Yazılar

Diyabete ve kalp damar hastalıklarına yol açıyor!

Diyabete ve kalp damar hastalıklarına yol açıyor!

Sık acıkma, sürekli tatlı yeme isteği, tansiyon yüksekliği, yemek sonrası uyku basması… Bu belirtiler günümüzde gittikçe yaygınlaşan insülin direnci sorununun belirtilerinden birkaçını oluşturuyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ender Arıkan ülkemizde çok sık rastlanan ve sağlıksız yaşam tarzının da etkisiyle artık genç yaşlarda da kapıyı çalan insülin direncinin özellikle 40-50 yaş arasındaki bireylerin yüzde 40’ında görüldüğünü söylüyor.

Son yıllarda sağlıksız beslenme alışkanlığı ve hareketsiz yaşam tarzı derken vücutta yağ dokusunun arttığını, bu yağlardan salgılanan zararlı kimyasal maddelerin kanda şeker oranını düzenleyen insülin hormonunun etkisini bozduğunu ve insülin direncine yol açtığını belirten Prof. Dr. Arıkan, “Çok ciddi bir sağlık sorunu olan insülin direnci tedavi edilmediği taktirde diyabet ve kalp ve damar hastalıkları gibi hayati riske yol açabilen hastalıklara zemin hazırlıyor. İnsülin direnci sendromunda ilaç tedavisinin mutlaka yaşam tarzı değişiklikleri ise desteklenmesi gerekir” diyor. Prof. Dr. Ender Arıkan, insülin direncini kırmanın 6 etkili yolunu anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Prof. Dr. Ender Arıkan

Akdeniz tipi beslenin

Günümüzde işlenmiş gıda, yağlı, şekerli ürünler ve karbonhidrat tüketiminin sürekli arttığını bunun da ciddi sağlık sorunlarına yol açabildiğini belirten Prof. Dr. Ender Arıkan “Yapılan araştırmalar; Akdeniz diyetinin, yani lif içeriği bakımından zengin meyve, sebze ve salata ağırlıklı beslenmenin en sağlıklı beslenme biçimi olduğunu gösteriyor. Beslenmenin mutlaka Akdeniz tarzı beslenmeye dönmesi gerekir” diyor.

Her gün yürüyüş yapın

Modern çağda giderek yaygınlaşan hareketsiz (sedanter) yaşam biçimi pek çok hastalığa davette bulunuyor. Günlük olarak belli bir tempoda spor yapmak ise metabolizmayı canlı tutuyor. İnsülin direnci sendromuna karşı ise haftada en az 5 gün yapılmak kaydıyla 30 ila 45 dakikalık tempolu yürüyüş yapılması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Arıkan “Yürüyüş her yaş grubunun basitçe yapabileceği egzersiz türü olsa da faydalarına odaklanmak, bunu alışkanlık haline getirmek için çaba harcamak gerekir” diye konuşuyor.

Tuz tüketimini azaltın

Özellikle ülkemizde çok yaygın olan aşırı tuz tüketiminin hem insülin direncini uyararak hem de iştahı artırarak metabolizmayı olumsuz etkilediğini vurgulayan Prof. Dr. Ender Arıkan sözlerine şöyle devam ediyor: “Tansiyon hastalarının büyük bir kısmı da tuza duyarlıdır. Günlük tuz tüketimimizin, ihtiyacımızın neredeyse 4-5 katı olduğunu göz önünde bulundurunca tuzu azaltmanın çok olumlu sonuçlara yol açacağı açıkça görülmektedir.”

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

23.00’den 07.00’ye kadar mutlaka uyuyun

Uykunun, periyodu, süresi, derinliği ve kalitesi bakımından mutlaka değerlendirilmesi ve düzenlenmesi gerekiyor. Gece 23:00 ile sabah 07:00 arasında uyanık olmanın, artan stres hormonuyla birlikte insülin düzeyinde artışa neden olduğunu belirten Prof. Dr. Arıkan “Kaliteli bir uyku gece saat 23.00 ila sabah 07.00 saatleri arasında süren, belirli bir derinliğe ulaşan ve biyolojik ritimlerimizin tam olarak kurulduğu bir uyku olmalı. Sağlıklı bir uykuya engel olan hipopne veya apnenin varlığının da araştırılması gerekiyor” diyor.

Stresi yönetmeyi öğrenin

Günümüz koşullarında hemen hemen herkesin yaşamının bir parçası haline gelen stres, anksiyete ve kaygı bozuklukları vücutta insülin direncini artırırken, artışın sürekli olması halinde kişiyi kalp ve damar hastalıkları, obezite ve diyabet açısından da tehdit ediyor. Bu nedenle stresi yönetmeyi öğrenmek, gerekirse uzman desteği almaktan kaçınmamak gerekiyor.

İdeal kilonuza kavuşun

Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ender Arıkan “Yapılan çalışmalar; aşırı kilonun vücutta insüline karşı direnç oluşmasına neden olduğunu, özellikle bel çevresi kadınlarda 80’in, erkeklerde ise 94’ün üzerinde olunmasının insülin direncine yol açarak, ardından diyabete ve kalp damar hastalıklarında artışa davetiye çıkardığını ortaya koymaktadır” diyor.

İlaç mı stent mi yoksa ameliyat mı?

İlaç mı stent mi yoksa ameliyat mı?

Sağlıklı bir yaşam için sağlıklı bir kalp gerekiyor. Ancak tüm dünyada ölüme yol açan sebeplerin yüzde 16’sını koroner arter hastalığı oluşturuyor. Hastalar,  ilaç mı stent mi yoksa ameliyat  mı? sorusuna yanıt ararken Acıbadem Bakırköy Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Rıza Türköz, koroner arter hastalarında en uygun tedavinin, hastalığın derecesi, sorunlu damar sayısı ve ilave hastalıkların olup olmaması gibi diğer faktörlerin göz önünde bulundurularak kardiyolog ve kalp damar cerrahlarının ortak kararıyla belirlenmesi gerektiğini söylüyor.

Koroner arter hastalığına yol açan risklerin başında ise sigara kullanımı, hipertansiyon ve diyabet hastalığı, beslenme şekli, ailesel yatkınlık ile stres geliyor. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Rıza Türköz, “Günümüzde koroner arteri tam olarak tedavi eden bir yöntem henüz olmasa da, güncel tedavi yöntemleri sayesinde hastalığın ilerleyişi yavaşlatılabiliyor, kalp krizi riski en aza indirilebiliyor ve yaşam süresi uzatılabiliyor” diyor.  Koroner arter hastalığının temel tedavi yöntemlerini; ilaç tedavisi (medikal), girişimsel yöntemler ile damarların açılması (stent uygulanması) ve cerrahi (koroner bypass operasyonu) yöntem olarak özetlemek mümkün. Belirli bir şikayeti ve kritik damar tıkanıklığı olmayan hastaya medikal tedavi uygulanıyor; bununla birlikte kişide hipertansiyon, kan yağları yüksekliği ve diyabet hastalığı bulunuyorsa medikal tedaviye hiç geciktirilmeden başlanması gerekiyor.

Prof. Dr. Rıza Türköz

“Stent kalp krizi riskini ortadan kaldırmaz”

Koroner  anjiyografi sonrasında genel olarak kabul edilen iki yaklaşım bulunuyor; aynı damarda birden çok yerde ve uzun lezyon mevcutsa, yani yaygın bir durum varsa, üç damar tıkalıysa ve bunun yanında kalbin kasılmasında azalma başlamış ise genellikle cerrahi tedavi uygulanıyor. Eğer bir veya iki damarda kritik darlık mevcutsa ve darlık çok uzun damar bölgesini tutmuyorsa, dar veya tamamen tıkalı olan bölgelerin balon ve stent ile açılması tercih ediliyor. Stent tedavisinin hastada yarattığı etkiye değinen Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Rıza Türköz, “Halk arasında ‘bir damarım /iki damarım/ üç damarım stent ile açıldı” ifadesi sıklıkla kullanılıyor. Ancak çoklu damar tıkanıklığında damarların stent yöntemiyle açılması orta ve uzun dönemde bu damarların tekrar tıkanmayacağı, hastaların kalp krizi geçirmeyeceği ve ani ölüm riskinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez” diyor.

