Artık dayanamıyorum!

Şehnaz Tuna

Bazı insanlar vardır, sessiz bir dağ gibi dururlar. Dışarıdan bakıldığında sarsılmaz, çözüm odaklı, her an her şeyi toparlayıp halletmeye hazır gibidirler. Kimse onların ne kadar yorulduğunu, kaç geceyi uyuyamadan geçirdiğini, kaç kez “Artık dayanamıyorum!” deyip de ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi kalktığını bilmez. Çünkü “dayanabilen” insanlar konuşmazlar. Onlar sadece taşırlar! Peki, toplumda sıklıkla övünülen “dayanıklılık” her zaman bir meziyet midir? Yoksa bazen de ruhsal bir tutsaklığa mı işaret eder? “Öğretilmiş dayanıklılık” olarak da adlandırabileceğimiz bu durum kişinin zorlu, hatta kimi zaman zararlı koşullara rağmen kendini bu duruma alıştırması, tahammül seviyesini sürekli artırarak aslında sağlıksız bir denge halinde yaşamaya devam etmesidir. Dayanıklı olmaya çalışırken tehlikeli bir tuzağa düşebiliriz. Bu tür bir dayanıklılık kişinin kendi sınırlarını ihlal etmesine, ihtiyaçlarını fark edememesine ve bir müddet sonra acıya duyarsızlaşmasına neden olabilir. Güçlü görünmek adına içsel kırılmaları görmezden gelmek zamanla ruhsal ve bedensel bir ağırlığa dönüşür.

Çoğu zaman çocuklukta başlar kişi bu ağırlıkları taşıma görevine. Çocuklukta, özellikle zorlayıcı yaşam koşullarında büyüyen bireyler, hayatta kalabilmek için duygularını bastırmayı, ihtiyaçlarını ertelemeyi ve sessizce acıya katlanmayı öğrenir. Belki anne babalarının beklentileriyle, belki evdeki huzursuzlukla, belki de kardeşlerini koruma göreviyle… “Sen güçlüsün” derler, “Sen yaparsın”. O an kişi belki anlamaz ama bu gibi cümleler sırta ilk görünmez taşları yerleştirmiştir bile çoktan. Ardından okul gelir, arkadaşlar, ilişkiler, iş hayatı… Her yerde güçlü olmak bir zorunluluk haline gelir ve bu zorunluluk kişiyi yavaş yavaş kemirmeye başlar.  İnsanlar “Ne kadar güçlüsün!”, “Ne kadar sabırlı bir insansın!” gibi övgü sözleriyle iltifat ederken, kişinin omuzlarında taşlaşan yorgunluk ne bir uykuyla geçer ne de bir tatile sığar; çünkü bu ruhun yorgunluğudur. Ruhun kendini sürekli bastırmanın, ihtiyaçlarını ikinci plana atmanın, duygularını sansürlemenin ağırlığını taşıyamadığı noktada beden devreye girer. Sırt tutulur, boyun ağrır, çene sıkılır, bağırsaklar bozulur, nefes daralır… Bastırılan her “hayır” sözcüğü, her gözyaşı, her öfke bedene kaydolur. Bir süre sonra kişinin kendisi bile kendi duygularına ulaşamaz, ne hissettiğini bilemez. Sadece bir ağırlık vardır. Her yerde ve her zaman…

Dayanıklılık sadece dışsal olaylara karşı değil, ilişkilerde de kendini gösterir. Kişi toksik bir ilişkide olmasına rağmen, “katlanma”, “sabretme”, “idare etme” gibi öğretilmiş kalıplar yüzünden orada kalmaya devam edebilir. Bu noktada devreye “kozanın içinde sıkışıp kalmak” metaforu girer. Kelebek olmak için gereken dönüşüm çoktan tamamlanmıştır belki de ama kişi yıllardır içinde yaşadığı o tanıdık kozayı terk edemez. Çünkü orası her ne kadar dar, karanlık ve sıkışık olsa da tanıdıktır. Tanıdıklık ise her zaman güven verir.

Dayanıklı olmak sadece taşıma kapasitesi değil, farkındalık kapasitesidir de. Ne zaman yorulduğunu fark etmek, nerede durman gerektiğini bilmek, hangi yükün sana ait olmadığını anlayabilmek… İşte asıl güç orada başlar. Kendine merhamet göstermek, yıllarca bastırılan duygularla yüzleşmek, kırıldığını kabul etmek hiç de kolay değildir ama gerçek iyileşme oradadır. İyileşmenin ilk adımı dayanıklılık ile duygusal uyuşmuşluk arasındaki farkı ayırt etmektir. Her şeye katlanmak zorunda olmadığını hatırlamak ve gerektiğinde “hayır” demeyi öğrenmek önemlidir. Bunun yanısıra terapötik süreçler de kişinin kendi iç dünyasına ayna tutmasına ve öğretildiği dayanıklılığın iç dünyasında neleri bastırdığını keşfetmesine yardımcı olur. Güçlü ve dayanıklı olmaktan bir adım geri çekilip “zayıf” hissetmeye, destek istemeye ve ara vermeye izin vermek gerçek gücün kapısını aralayabilir.

Bazen en büyük cesaret, “Ben artık bunu taşıyamıyorum” ya da “Ben artık bunu taşımayacağım” diyebilmektir. Bazen en büyük güç bir başkasının omzuna yaslanmaktır. Bazen en derin şefkat kendine yöneltilendir. Bu yüzden dayanıklı bir kişilik sadece gücüyle değil kedi kırılganlığına alan açabildiğinde, yükleri taşımayı değil paylaşmayı öğrendiğinde “tam”dır.

Şehnaz Tuna

Şehnaz Tuna

Editör / pausedergi@gmail.com

Klinik Psikolog

DİĞER YAZILARI