmayan ve hafif formülasyonlar içeren ürünler tavsiye edilir” diye konuştu.

 

Prof. Dr. Özlem Su Küçük

“Saç ve cilt tipine göre ürün seçilmeli”
Kullanılacak ürünün saç ve cilt tipine göre tercih edilmesi gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Su Küçük, “Eğer aşırı yağlı bir cilt tipimiz varsa, su bazlı, yağ ağırlığı olmayan hafif ürünler tercih edilmelidir. Tersine, aşırı kuru bir cilt tipimiz varsa yağ ağırlığı daha fazla olan yoğun ürünler tercih edilebilir. Bu durum hem el ve yüz için hem de genel vücut bakımı için paralel bir uygulama anlamına gelir. Yani el ve yüzümüz ile vücudumuz da yağlı cilt özelliği taşıyorsa su bazlı, kuru ise yağ bazlı ürünleri tercih etmemiz daha doğru olur. Karma ciltler için de cildin özelliğine göre ürün tercih etmek önemlidir. Yağlı bölgeye yağ bazlı, kuru bölgeye su bazlı ürün kullanmak ters etki yaratabilir” ifadelerini kullandı.
Canlandırma için “peeling” önerisi
Kış sonrası genel canlandırma için “peeling” uygulamalarını öneren Prof. Dr. Su Küçük, “Evde yapılabilecek basit peeling uygulamaları ile kışın sert etkilerini üzerinde taşıyan cildimizi arındırıp canlandırabiliriz. Gözenekleri sıkılaştırmak için tonik ve çeşitli maskeler kullanılabilir. Elbette tüm bu uygulamaların cilt tipine ve dermatolog tavsiyesine göre yapılması çok daha faydalıdır” şeklinde konuştu. Kışın yıpranan saçların canlandırılması için yine saç ve cilt tipine göre yağlı veya nemlendiricili şampuanlar kullanılabilir. Eğer saçlarımız ve saçlı derimiz çok kuruysa nemlendirici özellikli saç kremleri kullanılması önerilebilir. Yine boyalı saçlarda, boya etkisiyle nemde azalma söz konusu olacağı için nemlendirici ağırlıklı ürünler kullanılması yerinde olur” ifadelerini kullandı.
“Güneş koruyucular kullanılabilir”
Prof. Dr. Su Küçük, ilkbaharın yaza yaklaşan günlerinde güneşin ve sıcağın etkisinden korunmak için güneş koruyucu ürünlerin kullanılabileceğini kaydederken, bu ürünlerin dışarı çıkmadan 20-30 dakika önce uygulanmasının ve dışarıda kalma süresine göre 2-3 saatte bir tekrarlanmasının yerinde olacağını söyleyerek sözlerini noktaladı.

Astım sadece alerjik bünyeli kişilerde mi görülüyor?

Astım sadece alerjik bünyeli kişilerde mi görülüyor?

Hava yollarında oluşan daralmayla gelişen ve ataklarla seyreden astım oldukça sık görülen bir hastalık. Öyle ki dünyada 300 milyon, ülkemizde de yaklaşık dört milyon kişinin astım hastalığıyla mücadele ettiği belirtiliyor. Kronik bir hastalık olan astımda ataklarla görülen hırıltı, nefes darlığı, göğüste sıkışıklık ile öksürük gibi sorunlar kontrol altına alınamazsa hastanın yaşam kalitesini ciddi boyutlarda düşürebiliyor, hatta yaşamını yitirmesine bile neden olabiliyor. Acıbadem Altunizade Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Nilüfer Aykaç, astım hastalığında oluşan atakların aslında uygun ve düzenli tedaviyle kontrol altında tutulabildiğine dikkat çekerek, “Ancak toplumda astım hakkında doğru sanılan hatalı bilgiler hastaların tedavilerini aksatmalarına neden olabilirken günlük yaşamlarını da olumsuz etkileyebiliyor. Dolayısıyla tedavide sorun yaşanmaması ve kaliteli bir yaşam için hastaların astım konusunda bilgi sahibi olmaları ve bu doğrultuda hareket etmeleri büyük önem taşıyor” diyor. Peki hangi hatalı bilgiler astım hastalarının yaşamlarını olumsuz yönde etkiliyor? Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Nilüfer Aykaç,  toplumda astım hakkında doğru sanılan hatalı bilgileri anlattı, önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Doç. Dr. Nilüfer Aykaç