Stent sonrasında yeniden tıkanma ve daralma oluşabilir

Uzun süreli diyabet hastalığı ile sıklıkla yaygın ve üç damar hastalığı olan hastalarda balon ve stent tedavisinin uzun dönem için iyi sonuç vermediği belirtiliyor. Teknik olarak damar darlıklarının ve tıkanıklıkların çok büyük bir kısmı balon ve stent işlemiyle açılabilse de zamanla bu damarlarda tekrar darlık ve tıkanmaya rastlanabiliyor. Öyle ki stent teknolojisindeki gelişmeler ve ilaç kaplı stentlerin kullanılmalarına rağmen, stentlerde tıkanma ve daralma olmasından dolayı tekrar müdahale gerektirme oranı yılda yüzde 1-2 olarak bildiriliyor. Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Rıza Türköz, en saygın medikal dergilerden olan J Thorac Cardiovasc Surg’de 2023 yılında yayınlanan bir çalışmayı vurguladı. Bu çalışma 4992 stent uygulanan hasta ile 4975 cerrahi uygulanan hastalarda 10 yılın sonunda; cerrahi operasyon geçiren hastaların hayatta kalma oranını yüzde 80, stent takılan hastaların ise yüzde 76 olduğunu ortaya koyuyor. Aradaki fark küçük gibi görünse de tıp dünyasında istatistiksel olarak oldukça önemli bulunuyor.

Prof. Dr. Rıza Türköz

Kardiyoloji ve KVC uzmanları birlikte karar vermeli

Koroner arter hastalığında uygulanacak en uygun tedavi, kardiyolog ve kalp damar cerrahından oluşan ekibin hastayı birlikte değerlendirip, sonrasında tedavi yöntemini yine birlikte belirlemeleri esasına dayanıyor. Hastaların sıklıkla cerrahi tedavi yerine balon ve stent gibi girişimsel yöntemle tedavi olmak istediklerine değinen Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Rıza Türköz “En iyi tedavi yöntemi, damar hastalığının derecesi ve hastalıklı damar sayısına göre belirleniyor. Buradaki amaç en uzun sağ kalımı sağlayacak, takiplerde kalp krizi riskini en aza indirecek ve ister anjiyografi olsun ister cerrahi, tekrarlayan girişimi azaltacak tedavi olmalıdır” sözleriyle hastaları ve hasta yakınlarını uyarıyor.

Miyom ameliyatı anne olmayı önler mi?

Miyom ameliyatı anne olmayı önler mi?

Rahmin düz kas tabakasından kaynaklanan iyi huylu tümörler olan miyomlar ülkemizde her 5 kadından 1’inde görülüyor. En sık üreme çağı olan 25-45’li yaş grubu kadınlarda teşhis edilen miyomların yaygınlığı, son yıllarda doğurganlık oranlarının azalması ve yüksek östrojen maruziyeti nedeniyle giderek artıyor. Her ne kadar iyi huylu tümörler olsalar da miyom dokusu içinde 1000’de 1 olasılıkla kanser dokusu bulunabiliyor. Ayrıca rahmin iç duvarında yerleşmiş olan miyomlar embriyonun gelişmesine engel olarak çocuk sahibi olmayı önleyebiliyor. Bu nedenle erken teşhis ve tedavi miyomlarda büyük öneme sahip. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Cihan Kaya, genelde belirti vermedikleri için miyomların çoğunlukla rutin muayeneler sırasında tesadüfen fark edildiklerine işaret ederek, “Dolayısıyla hiçbir yakınma olmasa dahi 21 yaşından itibaren yıllık jinekolojik muayeneler ihmal edilmemeli. Ayrıca miyomlar büyüdüklerinde düzensiz ya da miktarı artmış adet kanamaları, kasık  bölgesinde baskı-dolgunluk hissi ve ağrı,  sık idrara çıkma, idrarı tam boşaltamama hissi, kabızlık ve erken doyma gibi şikayetlere yol açarlar. Bu tür sorunlarda da mutlaka hekime başvurmak gerekiyor” diyor.

Miyomların ilaçlar ve açık veya kapalı cerrahi yöntemlerle tedavi edilebildiğini belirten Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Cihan Kaya, “Ancak toplumda miyomlar hakkında doğru sanılan pek çok hatalı bilgi mevcut. Gerçeği yansıtmayan bu bilgiler hastaların gereksiz yere endişeye kapılmalarına veya hekime başvurmayarak teşhis ile tedavinin gecikmesine neden olabiliyor” diyor. Doç. Dr. Cihan Kaya, miyomlar ile ilgili doğru sanılan 10 hatalı bilgiyi anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Doç. Dr. Cihan Kaya

Miyom ameliyatında rahim alınır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Miyom ameliyatında rahmin alınması şart değildir. Özellikle ileride hamile kalmayı planlayan kadınlarda rahim korunarak sadece miyomlar çıkarılabiliyor.

Miyom ameliyatı sonrasında hamile kalınamaz. YANLIŞ

DOĞRUSU: Miyom ameliyatı; yaş, azalmış yumurtalar, tüplerde tıkanıklık ya da sperm fonksiyonlarında bozukluk gibi  başka bir neden yoksa çocuk sahibi olmayı etkilemiyor. Aksine, özellikle rahim iç duvarına yerleşmiş olan miyomlar embriyo gelişiminde sorun oluşturuyor.

Miyom ameliyatı adet olmayı önler. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Miyom ameliyatında sadece miyomlar alındıysa her ay düzenli adet görmeye devam ediliyor.

Miyom ameliyatı menopoza neden olur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Miyomlar rahim kaynaklı iyi huylu tümörlerdir. Miyom alınması sonrasında yumurtalıklarından salgılanan östrojen hormonunda azalma görülmüyor. Yumurtalıklardan bağımsız yapılar olmaları nedeniyle miyom alınması ile menopoz arasında bir ilişki yoktur.

Her miyomun ameliyatla alınması gerekir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Herhangi bir şikayete neden olmayan miyomlarda düzenli aralıklarla takip yeterli iken adet düzensizliği, anemi, sık idrara çıkma, kabızlık ile ağrı kesicilere yanıt vermeyen ve günlük hayatı olumsuz etkileyen ağrı gelişmesi ile çocuk sahibi olamama gibi durumlarda  cerrahi olarak müdahale gerekiyor.

Miyom ameliyatı zor bir ameliyattır. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Ameliyatın zorluğu ya da süresi; miyomların sayısı, boyutu ya da yerleşim yerine göre değişiyor. Günümüzde açık cerrahi, histeroskopi, laparoskopi (kapalı ameliyat), robot yardımlı cerrahi ya da vNOTES (kesisiz vajinal laparoskopik cerrahi) yöntemleriyle miyom alınması işlemi başarıyla gerçekleştiriliyor.

Rahmin alınması cinsel isteksizliğe neden olur. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Miyom nedeniyle sadece rahim alınması ve yumurtalıkların korunması cinsel fonksiyonlarda değişikliğe yol açmıyor. Cinsel isteksizlik kadın ve erkek ile ilişkili birçok faktöre bağlı olarak gelişiyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Tüm miyomlar menopoz döneminde küçülürler. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Miyomlar östrojen hormonuna bağımlı tümörlerdir. Doç. Dr. Cihan Kaya, menopoz dönemiyle birlikte östrojen seviyeleri düştüğü için miyomların kısmen küçülebildiğini belirterek, “Ancak bu tablo her hastada aynı olmuyor. Menopoz süreci bazı kadınlarda yıllarca sürebiliyor. Dolayısıyla menopoz sürecini beklemek özellikle organ bası şikayetleri olan, düzensiz adet kanamalarına yol açan ve giderek büyüyen miyomları olan hastalar için önerilmiyor”

Rahmin alınması zamanla rahim sarkmasına yol açar. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Sadece miyomların ya da organ sarkması olmayan bir tabloda rahmin alınması, uygun cerrahi tekniklerin kullanılmasıyla yeni bir organ sarkmasına neden olmuyor. Altta yatan, özellikle zor doğumlar sonrası görülen bir organ sarkması varsa bu şikayetler de rahim alınması sırasında düzeltilebiliyor.

İlaçlar uzun süre kullanılabilir. YANLIŞ!

DOĞRUSU: Özellikle kasık ağrısı şikayeti ön planda olan hastalarda ağrı kesiciler faydalı olabiliyor. Doç. Dr. Cihan Kaya, ancak yan etkileri nedeniyle ilaçların uzun süre kullanılmaması gerektiğini vurgulayarak, “Ayrıca adet kanaması olan hastalarda tercih edilen progesteron içeren haplar ya da spiraller uzun dönem kullanımda adet görememeye yol açabiliyor. Üreme hormonlarını baskılayan iğneler rahmin alınmasını istemeyen hastalara tavsiye edilebiliyor. Ancak bu ilaçlar da menopoz benzeri sıcak basması, gece terlemesi, baş ağrısı, kemik erimesi ve mide bulantısı gibi bazı olumsuz yan etkilere sahipler. Bu nedenle üç-altı ay süreli kullanılıyor” diyor.

Sekiz haftadan uzun süren öksürüğe dikkat!

