Haklı Olmak mı? Anlaşılmak mı?

Şehnaz Tuna

Duygusal yakınlığın yüksek olduğu ilişkilerde sık sık yüzeye çıkan bir duygu vardır: Kendini haklı hissetmek. “Haklı olma” durumu çoğu zaman sadece bir fikir ya da yargı değil, aynı zamanda bir ihtiyaç olarak belirir. “Ama ben haklıydım!” cümlesi sadece aklın değil, kalbin de bir savunmasıdır. Bu cümlenin gerisinde ise çoğu zaman dile getirilmeyen bir sitem saklıdır: Beni neden duymadın? Neden anlamadın?

Danışanlarımla yaptığım çalışmalarda, haklı olma arzusunun yalnızca kişilerarası çatışmalarda değil bireyin kendi iç dünyasında da önemli bir yer kapladığını gözlemliyorum. Özellikle uzun süren ilişkilerde (romantik, ailevi ya da mesleki) haklılığın onaylanmaması kişide yoğun bir değersizlik hissine yol açabiliyor. Çünkü, mesele çoğunlukla kimin doğru söylediği değil, duygunun karşılık bulup bulmadığıdır.

Bir danışanım seans sırasında partneriyle yaşadığı bir tartışmadan bahsederken şöyle demişti:

“Evet sinirlendim. Ama söylediklerimde haksız değildim. Hâlâ bana ‘haklıydın’ demesini bekliyorum.”

Bu cümle birkaç hafta boyunca tekrarlanıp durdu. Anlatı değişiyor ama ihtiyaç sabit kalıyordu. Ona şu soruyu sordum:

“Sizce o sizi anladığında ne olacak?”

Kısa bir sessizlikten sonra yanıt geldi: “Yalnız hissetmeyeceğim!”

Bu iki kelimelik cümle aslında büyük bir içgörüye işaret ediyordu. Haklı olma isteği bir akıl yürütmeden çok, derin bir duygusal açlıktı. Anlaşılma isteğiyle bağlantı kurduğumuzda, haklılık artık bir sonuç değil yalnızlıkla baş etme stratejisi gibi görünüyordu. Çünkü, bazı insanlar için haklılık çocuklukta duygularına alan açılmamış olmanın bugünkü yankısıdır. Çocukken duygularına güvenilmemiş, hisleri geçersiz kılınmış bir birey yetişkinlikte kendi iç dünyasını koruyabilmek için “haklılık zırhı”na bürünebilir. Bu zırh bir süreliğine işe yarar gibi gözükse de zamanla kişi kendini bu duygunun içinde sıkışmış hisseder.

Haklı olmak ile kol kola giden bir diğer olgu kişinin “kendinden yana” olmasıdır. Kendinden yana olmak görünürde “haklıyım” demek gibi algılansa da aslında daha derin ve şefkatli bir eylemdir yani “öz-şefkat”in bir yansımasıdır. Bu, duygularımızı inkâr etmeden, yaşadıklarımızın bizde bıraktığı izleri yargılamadan kabul edebilmektir. Kendinden yana olmak, bir başkasını haksız çıkarma çabası değil, kendi içsel deneyimine tanıklık edebilmektir. Ancak öz-şefkatin sınırında bazen fark etmeden kendimizi haklı çıkarma ve diğerini suçlama davranışıyla karşılaşabiliriz. Özellikle kırıldığımız ve incindiğimiz zamanlarda duygularımızı sahiplenmekle kendimizi diğerinden tamamen ayırmak arasında bocalayabiliriz. İşte bu noktada duygusal bütünlüğümüze ulaşabilmek için “Ben haklıyım” diye ısrar etmek yerine kendimize “Neden bu kadar haklı olmaya ihtiyaç duyuyorum?” sorusunu sormalıyız.

Haklılık ihtiyacımızı tanımak ve dönüştürebilmek dış dünyanın bizi onaylamasından çok iç dünyamıza kulak vermeyi gerektirir. “O an yaşadığım şey neydi?”, “Ne duymak istedim?” “Karşımdakinin cevabı ne olursa olsun ben kendi duygumu duyabilir miyim?” gibi içsel sorgulamalar haklılık ihtiyacını tam olarak gidermese de etkisinin yumuşamasına yardımcı olur.

Haklılık çoğu zaman duygusal tanınma arzusunun kılık değiştirmiş halidir. Anlaşıldığımızda çoğu çatışmanın ağırlığı azalır. Mesele doğruyu kimin söylediği değil duygularımızın görülüp görülmediğidir. Kendinden yana olmak sadece savunmak değil kendi duygumuza alan açabilmektir. Her şeyin haklılık ve haksızlık kutuplarına bölündüğü bir dünyada duyguların kendisine yer açmak aslında insan olmanın en kırılgan ama bir o kadar da sahici yanıdır. “Ama ben haklıydım!” cümlesini “Beni duymamış olması beni değersiz kılmaz” cümlesi ile değiştirmek duygularla savaşmanın değil onları duyabilmenin başladığı yerdir ve belki de tam da orada haklı olma ihtiyacımızın ötesine geçip kendi içsel tanıklığımızla bir bağ kurabiliriz. Kuracağımız bu içsel bağ başkalarının bizi anlamasından çok daha kalıcı olacaktır.

Şehnaz Tuna

Şehnaz Tuna

Editör / pausedergi@gmail.com

Klinik Psikolog

DİĞER YAZILARI