Astım genetik geçişli bir hastalık değildir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Astım, hem genetiğin hem de çevrenin etkilediği çok faktörlü bir hastalıktır. Öyle ki anne- babadan birinin astımlı olması durumunda çocukta astım görülme riski yüzde 25 oluyor. Anne ve babanın her ikisinde de astım varsa bu risk yüzde 50’ye yükseliyor.

Astım ilaçları şikayetler geçtiği zaman bırakılmalıdır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Astım tedavisinde tek amaç yakınmaları ortadan kaldırmak değildir. Bu nedenle astımlı hastaların şikayetleri geçtiğinde ilaçlarını asla kendiliğinden bırakmamaları ve tedavinin hekim gözetiminde sürdürülmesi önem taşıyor. Tedavi süresi genellikle 3 – 12 ay arasında değişiyor. Ancak bazı hastalarda tedavinin yaşam boyu devam etmesi gerekiyor.

Her astım hastasında mutlaka hırıltı ve nefes darlığı olur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Astımlı hastalarda en sık hırıltı, nefes darlığı, göğüste sıkışıklık ve öksürük görülüyor. Ancak hastalarda bu yakınmaların hepsi aynı anda ortaya çıkmıyor. Astım doğası gereği kendiliğinden ya da tedaviyle düzelip tekrarlayan bir hastalık olduğu için yakınmaların tümü ya da bir kısmı zaman içerisinde gözlenip kaybolabiliyor ve sonra tekrarlayabiliyor.

Astım sadece alerjik bünyeli kişilerde oluşur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Yaygın inanışın aksine, astım hastalarının tümü alerjik bünyeye sahip değiller. Öyle ki hastaların yüzde 30-40’ında alerji dışı etkenlere bağlı astım görülüyor. Hastaların tamamında kronik ve mikrobik olmayan hava yolu inflamasyonu ile hava yolunda aşırı duyarlılık oluyor. Bu nedenle hastalar, alerjileri olmasa dahi astımlı olmayan kişilere kıyasla hava kirliliği, tütün dumanı, kokular ve irritan gibi çevresel faktörlerden çok daha fazla etkileniyor.

Kortizon içeren spreyler çok fazla yan etkiye sahipler. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Astım hastaları, astım ilaçları olarak kullanılan spreylerin kortizon içermeleri nedeniyle çok fazla yan etkiye sahip olduklarını düşünerek tedaviden kaçınabiliyorlar. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Nilüfer Aykaç, astımın en etkin tedavisinin kortizon içeren spreyler olduğuna dikkat çekerek, “Bu ilaçlar bağımlılık yapmıyor ve sprey biçiminde kullanıldıklarında ‘ses kısıklığı’ dışında ciddi bir yan etki göstermiyor. Üstelik sprey ilacını kullandıktan sonra boğazı bir bardak suyla çalkalayıp gargara yapmak ses kısıklığı gelişimini önlüyor” diyor.

Hamilelik döneminde astım ilaçlarını kullanmak sakıncalıdır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Toplumdaki yaygın inanışın aksine, astım hastası hamilelerin astım ilaçlarını mutlaka kullanmaları gerekiyor. Zira, ilaç tedavilerini bıraktıkları için astımı yeterince kontrol altına alınamayan hamilelerin hem kendilerinin hem de bebeklerinin sağlıkları olumsuz etkileniyor. Anne adayının riskli doğum yapması, hayatını kaybetmesi, bebeğin düşük kiloyla ya da erken doğması, astım ilaçları bırakıldığında en sık karşılaşılan sorunlar arasında yer alıyor. Dolayısıyla astım hastası olan tüm hamilelerin bu dönemde göğüs hastalıkları uzmanının takibinde olmaları yaşamsal önem taşıyor.