Sekiz haftadan uzun süren öksürüğe dikkat!
Sonbahar ve kış mevsiminde hekimlere en sık başvuru nedenleri arasında yer alan ‘öksürük’ bazen haftalarca dinmeyebiliyor. Akciğerleri rahatsız eden yabancı madde ile mukusu dışarıya atmanın temel yöntemi olan öksürük yetişkinlerde sekiz haftadan uzun süre devam ettiğinde ‘kronik öksürük’ olarak adlandırılıyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Süha Alzafer, dinmeyen öksürük yakınmasında mutlaka hekime başvurmak gerektiğine dikkat çekerek, “Öksürük genellikle üst solunum yolu enfeksiyonları ve sigara kullanımından kaynaklansa da önemli hastalıklara da işaret edebiliyor. Bu nedenle sekiz haftadan uzun süren öksürüğün ‘griptendir’ veya ‘sigara öksürüğüdür’ diyerek hafife alınmaması gerekiyor. Zira öksürüğü önemsememek ciddi hastalıkların teşhis ve tedavisini geciktirebiliyor” diyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Süfa Alzafer, kronik öksürüğe yol açan etkenleri anlattı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Dr. Süha Alzafer

Sigara
Kronik öksürüğün nedenlerinin başında sigara içmek ve dumanına maruz kalmak geliyor. Öyle ki sigara içen kişilerde kronik öksürük görülme oranı hiç sigara kullanmayan veya sigarayı bırakmış kişilerden 3 kat daha fazla. Sigaranın kronik öksürüğe yol açmasının sebebi ise solunum yollarını tahriş etme özelliğine sahip olması. Ancak öksürük aynı zamanda akciğer kanseri ve kronik obstrüktif akciğer hastalıkları gibi ciddi sağlık sorunlarından da kaynaklanabiliyor. Sigara kullanan kişilerin öksürüğün sigara nedeniyle oluştuğunu düşünmeleri altta yatan önemli hastalıkların tanısında gecikmeye yol açabiliyor.
Astım
Astım kronik öksürük yakınmalarının ilk nedenleri arasında yer alıyor. Yapılan çalışmalara göre; astım her 100 hastadan 57’sinde tek başına öksürük belirtisiyle başlıyor. Genellikle gece uykudan uyandırıyor veya sabaha doğru gelişiyor. Beraberinde nefes darlığı ve hışıltılı solunum gibi yakınmalar da görülebiliyor.
Gastroösofageal reflü
Gastroösofageal reflü, yemek borusu ile mide arasındaki bölgede oluşan gevşeklik nedeniyle mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçması olarak tanımlanıyor. Buna bağlı olarak hem ses tellerinde asit muhteviyatlı içeriğin tahrişe yola açması hem de gıda kırıntılarının istemsiz olarak akciğerlere kaçması sonucu kronik öksürük oluşuyor.
Sinüzit
Sinüzit hastalığında oluşan geniz akıntısı da sıklıkla kronik öksürüğe neden olabiliyor. Zira, geniz akıntısının içinde yer alan bazı iltihabi maddeler boğazı tahriş ederek öksürüğü tetikleyebiliyor. Geniz akıntısından kaynaklanan kronik öksürük genellikle geceleri yatınca artıyor. Dr. Süha Alzafer, genizde oluşan akıntı geçmeden öksürükle baş etmenin çoğu zaman mümkün olmadığına işaret ederek, “Dolayısıyla geniz akıntısı nedeniyle gelişen kronik öksürükte ilaçları uzun süre kullanmak gerekebiliyor” diyor.
Bronşektazi
Kronik öksürük, geçirilmiş zatürre enfeksiyonları sonrasında bronşların genişlemesi ve deforme olmasıyla karakterize bir hastalık olan bronşektazinin habercisi olabiliyor. Dr. Süha Alzafer, bu hastalıkta kronik öksürüğün yanı sıra sürekli ve bol miktarda balgam çıkarma sorununun da yaşandığını belirterek, “Ayrıca zaman zaman hayatı tehdit edici boyutlarda kanlı balgam görülebiliyor. Bu tabloya özellikle enfeksiyon eklendiğinde öksürük yakınması artıyor” diyor.
Bronşit
Bronşit, akut ve kronik bronşit olmak üzere iki gruba ayrılıyor. Kronik öksürük daha çok kronik bronşit sebebiyle gelişiyor ve sıklıkla sigara içenlerde görülüyor. Özellikle sonbahar ve kış mevsiminde en az üç ay boyunca devam eden öksürük ile balgam yakınmaları kronik bronşit habercisi olabiliyor. Akut bronşitte ise öksürük çoğunlukla günler içinde geçiyor ve kronik öksürüğe yol açmıyor.
Covid-19
Sonbahar ve kış aylarında yaygın görülen nezle, grip ve Covid-19 gibi üst solunum yolu enfeksiyonları geçtikten sonra öksürük haftalarca sürebiliyor. Zeminde alerjik bir bünye varsa öksürüğün uzama olasılığı yükseliyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Tüberküloz
Kronik öksürük, en çok akciğeri etkileyen tüberkülozun da belirtisi olabiliyor. Tüberküloz hastalığının yol açtığı kronik öksürüğe kanlı balgam, kilo kaybı, iştahsızlık ve gece terlemesi eşlik edebiliyor. Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Süha Alzafer, tüberküloza bağlı kronik öksürüğü olan hastalarda tanının bir an önce konulması gerektiğini belirterek, “Böylece hem hastalığın vücuda yayılma hem de toplumdaki diğer kişilere bulaşma riski azalıyor” diyor.
Kanser
Üst solunum yolu ve akciğer kanserleri de kronik öksürüğe yol açan önemli hastalıklar arasında yer alıyor. Özellikle 40 yaşın üzerinde olan ve sigara içen hastaların nedeni bilinmeyen ve giderek artan öksürüklerde mutlaka hekime başvurmaları gerekiyor. Uzamış öksürüğe kanlı balgam, göğüs veya sırt ağrısı, iştahsızlık ve zayıflama gibi belirtiler de eşlik edebiliyor.
İnterstisyel akciğer hastalığı
Yeni tıp terminolojisinde ‘diffuz parankimal’ akciğer hastalığı olarak da tanımlanan bu geniş hastalıklar grubunda akciğerler adeta ciltteki yaranın iyileşirken kabuk bağlaması gibi bağ dokusu oluşumuyla sertleşiyorlar. Vücutta yeterince oksijen ve karbondioksit değişimi olmayınca hastalarda kronik öksürük ve hareketle artan nefes darlığı gelişebiliyor.
Kalp yetmezliği
Kalp yetmezliği de başlı başına kronik öksürük nedeni olabiliyor. Bu hastalıkta, kalbin vücudumuzun gereksinimini sağlayacak kadar kanı pompalayamaması nedeniyle akciğerlerde kan toplanıyor. Vücudumuz da akciğerde biriken bu kanı öksürükle atmaya çalışıyor. Özellikle geceleri yattıktan sonra gelişen, ayağa kalkınca veya oturunca hafifleyen, bazen beraberinde hırıltılı solunum ve pembe renkli balgamın da eşlik ettiği kronik öksürük kalp yetmezliğine işaret edebiliyor.
Buşon
Kulaklarda öksürük refleksinin uyarıldığı alanlar olduğu için buşon, yani kulak kiri de bazen kronik öksürüğe yol açabiliyor. Kulak kirinin temizlenmesi sonrasında öksürük genellikle geçiyor.

Cinsel istek bozukluğu yaygınlaşıyor…

Cinsel istek bozukluğu yaygınlaşıyor…

Ülkemizde en önemli tabuların başında gelen ve gerektiğinde doktora gitmeye bile çekinilen ‘utandıran’ sorunlardan olan cinsel fonksiyon bozukluğu günümüzde giderek yaygınlaşıyor. Hem kadınlarda hem de erkeklerde öne çıkan cinsel fonksiyon bozuklukları arasında ilk sırayı cinsel isteksizlik alıyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Üroloji ve Cinsel İşlev Bozuklukları Uzmanı Prof. Dr. Enis Rauf Coşkuner toplumda görülme sıklığı yüzde 50’yi bulabilen cinsel isteksizliğin çiftler arasında çok ciddi sorunlara hatta boşanmalara neden olabildiğini belirtirken, günümüzde bu sorunların tedavisine yönelik çok önemli ilerlemeler kaydedildiğini söylüyor. Cinsel işlev bozuklukları ve cinsel istekte azalmanın artık çözümsüz olmadığını vurgulayan Prof. Dr. Enis Rauf Coşkuner ‘utandıran sorun’da yeni nesil tedavi yöntemlerini anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Prof. Dr. Enis Rauf Coşkuner

