“Renk benim için hem bir sezgi alanı hem de bir düşünce aracı”
Atilla Çavdarlı
Renklerinizi sezgisel olarak mı seçiyorsunuz, yoksa her rengin ardında bilinçli bir anlam ya da mesaj mı var?
Renklerle kurduğum ilişki sezgisel bir yerden başlıyor ama bu, onları rastlantısal kullandığım anlamına gelmez. Bazen bir renk, bir duygunun, bir atmosferin taşıyıcısı olarak kendiliğinden beliriyor; bazense bilinçli olarak bir kırılma ya da vurgu yaratmak için devreye giriyor. Renk benim için hem bir sezgi alanı hem de bir düşünce aracı.
Eserlerinizde yoğun renkler ve karmaşık figürlerle adeta şehrin kalabalığını, koşuşturmasını, bir nevi günün en yoğun zamanlarını yansıtıyorsunuz. Bu yoğunlukları yaratırken siz ne hissediyorsunuz, bu anlatımı tercih etmenizin ardındaki duygusal ya da düşünsel motivasyon nedir?
O yoğunluk benim için dış dünyanın değil, iç dünyanın bir izdüşümü. Şehirde yürürken maruz kaldığımız sesler, hareketler, insan kalabalığı aslında zihinsel bir dağınıklığı da tetikliyor. Ben o karmaşayı tuvale taşıyorum, çünkü o yoğunluklar içinde insani olanı, kırılgan olanı, belki de kaybolanı arıyorum. Bu anlatımı tercih etmemin nedeni, sadeleştirerek değil, yoğunlaştırarak ifade etmenin bana daha sahici gelmesi.
Eserlerinizde tekrar eden, sizinle özdeşleşmiş figürler ya da motifler var mı? Sizi gören izleyicinin ‘bu bir Atilla Çavdarlı işi’ diyebileceği imza niteliğinde öğeler kullanıyor musunuz?
Evet, zamanla kendi görsel dilimi kurarken bazı öğeler tekrar etmeye başladı. Bu bazen bir figürün duruşu, bazen belirli bir renk geçişi, bazense belirli bir doluluk-boşluk dengesi oluyor. Bilinçli olarak bir “imza” bırakma çabasından çok, uzun süreli bir içsel arayışın dışavurumu gibi. Ama izleyici, işlerime baktığında “evet, bu Çavdarlı’nın işi” diyorsa, bu kendiliğinden oluşmuş bir özgünlük alanıdır ve bunu kıymetli buluyorum.
Umberto Boccioni’nin futurist yaklaşımları, özellikle kent yaşamının ritmini ve modern çağın hızını resmetme biçimiyle sanat tarihinde önemli bir yer tutar. Sizin çalışmalarınızda da benzer bir hareket ve yoğunluk duygusu hissediliyor. Bu bağlamda, futurizm akımı ya da Boccioni’nin çalışmaları sizin sanatsal vizyonunuzu etkiledi mi?
Boccioni ve futurizm kuşkusuz modernizmin şehirle ilişkisini kurcalayan çok önemli bir damar. Onun mekân, hareket ve zaman üçlüsünü resimsel dile taşıma biçimini her zaman dikkatle inceledim. Ancak işlerimde doğrudan bir futurist yaklaşım aramaktansa, ben o hız duygusunu bugünün insanına ne hissettirdiğiyle ilişkilendiriyorum. Yani geçmişin “ilerleme” idealine değil, bugünün “yetişememe” haline odaklanıyorum diyebilirim. Bu anlamda paralellikler olsa da çıkış noktam daha çok bireysel sıkışmışlık ve zihinsel gürültü.
Eserlerinizdeki temaların, hayatınızdaki deneyimlerle bir bağı var mı? Kişisel hikâyeleriniz sanatınıza nasıl dokunuyor?
Her şey kişisel bir yerden başlıyor aslında. Gündelik yaşamda karşılaştığım bir an, bir cümle, bir hissizlik hali bile işlerime sızabiliyor. Bu doğrudan bir otobiyografi değil elbette, ama yaşadıklarımın bende bıraktığı iz, işlerimin zeminini oluşturuyor. Bazen kendim bile sonradan fark ediyorum bir anının resimde nasıl yer ettiğini. Yani kişisel olan, zamansız bir biçimde tuvalde yerini buluyor.