Acıbadem Altunizade Hastanesi

Astımın meslek ile ilişkisi yoktur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Son yıllarda özellikle sanayileşmenin etkisiyle mesleğe bağlı astımın görülme sıklığı giderek artıyor. Erişkin dönemde görülen her beş hastadan birinin mesleki astımı olduğu araştırmalarla saptanmış. Doç. Dr. Nilüfer Aykaç, bu nedenle erişkin yaşlarda tanı alan her astım hastasının mesleğinin ve hobilerinin dikkate alınması gerektiğini vurgulayarak, “Özellikle uygun tedaviye rağmen hastalığın yeterince kontrol edilemediği hastalar meslek ortamında kaldıkları maruziyetler açısından gözden geçiriliyor. Eğer hastaların yakınmaları hafta sonu ya da tatil gibi dönemlerde azalıyor ve işe başladıklarında artıyorsa, astımlarının meslekle ilişkili olma ihtimali çok yüksek oluyor” diye konuşuyor.

Astım hastaları spor yapamaz. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Astım hastalarında spor, fiziksel ve ruhsal olarak olumlu etkiler oluşturuyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Nilüfer Aykaç,  özellikle çocuklarda düzenli yapılan egzersizlerin solunum kapasitesinin artmasını sağladığını belirterek, sözlerine şöyle devam ediyor: “Spor olarak, yüzme, jogging ve pilates gibi spor aktivitelerini özellikle öneriyoruz. Yüzme sporu yapacaklar için klorla dezenfekte edilen havuzlar klorun hava yolları için irritan olması nedeniyle astımı alevlendirebiliyor. Böyle durumlarda denizde yüzmek daha iyi bir seçenektir. Çayır çimen alerjisi olanlarda, ilkbaharda açık havada spor yapmaktan kaçınılması yerinde olur. Ayrıca hava kirliliğinin ciddi bir sorun olarak karşımıza çıktığını düşünürsek, astımlı hastaların yaşadıkları yerdeki hava kalitesini izlemeleri, kirliliğin yoğun olduğu dönemlerde de açık havada spor yapmaktan kaçınmaları önemlidir.”

Kilo ile astım arasında bir ilişki yoktur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Yapılan çok sayıda araştırmada, fazla kilonun astım hastalığının kontrolünü zorlaştırdığı ve atak oranını arttırdığı kanıtlanmış. Ayrıca, özellikle erişkinlerde fazla kilo, astımla birlikte sık görülen uyku apne hastalığı açısından da ek bir risk faktörünü oluşturuyor. Bu nedenle astım hastalığını kontrol etmek için ideal kiloya ulaşmak büyük önem taşıyor.

İlaç kullandıkları için astım hastalarına aşı yapılması gerekmiyor. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Yumurta alerjisi olmayan tüm astım hastalarının her yıl grip (influenza) aşısı olmaları gerekiyor.

Bahar alerjisine karşı etkili önlemler!

Bahar alerjisine karşı etkili önlemler!