Altında kimi zaman diyabet, kalp, tiroit ve böbrek hastalığı ve hormonal sorunlar gibi önemli etkenler yatabilirken, kimi zaman da stres, yorgunluk, yaşlanma ve psikolojik etkenler ‘utandıran’ ve doktora bile gitmeye çekinilen bu soruna neden olabiliyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Üroloji ve Cinsel İşlev Bozuklukları Uzmanı Prof. Dr. Enis Rauf Coşkuner cinsel istek azlığının kişi tarafından her zaman bir sorun olarak algılanmayabildiğini ancak sağlıklı bir toplumu sağlıklı bireylerin oluşturduğunu ve cinselliğin de bunun vazgeçilmez bir parçası olduğunu belirterek “İnsan vücut sağlığı bir bütündür. Cinselliğimiz bu bütünlüğün bir parçasıdır. Ne yazık ki yaşamımız boyunca cinsellikle ilgili kişisel, ailesel ve toplumsal birçok belirleyiciler ile karşılaşırız. Çoğunda bunlarla mücadele etmek yerine, çatışmamak için yaptırımları kabullenmeyi tercih ederiz. Dolayısıyla konu ile ilgili eğitim eksikliğimizin yanı sıra kaçışımız da söz konusudur. Oysa ki cinselliğini inkar eden bir beden eksiktir. Cinselliği talep etmek ise en doğal haktır. Bu kadar doğal olan bir sürecin daha isteğini duymanın bile sorun olabileceğini düşünmemek kendinden bir kaçıştır” diyor.

Erkekler daha fazla başvuruyor

Cinsel istek bozukluğunun ülkemizde görülme sıklığı erkeklerde 50’ye ulaşabilirken, doktora başvurularda da ağırlığı erkekler oluşturuyor. Bunun nedenlerinden birinin de ‘cinselliğin öncelikle erkeğin hakkı ve görevi olduğuna dair yanlış toplumsal inanış’ olduğunu belirten Prof. Dr. Enis Rauf Coşkuner sözlerine şöyle devam ediyor: “Kadınlarda yaklaşım biraz daha kabulleniş ve doğal görme düzeyindedir. Oysa ki toplumda karşılaşılma oranları istatistiklerin çok üzerinde seyretmektedir. Burada ana sorun; cinsiyet farklılıklarının ötesinde olayın bir çift problemi olmasıdır. Cinselliğin tüm alanlarında bir bütünü sadece parçalar halinde incelemek doğru değildir. Dolayısıyla bu konuda da en doğru ve uygun yaklaşım; çiftleri bir bütün olarak incelemektir. Kişiler de bunun doğallığını kabul ederek olaya yaklaşırsa daha verimli sonuçlar alınır. Cinselliği doğalın bir parçası olarak gördükçe ve gösterdikçe işler daha kolaylaşacaktır. Önce kendinden kaçmayan bir beden, sonra partnerinden kaçmayan bir kişi ve sonuçta sorunu görüp uzmanından kaçmayan bir çift kavramı gelişecektir. Bunun oluşmasını sağlamak toplumsal yapı ve bileşenlerinin amacı olmalıdır. Bu nedenle toplumun her kademesinde ve hepimize önemli görev düşmektedir.”

Hayatın herhangi bir evresinde de görülebiliyor

Cinsel istek azlığının, kişinin cinsel aktivitelerinin başladığı ilk dönemden itibaren yani hayat boyu olabileceği gibi hayatının herhangi bir evresinde de ortaya çıkabildiğini belirten Prof. Dr. Coşkuner erkeklerde ve kadınlarda cinsel istek azlığına neden olan etkenleri şöyle sıralıyor;

Erkeklerdeki yaygın nedenleri;

  • Hormonal: Androjen eksikliği (özellikle testosteron hormonunda düşüklük), hiperprolaktinemi (prolaktin hormonunda yükseklik), troit bozuklukları
  • Psikolojik: Öfke ve kaygı, depresyon, travma sonrası stres sendromu
  • İlaçlara bağlı: Özellikle başka amaçlı kullanılan bazı ilaçların yan etkisi sonucu (antidepresan tedavisi gibi)
  • İlişki çatışması
  • Kronik hastalıklar: Koroner kalp hastalığı, kalp yetmezliği, diyabet, felç geçirme, böbrek yetmezliği vs.
  • Ereksiyon problemi
  • Yaşlanma

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Kadınlardaki yaygın nedenleri;

  • Medikal: Hormonal bozukluklar (östrojen, prolaktin, testosteron, troit hormonları), diyabet, hipertansiyon, idrar kaçırma, artrit, nörolojik hastalıklar başta olmak üzere kronik seyirli pek çok hastalık beraberinde bu sorunu yaratabilir.
  • Psikolojik: Cinsellikle ilgili kötü deneyimler, stres ve yorgunluk, odaklanamama, kaygı, depresyon, kendine güven azlığı, vücut görüntüsüne olan güvensizlik gibi pek çok neden bu soruna yol açabilir.
  • İlişki ile ilgili problemler: Partnerin cinsel problemleri, ilişkide yetersizlik, partnerle cinsellik konusunda iletişim kuramama.
  • Bazı ilaçlar; Bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaç grupları da kadını bu yönde olumsuz etkileyebilir.
  • Kültürel: Kadının içinde yaşadığı toplum ve kültürü, cinselliği algılayışı, cinsellikte kadına yüklediği roller, kısıtlamalar etkili olabilir.

Yeni nesil yöntemlerle etkili tedavi

Kadınlarda cinsel istek azlığına çok çeşitli etkenlerin yol açabildiğini bu nedenle kadında böyle bir sorun değerlendirilirken konunun çok yönlü ele alınarak incelenmesi ve neden veya nedenlerinin ortaya konulması gerektiğini belirten Prof. Dr. Enis Rauf Coşkuner; erkeklerin tedavisinde ise hasta eğitiminden başlanarak, hormonal veya hormonal olmayan ilaç tedavisi ile psikolojik terapi tekniklerine kadar pek çok seçenek kullanılabildiğini söylüyor. Prof. Dr. Coşkuner yeni tedavi yöntemleriyle ilgili şöyle konuşuyor: “İnsan cinselliğinin ve cinsel isteğin giderek daha çok anlaşılması beraberinde sorunlara yeni çözümleri de sunmaya başladı. Özellikle merkezi sinir sistemi üzerinde cinselliği yöneten alanların net tespiti ve bunların üzerine etkili olabilecek yeni tedavi metotları umut vaat etmektedir ve hatta aktif kullanıma sunulan ürünler de yavaş yavaş gündeme gelmektedir. Geçtiğimiz yüzyıl insan cinselliğini anlamaya başladığımız bir dönemdi, bu yüzyılda ise toplanan bilgilerin sorunların çaresine dönüştüğü bir dönem olmaya başladı ve dahası da gelecek gibi gözüküyor.’’

Beslenmede bu hatalar şişkinliğe yol açabiliyor!

Beslenmede bu hatalar şişkinliğe yol açabiliyor!

Son yıllarda gerek yanlış yaşam alışkanlıklarının gerekse modern çağın vazgeçilmezi stresin yol açtığı sorunlardan biri olan mide şişkinliği giderek yaygınlaşıyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Ezgi Hazal Çelik, ülkemizde her 3 kişiden 1’inin karşılaştığı mide şişkinliğine; yanlış beslenme davranışı, öğünde dengeli olmayan yiyecek seçimleri ve sindirim sisteminin tolere edemediği besinlerin tüketiminin yol açabildiğini belirterek “Genelde yemekten sonra aşırı gaz üretimi, sindirim sistemi kaslarının hareketindeki bozukluklar, mide asidi veya sindirim enzimlerinin azalması ve bağırsakta yaşayan bakteriler tarafından üretilen gaz ya da yemek yerken yutulan hava gibi nedenlere bağlı da gelişebilmektedir. Mide şişkinliği; karın bölgesinde şişkinlik, karın ağrısı, midede doluluk hissi, bulantı, gaz çıkarma, geğirme, kramp, spazm, dolgunluk ve iştahsızlık gibi şikayetlerle de görülebilir” diyor. Bu durumun sık yaşanmasının kişinin yaşam kalitesini olumsuz etkilediğini belirten Çelik, bu sorunları olanların mutlaka hekime danışmaları, ayrıca günlük yaşam alışkanlıklarında bazı kurallara dikkat etmeleri gerektiğini söylüyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Ezgi Hazal Çelik, mide şişkinliğine karşı faydalarıyla öne çıkan 10 besini anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Ezgi Hazal Çelik

Elma sirkesi

Organik elma sirkesinin içerdiği maya sindirim sistemi için yararlı birçok bakteri bulundurur. Asitli yapısına rağmen alkalize edici bir etkiye sahiptir ve mide asidini tedavi etmeye yardımcı olarak mide yanması ve şişkinliğini rahatlatır. Mide asidinin azalmasıyla oluşan şişkinliğe karşı da fayda sağlar. Yemekten önce bir yemek kaşığı organik elma sirkesini suyla seyreltip içebilir veya salatanıza ekleyebilirsiniz.

Fesleğen

Fesleğen, mide asidi, gaz ve şişkinliğin giderilmesinde ve rahatlamasında etkilidir. Yatıştırıcı özelliğiyle yemeklerde, salatalarda çiğ olarak kullanabilir veya 4-5 fesleğen yaprağını kaynatıp  ılık bir şekilde çayını içebilirsiniz.

Tarçın

Mide yanması, şişkinlik, hazımsızlık gibi rahatsızlıkların tedavisinde antiasit ilaçlar sıklıkla kullanılmaktadır. Benzer etki gösteren tarçın doğal bir antiasit gibi çalışır ve mide şişkinliğinin giderilmesine yardımcı olur. Günde 2 kez tarçın çayı şeklinde içebilir, toz formunu çorba veya ılık laktozsuz süt ile tüketebilirsiniz.

Ananas

Ananas birçok meyveden farklı olarak bir enzim ailesi olan bromelain içerir. Bromelain protein sindirimine yardımcı olur. Sindirimi destekleyerek midede kalma süresini kısaltır ve şişkinlik, hazımsızlık gibi rahatsızlıkların azalmasına katkı sağlar. İki parmak kalınlığında, olgunlaşmış 1 dilim ananas ara öğünlerde tüketilebilir. Kan şekerini yükseltme hızı da düşük olduğundan diyabet, insülin direnci gibi kan şekeri metabolizması ile ilgili hastalıklarda da tercih edilebilir. Gebeliğin ilk 3 ayında olanlar, kan sulandırıcı ilaç, antiepileptik ilaç kullanan kişiler tüketim sıklığı ve miktarına dikkat etmelidir.

Kivi

Beslenme ve Diyet Uzmanı Ezgi Hazal Çelik “Proteinden zengin besinlerin sindirimi ve mideden boşalma hızı daha uzundur. Proteinleri sindirmeye yardımcı bir enzim olan actinidin içeren kivi bu sayede sindirime, şişkinlik ve şişkinliğe bağlı meydana gelen semptomların azalmasına yardımcı olur. Potasyumdan zengin bir meyve olan kiviyi böbrek yetmezliği olan, hemodiyaliz alan hastalar hekim veya diyetisyen kontrolünde tüketmelidir” diyor.

Fermente Lahana Turşusu

Enzim içeriği yüksek, probiyotik bakterilerden zengin besinlerden biri olan lahana turşusu sindirim şikayelerini ve buna bağlı gelişen mide şişkinliğini azaltabilir. Ancak hipertansiyonu olan kişiler içerdiği tuz miktarından dolayı tüketiminden kaçınmalıdır. Aşırı tüketimi günlük tuz alımının artmasına ve su kaybına neden olacağından gün aşırı ya da daha uzun aralıklarla az miktarda tüketilebilir. Guatrojenik bir besin olan lahana, guatr ya da tiroit bezi rahatsızlığı olan bireylerde de diyetten çıkarılan besinlerden biridir. Ancak hastalık şiddeti ve bireysel seyri göz önünde bulundurularak hekim veya diyetisyen kontrolünde kullanılabilir.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Ezgi Hazal Çelik

Zencefil

Mide bulantısında sıklıkla tercih edilen zencefil içerdiği enzimlerle sindirim sisteminin daha hızlı çalışmasına yardımcı olarak mide şişkinliği ve buna bağlı meydana gelen krampların azalmasını destekler. Midedeki besinlerin ince bağırsağa geçişini hızlandırarak mide şişkinliğinin azalmasına yardımcı olur. Aşırı tüketimi midedeki rahatsızlıkların artmasına, ritim bozukluğuna yol açabileceğinden günde en fazla 2 kupa ılık zencefil çayı şeklinde tüketebilir. Taze olarak ise 1 küçük parça zencefili salatalarınıza rendeleyerek diyetinize ekleyebilirsiniz. Ülser gibi ilerlemiş mide rahatsızlığı olan ve safra kesesinde taş bulunan bireyler tüketiminden kaçınmalıdır.

Yoğurt

Yoğurtta bulunan probiyotik bakteriler midedeki enzimleri destekleyerek sindirimi kolaylaştırır. Kaymaklı yoğurtların yağ içeriği yüksektir ve mide yanması, şişkinlik, reflü gibi semptomları tetikleyebilir. Mide ile ilgili sorun yaşıyorsanız kaymaksız yoğurt tercih etmeniz daha iyi bir seçenek olacaktır. Herhangi bir intoleransınız varsa laktozsuz yoğurt tercih edebilirsiniz.

Rezene

Gaz şikayelerinde sıklıkla tercih edilen rezene sinirim sistemindeki düz kasları gevşeten antispazmodik etkisi ile midedeki şişkinlik, gaz ve krampları azaltabilir. Kronik ilaç kullanımı olmayan, sağlıklı bireyler günde 2 fincan rezene çayı içebilir. Yaşlı, hamile ve çoklu ilaç kullanımı olan hastalar tüketiminden kaçınmalıdır. Uzun vadeli kullanan bireyler içinse alerjik reaksiyon, ciltte döküntü gibi sorunlar yaşanmaması için 1 ay tüketim sonrasında 2-3 hafta ara verilmesi önerilmektedir.

Papaya

Beslenme ve Diyet Uzmanı Ezgi Hazal Çelik “Enzim yönünden zengin besinlerden biri olan papaya, içerdiği papin ile mide şişkinliği, kabızlık ve mide yanması semptomlarını iyileştirebilir. 1 orta boy yaklşaık 150 gr papaya 1 porsiyona denk gelmektedir. Tek öğünde daha fazla tüketmek, sık sık yemek tıkalı solunum, rahat nefes alamama gibi semptomlara yol açabilir. Ayrıca böbrek taşı ve ciltte alerjik reaksiyonlar açısından da tüketim miktarına ve sıklığına dikkat edilmelidir. Gebelikte, özellikle aşırı tüketimi, düşük riskine neden olabileceğinden önerilmez” diyor.

Aşırı sıcaklar beyin damarlarını tıkayabiliyor!

Aşırı sıcaklar beyin damarlarını tıkayabiliyor!

Yazın kavurucu sıcakları tüm hızıyla sürerken özellikle kronik hastalığı olanlar, hamileler, yaşlılar ve çocukların mümkün olduğunca evden çıkmamaları konusunda uzmanların uyarıları devam ediyor. Aşırı sıcakların en çok etkilediği organlardan biri de beynimiz. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Gökhan Akdemir, vücudumuzdaki tüm fonksiyonları kontrol eden hayati organımız olan beynimizin yüzde 80’inin sudan oluştuğunu belirterek “Sıcaklığın artması ile birlikte ölüm oranlarında artış görülmektedir. Dünyamızın ısınması ile ilgili insan bedeni gerekli uyumu sağlayamazsa 2030-2070 yılları arasında sıcaktan ölümlerin 3 kat artacağı tahmin edilmektedir” diyor. Aşırı sıcakların beynimize birçok olumsuz etkisi olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Gökhan Akdemir, bu olumsuz etkileri ve alınması gereken önlemleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Aşırı sıcaklarda birçok kişi ‘beynime güneş geçti’, ‘sıcak çarptı’, ‘başım çok ağrıyor’ şeklinde yakınmalarla hastanelerin acil servislerine başvuruyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Gökhan Akdemir, özellikle güneş çarpması nedeniyle bilinç bulanıklığı ve sara nöbeti geçirebildiğini hatta beyin fonksiyonlarında ciddi bozulma nedeniyle komaya girebildiğini belirterek “Yazın aşırı sıcaklarıyla mücadele ettiğimiz bugünlerde özellikle kronik solunum yolları hastalığı olanlarda artış, kalp hastalıkları, inme ve felçler, erken doğum, depresyon ve anksiyete gibi psikiyatrik hastalıklarda artış, öğrenmede ve verimlilikte düşüş, hafızada zayıflama, çevre ve su kirliliği nedeniyle enfeksiyon hastalıklarında hızlı artış beklenmektedir” diyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Prof. Dr. Gökhan Akdemir

Yılda 500 bin kişi sıcaktan hayatını kaybediyor!