Hapşırma nöbetleri, gözlerde kızarma ve sulanma, öksürük, burun akıntısı ve burun tıkanıklığı, göz altlarında mavimsi morluklar… Bunlar gibi daha bir çok şikayete yol açabilen bahar alerjisi doğanın canlanmasına inat pek çok kişide yaşam kalitesini büyük ölçüde düşürüyor, sağlığı olumsuz etkiliyor. Solunum yolu alerjik hastalıklarının görülme sıklığının son yıllarda tüm dünyada arttığını belirten Acıbadem Taksim Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Tülin Sevim “Alerji; bağışıklık sistemimizin, dışarıdan gelen yabancı maddelere karşı aşırı tepki vermesi durumudur. Özellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında ortaya çıkan ve halk arasında ‘saman nezlesi’ ve ‘bahar alerjisi’ olarak adlandırılan bu alejik reaksiyonlardan ülkemizde en çok sorumlu olan bitkiler; çayır (çimen), ağaç (özellikle yaprak döken ağaçlar) ve yabani otlardır. Yapılan çalışmalar; yine ülkemizde bahar alerjisinin görülme sıklığının yaklaşık yüzde 10 olduğunu göstermektedir. Bahar alerjisi gerekli önlemler alınmaz ve tedavi edilmezse, sinüzit, otit (orta kulak iltihabı) hatta astıma neden olabilmektedir” diyor. Peki bahar alerjimiz olup olmadığını hangi sinyallerle anlayabiliriz? Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Tülin Sevim bu sinyalleri ve korunma yollarını anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Doç. Dr. Tülin Sevim

Bahar alerjiniz var mı? 9 soruda kendinizi test edin!

Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Tülin Sevim, bahar alerjisinin öne çıkan belirtilerini şöyle sıralıyor ve özellikle ilkbahar-sonbahar aylarında, çoğunlukla da polenler nedeniyle bu belirtilerden bir veya birkaçı günlük yaşantıyı olumsuz etkileyecek sıklıkta oluyorsa mutlaka Alerji,  Göğüs Hastalıkları veya Kulak Burun Boğaz Uzmanına danışılması gerektiğini söylüyor. İşte o belirtiler;

  1. Art arda hapşırık nöbetleriniz oluyor mu?
  2. Alerjenlerle karşılaştığınızda burun tıkanıklığı / burun akıntısı başlıyor mu?
  3. Gözlerinizde, burnunuzda, ağız ve kulaklarınızda kaşıntı başlıyor mu?
  4. Gözleriniz şişiyor, kızarıp sulanıyor ve göz altlarında morluklar oluşuyor mu?
  5. Geniz akıntısı, öksürük, hırıltılı solunum, nefes darlığı şikayetleriniz oluyor mu?
  6. Cildinizde kaşıntı ve döküntü oluyor mu?
  7. Koku ve tat duyunuzda azalma hissediyor musunuz?
  8. Burun tıkanıklığına bağlı horlama ve uyku bozukluğu sorunu yaşıyor musunuz?
  9. Gün içerisinde konsantrasyon bozukluğu, halsizlik ve yorgunluktan şikayetçi misiniz?

Özellikle polen mevsiminin başladığı ilkbahar ve sonbahar aylarında ortaya çıkan ve günlük yaşam kalitesini büyük ölçüde vuran alerjik şikayetlerin birkaç ay devam ettiğini söyleyen Doç. Dr. Tülin Sevim, bahar alerjisinin tedavi edilmediğinde sinüzit, otit (orta kulak iltihabı) hatta astıma yol açabildiğini vurguluyor.

Bahar alerjisine karşı 5 etkili önlem!

Alerjik hastalıkların tedavisinde ilk ve en önemli adımı ‘sorumlu alerjenden uzaklaşmak’ olarak açıklayan Doç. Dr. Tülin Sevim, polenlerden kaçınmanın kolay olmadığını ancak bazı önlemlerle polen mevsiminin daha rahat geçirilebileceğini söylüyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Tülin Sevim bahar alerjisine karşı alınabilecek önlemleri şöyle açıklıyor;

Eve gelince giysilerinizi değiştirin

Dış ortamdaki polenler saçınıza, vücudunuza, giysilerinize ve ayakkabılarınıza yapışabildiğinden eve geldiğinizde kıyafetlerinizi değiştirin. Gözlüklerinizi suyla yıkayın. Duş alın, saçınızı ve yüzünüzü bol suyla yıkayın. Polenlerin yapışmaması için çamaşırlarınızı dışarıda kurutmayın.

Acıbadem Taksim Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Tülin Sevim

Alerjiniz olup olmadığını öğrenin

Çoğu ağaç polenleri kış sonu ve ilkbahar başında atmosferde yoğun olurken, çayır (çimen) ve tahıl polenleri ilkbaharda ve yaz başında, yabani ot polenleriyse yaz sonu ve sonbaharda daha yoğun olarak bulunuyor. Doç. Dr. Tülin Sevim, basitçe uygulanan deri testi veya bazı kan testleriyle alerjiye neden olan polenleri öğrenerek kendinizi koruyabileceğinizi belirtiyor.

Kapı ve pencerelerinizi kapalı tutun

Polenler özellikle sabah erken saatlerde ve öğle saatlerinde yoğun olarak bulunup akşam saatlerinde azalıyor. Polen yoğunluğu, sıcak, güneşli ve rüzgarlı havalarda artarken, yağmur yağdıktan sonraki ilk birkaç saatte büyük oranda kayboluyor. Polen yoğunluğunun arttığı saatlerde kapı ve pencerelerinizi kapalı tutmaya, araba kullanırken camların kapalı olmasına, evde, işyerinde ve aracınızdaki klimalarda polen filtresi kullanmaya özen gösterin. Toplu taşıma araçlarında açık pencere veya kapılardan uzakta oturmaya gayret edin.

Dışarı çıkarken bunlara dikkat edin!

Polenlerin yoğun olduğu anlarda açık hava aktivitelerinizi en aza indirin, mümkünse dışarı çıkmayın. Çayırlık (çimenlik) alanlarda piknik yapmamaya, çimler biçilirken yakında bulunmamaya dikkat edin. Doç. Dr. Tülin Sevim, “Dışarı çıkarken; polenlerin ağız ve burundan girişini önlemek için maske, gözlere girmesini önlemek için güneş gözlüğü takın. Polenlerin saçlarınıza ve vücudunuza yapışmasını önlemek için şapka kullanın, uzun kollu ve uzun bacaklı giysiler tercih edin” diyor.

İlaçlarınızı düzenli kullanın

Doktorunuz size tablet, burun spreyi gibi ilaçlar yazdıysa, şikayetleriniz azalınca bu ilaçları doktorunuza danışmadan bırakmayın. Etkili bir tedavi için ilaçlarınızı doktorunuzun önerdiği süre boyunca düzenli olarak kullanmaya dikkat edin.

Hava değişikliği değil virüsler hasta eder

Hava değişikliği değil virüsler hasta eder

Kıştan bahara veya bahardan yaza geçerken artan üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE) vakalarını değerlendiren Doç. Dr. Remzi Doğan, “Mevsim geçişlerinde hasta olmamızın nedeni havanın kendisi değildir. Hastalığı virüsler yapar. Mevsim değişikliği sırasında vücudumuz kendini yeni sıcaklık durumuna uyarlamaya zorlanır, bu da onu virüslere ve enfeksiyonlara karşı oldukça duyarlı hale getirir” dedi.

Her yıl kıştan ilkbahara ve ilkbahardan yaza geçerken artan soğuk algınlığı, nezle ve grip gibi üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE) vakalarını değerlendiren Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Remzi Doğan, hava değişikliğinin hastalıkta direkt etkisinin olmadığını, hastalığı virüslerin yaptığını söyledi.