  1. yüzyılda dünyada genel olarak ısı artacağı için bu konudaki araştırmaların giderek çoğaldığını söyleyen Prof. Dr. Akdemir şöyle konuşuyor: “Araştırmacılar dünyanın ısınmasının canlıları nasıl etkileyeceğine yönelik çalışmalarını devam ettirmekteler. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün çevre ve iklim değişiklikliğiyle ilgili yaptığı panelde de; 1850-1900 yılları arasındaki sıcaklık ortalamasına göre 21. yüzyılın sonuna doğru 2.4-4.4 santigrat derece artış olabileceğini öngörmektedirler. Sıcaklığın artması ile birlikte ölüm oranlarında artış görülmektedir. ABD’de her yıl yaklaşık 500 bin ölüm artan sıcaklıkla ilişkili bulunmuştur. Dünyamızın ısınması ile ilgili insan bedeni gerekli uyumu sağlayamaz ise 2030-2070 yılları arasında sıcaktan ölümlerin 3 kat artacağı tahmin edilmektedir.”

Beyin damarlarını tıkayabiliyor!

Hava sıcaklığındaki her 1 santigrat derece artışlarda kalp-damar hastalıklarında yüzde 10’un üzerinde artış görüldüğünü, bu oranın özellikle 65 yaşından büyüklerde çok daha fazla olduğunu belirten Prof. Dr. Gökhan Akdemir, kandaki yoğunlaşma sonucu pıhtılaşan faktörlerin artmasının kalp damarlarının yanı sıra beyin damarlarında da tıkanmalara neden olduğunu söylüyor. “Sıcaklıkla birlikte derimizin soğutma mekanizmaları devreye giriyor, metabolizma artışı ile birlikte deride kan akımını artırarak ısıyı dışarı vermek için terleme artıyor, su ve elektrolit kaybı oluyor. Sıcaklığa bağlı dehidratasyon (su kaybı) sonucu kanda yoğunlaşma, pıhtılaşmada artış, sempatik sinir sisteminde aktivite artışı ve inflamatuar faktörlerde artış gözleniyor. Elektrolit bozuklukları kalp ritim bozukluklarına neden oluyor” diyen Prof. Dr. Akdemir sözlerine şöyle devam ediyor: “İnme veya felç dünyadaki ölüm nedenleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. 2 milyon insan üzerinde yapılan araştırmada her 1 santigrat derece artışlarda inme veya felç oranı yüzde 1.13, ölüm oranı ise yüzde 1.5 oranında artış göstermiştir.”

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Beynimiz vücudumuzdan daha sıcak!

Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Gökhan Akdemir, Brain Dergisi’nde 2022 yılında yayınlanan çalışmaya göre beynimizin vücudumuzdan daha sıcak olduğunu belirterek “Ağızdan ölçülen sıcaklık 37 santigrat dereceden az iken, ortalama beyin sıcaklığı 38.5 santigrat derece, daha derin bazı özel bölgelerde 40 santigrat dereceyi bulabiliyor. Öğleden sonra 1 santigrat derece artar iken, gece yarısı en düşük seviyesine iniyor. Kadınların beyni erkeklerden 0.4 santigrat derece daha sıcak bulunmuş” diyor.

Aşırı sıcaklardan beynimizi korumanın 5 püf noktası!

Prof. Dr. Gökhan Akdemir aşırı sıcaklardan beynimizi korumanın yollarını şöyle sıralıyor;

  1. Öncelikle sıcak havalarda zorunlu olmadıkça dışarı çıkmayın
  2. Bol miktarda su tüketin
  3. Açık havada çalışıyorsanız ya da sporcuysanız mümkünse çalışma saatlerini yeniden düzenleyin
  4. Açık renk giysi giyinin
  5. Şapka takmadan dışarı çıkmayın.

Sıcak çarpmasına yol açan etkenler!

Sıcak çarpmasına yol açan etkenler!

Aşırı sıcakların bastırdığı ve yoğun nemle birleştiğinde adeta nefes aldırmadığı bugünlerde çok dikkatli olmak gerekiyor. Özellikle de kronik hastalığı olanlarda, hamilelerde, aşırı kilolu kişilerde, bebeklerde, çocuklarda ve yaşlılarda çok kısa bir süre bile sıcak çarpmasına maruz kalmak için yeterli oluyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Alper Canpolat yaz aylarında en sık rastlanan sorunlar arasında sıcak çarpmasının geldiğini belirterek, şikayetlerin ‘birazdan geçer’ düşüncesiyle tedavisinin ihmal edilmesinin kimi zaman çok ciddi tehlikelere yol açabildiğini hatta hayati riske neden olabildiğini söylüyor. “Sıcak çarpmasında vücut aşırı sıcak nedeniyle normal ısı düzenlemesini kaybeder ve vücut ısısı normal sınırların üzerine çıkarak 40 dereceyi aşar. 40 derecenin üzerindeki ateş ise hayati organların hasar görmesine hatta ölüme neden olabilir” diyen Dr. Alper Canpolat, kavurucu yaz sıcaklarında sıcak çarpmasından korunmak için alınabilecek basit ama etkili önlemler olduğunu söylüyor. İç Hastalıkları uzmanı Dr. Alper Canpolat sıcak çarpmasının 10 önemli belirtisini, alınabilecek etkili önlemleri ve sıcak çarpmasında yapılması gerekenleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Dr. Alper Canpolat

Bu saatlerde mümkünse dışarı çıkmayın

İklim değişikliğiyle birlikte son yıllarda sıcak çarpması çok daha fazla görülüyor. Yaz aylarında 10-16 saatleri arasında güneş ışınları daha yoğun olduğundan sıcak çarpması riskinin bu saatlerde arttığını belirten Dr. Alper Canpolat “Bu nedenle güneşin en dik açı ile geldiği öğle saatlerinde zorunlu olmadıkça dışarıda olmaktan kaçının. Dışarıya çıkmak zorundaysanız ağaçlar, şemsiyeler ya da güneşlikler gibi gölgeliklerin altında durarak doğrudan güneş ışığından korunmaya çalışın. Egzersiz veya yürüyüş yapmak için de kesinlikle günün nispeten serin saatlerini tercih edin” diyor.

Kapalı araçta kalmaktan kaçının!

Özellikle yazın kapalı araçta kalmak camlar açık olsa dahi tehlikeli sonuçlara hatta yaşam kaybına neden olabildiğinden park halindeki araçta kalmayın. Bebekleri, çocukları, yaşlı veya engelli bireyleri de ‘araç gölgede, camı da açık’ diye düşünerek hele de yalnız başına kesinlikle bırakmayın.

Dışarı çıkarken bu önlemleri mutlaka alın  

İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Alper Canpolat “Sıcak havalarda açık renkli, hafif ve bol kıyafetler tercih edilmelidir. Şapka veya benzeri bir başlık ile güneş ışığından korunulmalıdır. Güneş yanıklarını önlemek için güneş koruyucu kremler ve güneşin zararlı ışınlarına karşı ultraviyole korumalı olduğundan emin olduğunuz güneş gözlüğü kullanılmalıdır” diyor.

Su içmek için kesinlikle susamayı beklemeyin!

Özellikle de yaz aylarında susuzluk hissetmeseniz bile mutlaka yeterince su içmeye dikkat edin.  Salatalık, karpuz, marul gibi su içeriği yüksek yiyecekleri aşırıya kaçmadan tüketebilir, sıcak yaz günlerinde terleyerek vücuttan atılan sıvı ve mineralleri yerine koymak için günde bir-iki bardak maden suyu (200-250 ml) içebilirsiniz. Ancak tuz duyarlı kişilerin, hipertansiyon, böbrek ya da kalp hastalığı olanların doktorlarına danışarak bu gıda ve içecekleri tüketmesi gerekiyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

 Sıcak çarpmasının 10 önemli belirtisi!

  1. Yüksek ateş
  2. Baş ağrısı
  3. Mide bulantısı
  4. Kusma
  5. Kalp hızında artış
  6. Hızlı nabız
  7. Baş dönmesi
  8. Halsizlik, düşkünlük, yorgunluk
  9. Soluk cilt
  10. Huzursuzluk, şuur bulanıklığı

 Sıcak çarpmasına yol açan etkenlere dikkat!

Sıcak çarpmasının; yüksek sıcaklıklara uzun süre maruz kalmak ve yeterli sıvı alamamak veya sıcak ortamda ağır eforlu işler yapmak gibi nedenlerle ortaya çıkabilen bir sorun olduğunu belirten Dr. Alper Canpolat sıcak çarpmasına neden olan faktörleri şöyle açıklıyor:

  • Aşırı güneşe maruz kalmak
  • Sıcakta veya güneş altında egzersiz ve spor yapmak
  • Sıcakta veya güneş altında uzun süre dışarıda çalışmak
  • Güneş altında bırakılmış araba gibi küçük ve kapalı ortamlarda durmak
  • Uzun süre plajda, kumsalda, saunada kalmak
  • Sıcak havalarda yeterli su içmemek
  • Soğutma olanaklarının (klima sistemi) yetersiz olduğu ortamlarda bulunmak

 Sıcak çarpmasında ne yapmalı?

İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Alper Canpolat, sıcak çarpması tedavisinde ana hedefin vücut sıcaklığının düşürülmesi olduğunu belirterek şöyle konuşuyor: “En yakın sağlık kuruluşuna başvuruncaya kadar sıcak çarpması belirtileri gösteren kişi hemen serin bir yere alınmalıdır. Üzerindeki sıkı giysiler gevşetilmelidir. Vücuttaki sıvı ve elektrolik kaybını karşılamak için bol su içirilmeli ve tuzlu yiyecekler tüketmesi sağlanmalıdır. Ancak bireyin şuur durumunda bulanıklık varsa su ve başka gıda vermekten kaçınılmalı, hızlıca sağlık kuruluşuna ulaştırılmalıdır. Mümkünse kişinin soğuğa yakın suyla duş alması sağlanmalıdır. Duş olanağı yoksa buz paketleri veya soğuk ıslak havlularla vücuda kompres yapılmalıdır. Sıcak çarpmasında ateş 40 dereceyi aşsa da, ateş düşürücü ilaçların tedavide yeri yoktur.”

Skolyoz, ergenlik çağına giren her yüz çocuktan 3’ünde görülüyor!

Skolyoz, ergenlik çağına giren her yüz çocuktan 3’ünde görülüyor!

Omurganın farklı nedenlere bağlı olarak sağa ya da sola doğru eğrilmesi ve kendi etrafında dönmesi olarak tanımlanan skolyoz, ergenlik çağına giren her yüz çocuktan 3’ünde görülüyor.  Eğriliğin 10-20 derece arasında olduğu dönemde kız ve erkeklerde eşik oranlarda tespit edilen skolyoz, 30 derece ve üzeri eğriliğe ulaştığında ise kızlarda büyüme hızına bağlı olarak 7 kat daha fazla gelişiyor. Küçük yaşlarda başlayan skolyoz tedavi edilmezse kalp ve akciğerlerde ciddi sorunlara yol açabiliyor. Bu nedenle ilerleyen skolyozun erken dönemde mutlaka tedavi edilmesi gerekiyor! Acıbadem Bakırköy Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Öğretim Üyesi Gökhan Özkoçak, erken tanı sayesinde skolyoz ve ona bağlı ek sorunlar ortaya çıkmadan tedavi şansının yakalanabildiğine işaret ederek, “Skolyozun erken tanısı için ebeveynlerin çocuklarını 9 yaşından 16 yaşına kadar, her altı ayda bir düzenli olarak kontrol etmeleri büyük önem taşıyor. Zira eğrilik derecesi ilerlemeden uygulanan egzersiz ve korse yöntemleri sayesinde skolyozun tedavisi ameliyat gerekmeden mümkün olabiliyor” diyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Dr. Gökhan Özkoçak

Egzersiz ve korse ameliyatı önleyebiliyor

Skolyozun tedavi planında ‘Cobb açısı’ denilen eğriliğin derecesi büyük önem taşıyor. Omurga eğrilikleri değerlendirmesinde röntgen grafileri ya da daha düşük radyasyon oranına sahip EOS (3D İskelet Sistemi Görüntüleme) yöntemi kullanılıyor. Dr. Öğretim Üyesi Gökhan Özkoçak, günümüzde skolyozların çoğunun egzersiz ve korse uygulamalarıyla tedavi edilebildiğini belirterek, şöyle devam ediyor: “Skolyozda 0-20 derece eğriliklerde egzersiz tedavisi ile gözlem yeterli geliyor. Eğrilik 20-40 derece arasında ise egzersizin yanı sıra korse uygulaması da gerekirken, 40-45 dereceye ulaştığında cerrahi yönteme başvuruluyor. Skolyozu olan çocukların yaklaşık yüzde 0,1-0,3’ü gibi çok az bir kısmında deformitenin cerrahi olarak düzeltilmesine ihtiyaç duyuluyor.”

Üç tip skolyoz var

Genellikle çocukluk çağında görülse de yaşamın her döneminde ortaya çıkabilen skolyoz, 3 gruba ayrılıyor. En sık görülen skolyoz türünün ‘idiopatik’ diye ifade edilen, ‘sebebi bilinmeyen’ skolyoz tipi olduğunu belirten Dr. Öğretim Üyesi Gökhan Özkoçak, “İkinci sıklıkta kas veya sinir hastalıklarına bağlı gelişebilen nöromusküler skolyoz görülüyor. Diğer sık görülen tip ise anne karnındaki bebeğin gelişimi sırasında omurga anomalilerine bağlı olarak gelişen “doğumsal skolyozdur” diyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Özellikle üç belirtisi çok önemli!

Skolyoz 0-20 derece arasında olduğunda dışarıdan dikkat çekmezken, 20-40 dereceye ulaştığında, çıplak vücuda bakıldığı zaman fark edilebiliyor. Skolyozun pek çok belirtisi olsa da özellikle üç belirtiye çok dikkat etmek gerekiyor. Dr. Öğretim Üyesi Gökhan Özkoçak, ebeveynlerin asla gözden kaçırmamaları gereken sinyalleri şöyle sıralıyor:

  • Bir omzun diğerinden daha yüksek olması
  • Belin bir tarafının içeriye doğru oyuk iken diğer tarafının dışarı doğru çıkması veya daha dolgun görünmesi
  • Arkadan bakıldığında ve çocuk omurgasını yere paralel hale gelene kadar öne eğildiğinde; sırtın bir tarafının diğerine göre daha yüksek görünmesi. Buna “hörgüç” görüntüsü deniyor.

Diğer belirtileri

  • Yana doğru eğrilik, anormal kamburluk ya da içe doğru anormal eğrilik
  • Anormal uzun kollar veya bacaklar
  • Birbirine eşit olmayan omuzlar, bel ya da kalçalar
  • Bacaklara göre gövdenin orantısız kısa olması
  • Sırtta cilt anormallikleri: Tüylenme artışı, gamzeler, renk değişiklikleri

Türkiye’de her 3 yetişkinden biri obezite hastası!

Türkiye’de her 3 yetişkinden biri obezite hastası!

Dünya Sağlık Örgütü’nün 21. yüzyılın en ciddi sağlık sorunlarından biri olarak ilan ettiği obezite, dünyada her 4 kişiden birinde görülüyor. Türkiye’de de yetişkin nüfusun yüzde 67’sinin fazla kilolu, yüzde 32’sinin obezite hastası olduğu belirtiliyor. Bir başka deyişle, ülkemizde neredeyse her 3 kişiden biri obeziteyle mücadele ediyor! ‘Vücutta sağlığı bozacak ölçüde aşırı yağ birikmesi’ olarak tanımlanan obezitenin artışına paralel olarak başta kalp damar hastalıkları olmak üzere, diyabet, solunum problemleri, kas-eklem hastalıkları ve inme gibi tüm vücudumuzu etkileyen hastalıkların sıklığında ciddi yükseliş görülüyor. Ülkemizde obezite oranlarında yaşanan artış doğrultusunda obezite ameliyatlarına olan başvurular da gün geçtikçe artıyor!

Acıbadem Bakırköy Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, günümüzde obezite cerrahilerinden çok büyük başarılar elde edilebildiğine dikkat çekerek, “Obezite cerrahisinin kilo kaybı için etkili bir tedavi seçeneği olduğu, tip 2 diyabet, hipertansiyon ve uyku apnesi gibi obeziteyle ilişkili sağlık problemlerinde de çok ciddi iyileşmeler sağladığı, yapılan çok sayıda araştırmalarla gösterildi. Üstelik toplumdaki yaygın inanışın aksine, obeziteyle ilgili edinilen tecrübeler ve teknolojik gelişmeler sayesinde, tam teşekküllü hastanelerde ve uzman ellerde gerçekleştiğinde, obezite cerrahisindeki risk safra kesesi ve diz protezi gibi ameliyatlardan daha yüksek olmuyor.” diyor. Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, obezite cerrahisi hakkında en sık merak edilen soruları yanıtladı; önemli öneriler ve uyarılarda bulundu!

Doç. Dr. Eyüp Gemici

Obezite cerrahisi hangi durumlarda uygulanıyor?