 

Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Remzi Doğan

Doç. Dr. Remzi Doğan

“Hava değişimi vücudu virüse açık hale getirir”

Hava sıcaklıklarındaki değişikliklerin sadece vücut direnci üzerinde ve vücudu hastalıklara açık hale getirmekte etkisi olduğunu kaydeden Doç. Dr. Doğan, “Mevsim geçişlerinde hasta olmamızın nedeni havanın kendisi değildir. Hastalığı virüsler yapar. Soğuk algınlığı virüsleri mevsim geçişlerinde hızla çoğalarak soğuk algınlığına neden olur ve mevsimsel üst solunum yolu enfeksiyonlarına (ÜSYE) yakalanan insan sayısını artırır. Ayrıca vücudunuz belirli bir sıcaklıkta fonksiyonlarını yerine getirir. Mevsim değişikliği sırasında vücudumuz kendini yeni sıcaklık durumuna uyarlamaya zorlanır, bu da onu virüslere ve enfeksiyonlara karşı oldukça duyarlı hale getirir” diye konuştu.

“Yatan hastaların en az yüzde 12’si ÜSYE hastası”

Üst solunum yolu enfeksiyonunun (ÜSYE), başta rinit, farenjit, kulak iltihabı olmak üzere, burundan yutak bileşkesine kadar pek çok farklı hastalığın ortak adı olduğunu hatırlatan Doç. Dr. Doğan, “Üst solunum yolu enfeksiyonları kendiliğinden düzelebilir, tedavi gerektirebilir veya larenjit, bronşit, pnömoni ve bronşiolit gibi alt solunum yolu enfeksiyonlarına dönüşebilir. Akut üst solunum yolu enfeksiyonları, ayakta tedavi gören hastaların yüzde 20 ila 40’ını, yatan hastaların ise yüzde 12 ila 35’ini oluşturur” dedi.

“Yetişkinler yılda 2 ila 5 kez soğuk algınlığı geçirir”

Soğuk algınlığının tipik olarak burun tıkanıklığı ve akıntısı, boğaz ağrısı, öksürme ve hapşırma gibi semptomları olan hafif bir üst solunum yolu enfeksiyonu olduğunu kaydeden Doç. Dr. Doğan, “Yetişkinler yılda 2 ila 5 kez, çocuklar ise yılda 7 ila 10 kez soğuk algınlığı geçirebilir. Çok sayıda virüs ÜSYE’ye neden olabilir. Rinovirüsler yani soğuk algınlığı virüsleri, tüm solunum yolu enfeksiyonlarının yaklaşık yüzde 30 ila 70’inden sorumludur. 100’den fazla farklı rinovirüs türü olduğu için tekrarlayan enfeksiyonlar çok yaygındır. COVID-19’a neden olan SARS-CoV-2 virüsünü de kapsayan Koronavirüs ailesi, ÜSYE’nin ikinci en yaygın nedenidir ve vakaların yüze 7 ila 18’ine neden olur. Bunların dışında da ÜSYE’ye neden olan birçok virüs türü vardır” şeklinde konuştu.

Hastalanmamak için nelere dikkat etmeli?

Doç. Dr. Doğan, mevsim geçişlerinde artan üst solunum yolu enfeksiyonlarından korunmanın yollarını ise şöyle açıkladı: “Beslenmemizde C vitamini açısından zengin gıdaların (kırmızı tatlı biber, portakal, greyfurt, çilek, brokoli, süt ürünleri, tam tahıl, patates, bitter çikolata… vb.) ve çinko içeriği yüksek yiyeceklerin (hindi, kırmızı et, tavuk, deniz ürünleri, badem, kabak çekirdeği, antepfıstığı… vb.) tüketilmesi önerilir. Bunun yanında en çok kullanılan ve aynı zamanda en önemli tavsiye yeterli su içimidir. Yeterince su içmek tüm toksinleri atmanıza yardımcı olacaktır. Dahası, burun geçişlerinizi ve boğazınızı nemli tutarak bakterilerin ortalıkta dolaşmasına izin vermez. Ek olarak, vücuttaki mukusu temizlemek için yeterli derecede su içmek gerekir. Bu nedenle, sağlıklı kalmak için her gün en az 8 bardak su tüketilmesinde fayda var.”

“Hijyene dikkat çok önemli”

Bu dönemlerde hijyene dikkat etmenin de büyük önem taşıdığını vurgulayan Doç. Dr. Doğan, şöyle devam etti: “Eller başlıca enfeksiyon kaynağıdır. Eller, gün boyunca temas edilen birden fazla yüzeyin bir sonucu olarak bol miktarda mikroplara maruz kalır. Ellerimizi ağzımıza, gözlerimize ve kulaklarımıza götürürsek, mikropların ve virüslerin vücudumuza girmesine zemin hazırlamış oluruz. Bu nedenle, hastalanmayı önlemenin en iyi yollarından biri olduğu için, özellikle yemek yemeden önce ellerimizi uygun şekilde yıkamalıyız. Gerektiğinde alkol bazlı el dezenfektanları da iş görür. Ilık suyla gargara yapmak da üst solunum yolu hastalıklarını önlemeye yardımcı olur. Bu, ağızda ve boğazda kalmış olabilecek bakterileri temizlemenin çok basit bir yoludur. Gargara için musluk suyunu önerebiliriz, çünkü az miktarda da olsa klor içerdiği için mikropları uzaklaştırmada daha iyi bir yardımcıdır. Musluk suyunu 60 saniye boyunca ağızda gezdirip tükürmek iyi bir yöntemdir.”

Egzersiz ve giyime dikkat!

Bağışıklık sistemini güçlendirmenin etkili bir yolunun da egzersiz olduğunun altını çizen Doç. Dr. Doğan, “Kış mevsimi insanı bir tembellik dönemine sokmuş olabilir, ancak özellikle mevsimler değişirken egzersize geri dönmek gerekir. Egzersiz yapmak kan dolaşımını iyileştirir ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Bu, hastalıkları uzak tutabilir. Fiziksel aktivitenin mevsim değişikliği ile ilişkili en yaygın hastalıklardan biri olan soğuk algınlığının süresini azaltabileceği de belirtilir. Ayrıca mevsim geçişlerinde bir süre daha sıcak tutan giysiler giymeye devam edilmelidir. Bu dönemlerde sıcaklıklar daha yüksek olabilir, ancak bu, soğuktan korunmayı bırakabileceğimiz anlamına gelmez. Aniden yazlık giysilere geçmek bizi hasta edebilir” dedi.

Klima yerine vantilatör

Özellikle yazın artan klima kullanımını da değerlendiren Doç. Dr. Doğan, “Mevsimsel değişikliklerde, özellikle de bahardan yaza geçince klima kullanmayı çok isteriz. Ama bunu, özellikle yaza giriş döneminde yapmamalıyız. Vücudumuz bu kadar şiddetli sıcaklık değişikliklerine maruz kalmamalı. Çünkü böyle bir olay hastalanmamıza neden olabilir. Baş ağrısı, boğazda kuruluk ve boğaz ağrısına kadar farklı semptomlar görülebilir. Bu nedenle klima kullanmak yerine, direkt maruz kalmamak koşuluyla vantilatör kullanmak veya sık sık pencereleri açarak hava sirkülasyonunu sağlamak önerilebilir” diye konuştu.

“Kaliteli uyku önemli”

Doç. Dr. Doğan, kaliteli uykunun önemine de dikkat çekerek sözlerini şöyle tamamladı: “İyi bir gece uykusu, sağlıklı bir yaşam tarzını sürdürmede çok önemli bir görev görür. Hastalanmaktan kaçınmak için düzenli bir uyku programı uyguladığımızdan emin olmamız önemlidir. Uyku alışkanlıkları ve süresi hem zihinsel hem de fiziksel sağlık üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Mevsim geçişlerinde geceleri 7 saatten az uyumak, bağışıklık sistemimizi düşürerek bizi soğuk algınlığı ve gribe yakalanmaya yatkın hale getirebilir.”