Obezitenin belirlenmesinde pratik bir ölçüm olan vücut kitle indeksinden (VKİ) faydalanılıyor. Bu yöntemle obezite; kilogram cinsinden kilonun, kişinin metre cinsinden boyunun karesine (kg / m2) bölünmesiyle belirleniyor. Buna göre vücut kitle indeksi 25 ile 30 arasında olanlar fazla kilolu, 30 veya daha yüksek olanlar ise obez olarak tanımlanıyor. Ancak bu yöntem fazla kilosundan yakınan herkese uygulanmıyor. Diyet ve egzersize rağmen başarılı kilo veremeyen, ameliyat olmasında tıbbi açıdan engeli olmayan, yeme bozukluğu sorunu yaşamayan ve psikolojik açıdan dengede olan kilolu kişilere obezite cerrahisi öneriliyor. Kişinin obezite cerrahisine uygun olup olmadığı uluslararası rehberler tarafından belirlenmiş. Buna göre;

  • Vücut Kitle İndeksi ≥ 40 kg/m² olan veya
  • Vücut Kitle İndeksi 35- 39.9 kg/m² olan ve obeziteyle ilişkili bir veya daha fazla hastalığı olanlar (Hipertansiyon, Tip 2 diyabet, uyku apnesi, yağlı karaciğer, kemik eklem hastalıkları gibi) veya
  • Vücut Kitle İndeksi 30- 34.9 kg/m² olup optimal tedaviye rağmen düzelmeyen tip 2 diyabeti olanlar, obezite ameliyatına uygun adaylar olarak kabul ediliyor.

Obezite cerrahisi sağlığı nasıl etkiliyor?

Obezite cerrahisinin temel amacı, fazla kilonun neden olduğu metabolik hastalıkları iyileştirmek, hastanın çok daha sağlıklı bir bedene kavuşmasını sağlamak. Obezite cerrahisiyle besin alımı ve/veya besin emiliminin kısıtlanması sonucunda vücutta bir dizi hormonal ve sinirsel değişimler gelişiyor. Böylece obezitenin neden olduğu sağlık sorunlarında çok ciddi oranlarda iyileşmeler görülüyor. Ayrıca cerrahi sonrasında istikrarlı bir şekilde kilo kaybı oluşuyor. Birçok bilimsel çalışma, ameliyattan hemen sonra kan şekeri ve kan basıncı düzeylerinde çok hızlı iyileşmeler görüldüğünü tespit etmiş. Öyle ki tip 2 diyabette yüzde 85’e, hipertansiyonda yüzde 80’e ve tıkayıcı uyku apnesinde yüzde 90’a varan düzelmeler bildirilmiş. Bunun yanı sıra obeziteyle ilişkili kanser riskinde azalma görüldüğü, kalp-damar hastalıkları, kas-eklem hastalıkları, sinir sistemi hastalıkları, hormonal hastalıklar ve psikolojik bozuklukların da gerilediği kaydedilmiş.

Obezite cerrahisinde hangi yöntemler uygulanıyor?

Obezite cerrahisinde uygulanan teknikler 3 başlık altında sınıflandırıyor. Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, bu yöntemleri şöyle özetliyor:

  • Gıda alımını kısıtlayan teknikler: Dünyada en sık kullanılan ve herkes tarafından bilinen bir teknik olan tüp mide ameliyatı bu sınıfta yer alıyor. Bu yöntemde amaç, mide hacmini azaltmak için mideyi küçük bir tüp haline getirip, alınan besin miktarını azaltmak
  • Gıda emilimini azaltan teknikler: Bu yöntemde amaç, besinin ince bağırsaklardan emildiği yüzey alanını azaltarak vücuda daha az kalori alınmasını temin etmek. Biliopankreatik saptırma ameliyatı bu yöntemler arasında yer alıyor.
  • Gıda alımını kısıtlayan ve gıda emilimini azaltan kombine teknikler: Mini Gastrik Bypass ve Roux-en-Y Gastrik Bypass ameliyatları örnek olarak verilebilir. Bu ameliyatlarda mide hacmi azaltılarak ve belirli bir miktar ince bağırsak da emilim alanı dışında tutularak kalori alımı kısıtlanıyor.

Acıbadem Bakırköy Hastanesi

Hangi yöntemin uygulanacağı nasıl belirleniyor?

En az riskle en yüksek başarıyı elde edecek tekniği belirlemek obezite cerrahisinde büyük önem taşıyor. İlk olarak hastanın beklentilerinin net olarak ortaya konulması gerekiyor. Eşlik eden diyabet, hipertansiyon, crohn ve ülseratif kolit gibi hastalıkların, kullanılan ilaçların, alkol tüketiminin, yeme alışkanlığının, fiziksel aktivitelerin ve psikolojik durumunun belirlenmesi büyük önem taşıyor. Daha önce uygulanan müdahaleler ve/veya ameliyat öyküsü varsa ayrıntılarıyla öğreniliyor. Ardından yapılan kan tahlilleriyle vücut rezervleri ortaya konuluyor. Tüm bu bilgiler değerlendirilerek kişiye uygulanacak olan en uygun cerrahi teknik, standart uygulama adımlarıyla yapılıyor.

Obezite cerrahisi riskli bir yöntem mi?

İnsan bedenine yapılan tüm cerrahi müdahalelerde olduğu gibi obezite cerrahisinde de bazı riskler olabiliyor. Ancak obezite cerrahisi uzun yıllardır yapılan, etkinliğini ve güvenliğini ispat etmiş, sonuçları net olarak belirlenmiş bir tedavi yöntemidir. Ayrıca bilimsel çalışmalara göre; obezite cerrahisi günümüzde safra kesesi ya da diz protezi ameliyatlarından daha fazla risk içermiyor. Uygun hasta seçimi, hastanın yeterli seviyede değerlendirilmesi, tecrübeli hekim ve multidisipliner yaklaşım gösteren ekibin varlığı, kaliteli ve teknolojik malzeme kullanımı, sıkı hasta takibi, sorumluluklarının farkında olup ödevlerini yerine getiren hasta, obezite cerrahisinde başarıyı sağlayıp riski azaltan en önemli parametreleri oluşturuyor.

Obezite cerrahisi sonrasında ne kadar sürede kaç kilo veriliyor?

Kaybedilen kilo; uygulanan ameliyat tekniğine, eşlik eden hastalığa, kişinin sağlıklı beslenme programına uyum göstermesine, fiziksel aktivitesine ve bireysel özelliklerine göre değişkenlik gösteriyor. Obezite cerrahisi sonrasında genel olarak ilk 6 ayda fazla kilonun yarısı, birinci yılın sonunda da fazla kilonun yüzde 70-80’i kaybediliyor. Yani kabaca bir örnek verilirse; boyu 170 cm olup vücut ağırlığı 120 kg olan bir kişi obezite cerrahisi sonrasında ilk 6 ayda ortalama olarak 30-35 kg, ilk yılın sonunda da 40-45 kg kaybediyor.

Obezite cerrahisinden sonra tekrar kilo alma riski var mı?

Sağlıklı beslenme alışkanlığının kavranması ve daha aktif bir yaşamın tercih edilmesi kilo kaybının kalıcı olarak sağlanmasında en büyük etkeni oluşturuyor. Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, obezite cerrahisi sonrasında ortalama olarak 1.5 – 2 yıl istikrarlı bir şekilde kilo kaybı görüldüğüne işaret ederek, “Yeniden kilo alımı da ağırlıklı olarak 2 yıldan sonra ortaya çıkıyor. Bilimsel çalışmalarda, ameliyat sonrasında yüzde 20 oranında geri kilo alımı bildiriliyor. Yetersiz cerrahi teknik, kişinin ameliyat sonrasındaki sürece uyum gösterememesi ve duygusal yeme bozukluğunun varlığı, geri kilo alımında en önemli faktörleri oluşturuyor.” bilgisini veriyor.

Obezite cerrahisinden sonra takibin önemi nedir?

Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Eyüp Gemici, obezite cerrahisi sonrasında hasta takibinin en az başarılı bir ameliyat yapmak kadar önem taşıdığına dikkat çekerek, “Zira obezite cerrahisi sonrasında takip edilmeyen hastalarda; yeme bozukluğu, vücutta sarkma, saç dökülmeleri, metabolik ve psikolojik sorunlar ile geri kilo alımı gibi problemler daha sık görülüyor.” diyor. Cerrahi sonrasında birinci hafta, birinci ay, üçüncü ay, altıncı ay, birinci yıl ve sonrasında yıllık takip öneriliyor. Bunun yanı sıra kişinin ihtiyaçlarına göre, ara takiplerle sürekli bağlantı halinde kalmak gerekiyor. Bu takip sürecinde; hastanın vücut yapısının değerlendirilmesi, aralıklı olarak kan değerlerinin takip edilerek ihtiyaç halinde hızlıca takviye edilmesi, hastanın motivasyonunu ve uyumunu en üst seviyede tutması büyük önem taşıyor. Sağlıklı beslenme alışkanlığının benimsenmesi ve fiziksel aktivitenin artırılması sürecinde hastaya sunulan profesyonel destek başarıyı getiriyor.